Ziya / Altı
zerinde
tozdan pamukçukların uçuştuğu komodinin göğsüme gelen rafında yarısı yırtık
fotoğrafını gördüm ilk. Yüzünde kiralık bir tebessümü gezdiriyor, o tebessüme
bağlı sanki. Önce bir resimdi çocuk benin aklında Ziya, tanışmamız daha sonra
oldu. Çok fazla dinledik Ziya ile ilgili, Ziya’nın anlattığı hikâyeleri. Kimdi
bu adam, neyin nesiydi? Bir gün, hiç beklenmedik bir anda kapı çalındı, bu
içeri girdi. Adviye Hanım mutfağa aldı Ziya’yı. Yemek koydu önüne. Uzun uzun,
mır mır bir şeyler konuştular. Sonra geldi, bizi öptü yanaklarımızdan bu. Sonra
bizim mahallede küçük bir evin üst katına taşındı. Taşınırken hepimiz yardım
ettik. Üç beş çanta, bir valiz ve kırık dökük eşyalar. Kısa sürede iyi arkadaş
olduk Ziya’yla. Çocuktuk tabi, iyi
arkadaş neydiyse…
O konuşmaya başlayınca,
kulaklarımla dinlemek yetmez, gözlerimi de kullanırdım. Gözlerimi kilit olmaya
kullanırdım. Tenimi, ağzımı, ellerimi de kullanırdım, yine kâfi gelmezdi.
Ağzımı susmaya kullanırdım, ellerimi kıpırtısızlığa, vücudumu, benim olan
vücudumu, ondan akan ışığa yaslardım. Susmalıydık. O, asil bir elmas ustası
gibi sözcükleri nakşetsin diye evvelimizi unutmalı, dilimizi unutmalı, bir an
önce susmalıydık. Susardık. Sustuk. O anlattı. Biz hep
biraz sustuk.
Ziya'yla, nedendir bilinmez,
matbaalara giderdik. Kâğıt alırdık. Neden alırdık, bilmezdim. Kâğıtları
incitmeden koyardı torbasına. ‘Ne yapacaksın bu kâğıtlarla?’ derdim. Bir şey
söylemezdi. İki parmağıyla torbasından çekip çıkardığı bir tutam kâğıdı
silkeler, bana sus payı olarak sunardı. Susardım o zaman. Ziya'nın yırtık
fotoğrafı bile susardı. O, sessizliğe hiç aldırmadan, seslerden maceralar
sunardı hepimize. O bunu ve bunları sunardı, hepimiz susardık. Hem, ne güzel de
susardık. Hepimiz aileydik o zaman. Hepimiz hepimizdik işte. Ziya, ömrümüzün kıyısına
sözcükleriyle alnını dayamış evren. Ziya bir mücevher.
Hastalanınca
bize o bakardı. Hastalandığını hiç bilmezdik. Bizden uzakta bir yerlerde, belki
evinde barkında hastalanır, kendi kendini iyileştirir ve kocaman gövdesiyle
yeniden gelirdi evlerimize. Elinde hep torbalar, fileler olurdu. O filelerden
güzel mürdüm erikleri, kirazlar, üzüm, kayısı ve daha önce hiç görmediğimiz
meyveler çıkardı. Özenle, kendisi yerleştirirdi kilere. Yüzümüz gülerdi Ziya
gelince. Hiç somurtmazdık; yasak etmişti çünkü. ‘Somurtmak artık yasak!’ derdi,
‘Alın yiyin de bunları, canlanın biraz... Hastalanmayasınız diye.’ Hiç
hastalanmayacağımızı düşünerek hapur hupur yerdik. O meyveleri yıkamazdık hiç.
Çünkü bilirdik ki onun kutsal elleriyle seçilmiş, gazeteden kese kâğıtlarına konmuşlardı.
Mürdüm eriklerinden, kirazlardan, üzümden yedikçe aynaların karşısına geçip
güzelleşen kendimizi seyrederdik. Erkekler pazularını şişirir, kadınlar
saçlarını silkelerdi geriye doğru. Güzelleşirdik, serpilirdik, güçlenirdik.
Bunu bilir ve Ziya'nın elinde torbalarla, filelerle gelmesini sabırsızlıkla
karışık bir tatlı telaş içinde beklerdik. Bazen Ziya’nın sadece benim gördüğüm,
benim dokunup konuştuğum hayali bir imge olduğunu düşünürdüm. Çokça oluyordu bu
aslında. Sonra geçiyordu. Çünkü o yokken bazen onun hakkında konuşuyorduk. O
zaman işte derin bir oh çekip gerçekliğine inanıyordum.
Ender Macun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder