Mavi Uzakların Peşinde
Sen de gözleri uzaklara dalıp, uzak yurtların,
buğulu tepelerin, erişilmez maviliklerin hayaliyle avunanlardan mısın? Hani
düşlediklerine ulaşsa bile, kavuştuğu anda hayal kırıklığıyla hırslanıp daha
uzaklara bakanlardan?
Kartpostallardaki mağrur ve gizemli hayalindir
belki Kız Kulesi. Ama onunla ilk tanışmanın büyüsü, dolmuşları, taksileri güç
bela aşarak geçtiğin caddenin tozuyla, karşısında oturduğun banktaki çekirdek
kabuklarıyla dağılıverir. Seni düşler âlemine usulca bırakacağından emin
olduğun bu kule, o anda, tahmin ettiğin heybetinden uzak, suyun içinde
yaşlanmaya başlamış zavallı bir şey haline gelir.
Ya “Ah
Paris” diyenler? Eiffel Kulesi’nin karşısında hiçbir yerde yaşanamayan o
tutkulu aşkı yaşayacağından eminsindir. Diğerleriyle dirsek temasıyla oturduğun
kafede, bir fincan kahveye 20 euro verecek olmanın şaşkınlığı ile şu küçük
sandalyeye pek de sığamaz, zorlasan da kendini hiç romantik hissetmezsin. Zaten
sevgilin, çiş kokulu metroda cüzdanını çaldırdığı için burnundan solumaktadır.
Ya da bestelerini dinlerken, seni kendine âşık
eden müzisyenin konserine gitme şansın olmuştur. O sanatçı ki sanki bu dünyadan
değildir, öyle büyüleyici, öyle ulaşılmazdır. Işıklar söndüğünde, sahnede,
gökten inmiş bir mucize gibi belirmiştir. Huşu içinde sanatını icra etmeye
hazırlanırken, seyircilerden birinin öksürük krizi tutuverir, seninki
piyanosunun dibine koyduğu plastik su şişesinden öfkeyle bir yudum alıp,
seyirciyi pervasızca azarlar. O andan itibaren aslında onun yetenekli ama
fazlasıyla kibirli bir fani olduğuna karar verirsin ve artık o notalar size
yabancıdır.
Bazen de her şey tastamam hayal ettiğin
gibidir ama sen bir türlü yerine yerleşemez, emin olduğun coşkun mutluluk
gölüne bir türlü dalamazsın. Hayatında birkaç kez bu duyguyu yaşadıysan,
“İnsanın gitmediği yerler, tanışmadığı insanlar, yemediği yemekler olacak” diye
düşünmeye meyledersin. Gitmediği dağlar olacak insanın, dersin. Başları
dumanlı, uzaklardan mor bir düş gibi görünen, içinde türlü masalların, nemli
ağaç diplerinden patlayan mantarlar gibi hayat bulduğu dağlar. Deniz
seviyesinden öyle görünür. Tek gözünü kırpıp işaret parmağına bakarken,
başından ucuna gelmeden erişiverirsin oraya. Uykuya dalıversen o esnada, düş
sanırsın. Öyle güzeldir hayali. Oysa yolculuğu zihnin değil ayakların yapsa,
yükselen her adımında gerçekliğin taşları, çakılları, toprağı ve çürümüş
yaprakları ile karşılaşırsın. Olur ya ulaştın zirveye. Gözünün gördüğü daha
yüksek bir yer yok, rüya bitiverir. Bakarsın ki bulutlar hala gökyüzünde, güneş
ve ay çok uzaklarda. Ciğerlerini sıkıştıran hava, yüreğini de sıkıştırır. Çünkü
sen çoktan aşağıyı özlemeye başlamışsındır. Ufuktaki mavilik, vücudunda elinin
ulaşamadığı yeri kaşıma arzusu gibi şiddetli bir duyguyla seni çağırır. Oysa
yukarıdasındır. Kendini boşluğa bıraksan, karahindiba çiçeğinin tüyleri gibi
uçuşup döne döne aşağı ineceksindir. Yurduna, denizinin yamacına…
Öyle de olmaz böyle de. Çünkü aslında sen
mutluluğa ulaşmak için kendini, zihnini, hatta düşlerini bile oradan oraya savuruyorsundur.
Üstelik hayal kırıklığı, hayali gerçekleştirememekten daha acıdır. Ve her
küskün deneyim, hayalci yeteneğinizi biraz daha köreltir. Mutluluk, kim bilir
belki doğuştan gelen bir yetenek, belki de sonradan öğrenilen bir ders, bir
seçim halidir. Sadece ulaşılamaz düşlerle mutluluğu hayal edenler için iş zor.
Çünkü hayat, hayale uzanan her iki durumda da insana, mutluluğu uzak bir köy
haline getirir.
İşte bu açmazda, üstatların tecrübelerinden
faydalanmalı. Hermann Hesse’nin mutluluk arayışına kulak vermeli. “Mavi
Uzaklar” adlı yazısında, bizi oturtuyor dizlerinin dibine, başlıyor bilgece
anlatmaya.
Başlarda nasıl da uzakların ayartıcı maviliğin
büyüsüne kapıldığını, zamanla göçebe bir yaşama özenerek oradan oraya
savrulduğunu ama her seferinde daha ötede olan sisler, buğular ve gizlerle
bezeli mavilikleri düşlediğini anlatır. Bu sonu gelmez özlem, onun mutluluk
arayışını gizli bir sarmala yerleştirmiştir. Sonunda kendi tabiriyle şenliksiz,
sessiz ve yalnız bir hali, münzevi mutluluğu olarak kabul eder. Ve bu halin,
kendine öğrettiği şeyi bizlere bilgece açıklar:
“Tüm
nesnelerdeki uzakların buğusuna ilişmemek, hiçbir şeyi gündelik yakınlıkların
soğuk ve acımasız aydınlığı içine çekip almamak, her şeye üzeri sanki yaldızla
kaplıymış gibi el sürmek, öylesine hafiften, öylesine usulcacık, öylesine
gözetip kollayarak ve derin bir huşu ile önünde eğilerek.
Nice paha
biçilmez olursa olsun, hiçbir mücevher gösterilemez ki, değerli nesnelere özgü
parıltısını alışılmışlığın ve sevgisizliğin kendisinden çekip alamayacağı kadar
kusursuz bir güzelliği içersin! Hiçbir meslek gösterilemez ki, o kadar soylu,
hiçbir ozan gösterilemez ki o kadar zengin, hiçbir ülke gösterilemez ki o kadar
bereketli olsun! O yüzden benim elde edilmeye değer gördüğüm, bir hüner varsa,
uzaklarda bulunan düşsü uzaklarda yaşayan güzelliklerden esirgemediğimiz
sevgiyi ve huşu dolu yaklaşımı, yakınımızdaki alışılmış nesnelere de çok
görmemektir…”
Hande Çiğdemoğlu
Öldürmeyeceksin / Seçme Denemeler
Hermann Hesse
Çeviren: Kamuran Şipal
Yapı Kredi Yayıncılık
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder