Hikayeler sana
gelmez, sen gidersin.
Otogarda
ağlayan bir genç kadının hikayesi... Görünce yanına gidip “Derdinden bir parça
da bana verir misin?” demek geldi içimden. Gidemedim.
Otobüs hareket
etmek üzereyken o geldi, yanımdaki koltuğa oturdu.
Sessiz sessiz
ağlamaları kesildiğinde, başı omzuma düşmüştü. Gönül yorgunluğundan dolayı
halsiz düşüp uyumuş, dertlerini bir süre de olsa unutmuştu. Sıçrayarak uyandığında
ise bakmaya kıyılamayacak o gözlerden yaşlar süzülmeye devam etti.
“Sonra ne oldu
peki?”
“O’ndan sonra
ne mi oldu?
“Ondan, bundan,
şundan ne fark eder? Önemli olan O’ndan sonra ne oldu?”
Camdan baktı
bir süre. Uzun uzun sustu. Sonra, başını bana çevirmeden, karanlık penceredeki
aksime bakarak, adeta susmaya devam ederek, sessizce anlatmaya başladı.
Bütün ışıkları
sönmüş, terk edilmiş bir şehrin ortasında kaldım, dedi. Işık yok, su yok, can
yok... Kendimden başka kimse yokken ben o kör karanlıkta kendimi aradım.
İnsanın en yakın dostu da en gaddar düşmanı da kendisiymiş meğer, bunu çok geç
anladım. Yüreğim coşarken, aklım hep “Dur!” dedi. “Dur! Boğulursun. Sen küçük
bir deresin, denizlerin heybetine aldanma.”
Dinlemedim...
Sonra en korkunç yağmurlar da dindi, sular çekildi. Güneş kavurdukça üşüdüm.
Çünkü yanılmak, üşütürmüş. Battaniyeme daha sıkı sarıldım, yokluğuna sarılır
gibi. Her gece gözyaşımla yıkadım yastığımın düz yüzünü. Ters çevirmeye
üşendim. Islak, soğuk bir yüzle uyandım sabahlara.
Sofralar
kuruldu, herkes doydu kalktı. Ben sofra bezindeki kırıntıları işaret parmağımla
topladım. Yuttum. Dilden yüreğe giden o yolda aman diledim. Yüreğimi doyuran
bir lokma geçmedi kursağımdan. Konuşunca cevabımı alamam diye, kimselerle
konuşmadım. Hepsine küstüm. Küstüğümü bile söylemedim, konuşmadım kimseyle,
kendi kelimelerimle konuşmadım. Sadece önemsiz sözler söyledim. Anlatmadım
kimseye. Geceye anlattım onu. Umutlarımı, hayallerimi, heveslerimi çıkardım
kutularından. Doldurdum avucuma, bir bardak suyla içtim. Yaşatmazlar belki
öldürürler dedim sitem ve dua karışık. Karanlığın seherindeki aydınlığa
güvendim.
Bekledim...
Nice sonra anladım ki, beklemenin en zor yanı, birinin gelip seni bu
girdaptan çıkarmasını beklemekmiş.
“Nasıl
gitti?”
“Nasıl mı gitti?”
“Konuşuruz...”
demişti en son. Kulağımla duyduğum, son sözü bu oldu. Aylar geçti üstünden
konuşmak istemediğinden emindim artık. Bir selamın bile hakkı vardır derler,
“Hakkını helal et.” demek için görüşmek istedim. Cevabını beklerken
hazırlandım, en sevdiği elbisemi giyindim. Kederi giyineceğimden habersiz,
heyecanla bekledim.
Dilinin
şarjörünü bir kelimeyle boşalttı üstüme. Dilin şarjörü mü olur? deme. İnsanın
en öldürücü silahı bu! Dil şarjör, söylenen kelime kurşun olur.
“Hayır”, diye
ateş etti.
Beş harfli bir
kelimeyle bu kadar afili bir ölüme uğurlanacağımı hiç düşünmemiştim.
Bildiğim halde
o kelimeyi okuyamadım. Yüreğin kabul etmediğini, göz görmek istemezmiş meğer.
Harf harf bölüp, okudum. O “Hayır!” dedi, ben “Neden?” diyemedim... Aça yeme,
sağıra duyma, gülene ağla demek kadar anlamsız ve boş geldi. Nedenini
soramadım.
Yanıma gelip
oturan hikaye, böyle sustu. Nedenini soramadığını söyledi. Neden böyle
sustuğunu ben de ona soramadım. Camdan dışarı baktım. Karanlıklara. Bu sefer
ben daldım uzaklara. Ben de böyleyim işte. Nerede acılı bir insan gördüysem
yanına çöktüm. Hayatın olgunlaşmış meyvelerini, sebzelerini sundular bana.
Onlara göre hayatın tam ortası, bana göre kışlara hazırlıktı. Eteklerimi,
ceplerimi doldurdum... Gönüllük konserve yaptım o meyve, sebzelerden. Zemheriyi
her gördüğümde tek tek açtım, içine az da tuz bastım. Hayat deyip
geçmemeli, o da bozulabilir.
Gülcan Sural
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder