Ziya / Dokuz
ize masallar anlatırdı. Anneannemin anlattığı gibi masallar değil ama. O daha çok bir masalı, nasıl diyeyim, oynardı. Oradan buradan buluşturduğu kaftanları, sarıkları, cübbeleri, pelerinleri, fesleri giyip çıkarır, masalını kendinden geçerek anlatırdı. O masal anlatırken bütün bir ev halkı toplanır, kardeşimle benim yanımıza, yöremize çömelir, meraklı göz ve kulaklarla sus pus olur, sonuna kadar dikkat kesilirdi. Masalını anlatırken arada biz seyirci ve dinleyicilere sorular sormayı da ihmal etmezdi Ziya. Biz soruyu anlamaya çalışırken daha elindeki kızılcık dalından değneği yere vurur ve ‘müddetiniz doldu’ derdi ve cevabı kendi nazik üslubuyla verir, ‘nereden çıktı şimdi bu canım… olur mu canım hiç öyle şey…’ gibisinden yakınan biz ahmaklara keskin bir bakış attıktan sonra susar, bir müddet sonra hiçbir şey olmamış gibi masalına kaldığı yerden diyemeyeceğim ama, devam ederdi. Sonu bir türlü gelmek bilmezdi masallarının. Masal dinlerken ateşteki pilavın dibi tutar, asılmayı bekleyen çamaşırlar leğenlerin içinde sarmaş dolaş bekler, kuruyup kalıp gibi olurlar, evde yeni başlamış temizlik durur, neredeyse uçuşan toz öbekleri bile kendine koltuk altında, kapı eşiğinde bir yer bulur da uçsuz bucaksız masala dikkat kesilirlerdi.
Bahçede, yaz
zamanlarında anlatılan masalların tadı bir başka güzel olurdu. Bir yandan masal
dinler, bir yandan da tepemizden sarkan dallardan erik toplar, gömleklerimize,
entarilerimize siler, katır kutur, yüzümüzü ekşiterek mideye indirirdik.
Masalın sonunda, erik fesadından karnı davul olanlar sedire yatırılır,
anneannenin koşa koşa mutfaktan getirdiği halis zeytinyağı içirilirdi hemen.
Ziya’nın uydurduğu garip masallar bizi de biraz masalcılığa soyundururdu zaman
zaman. Ama hiç birimiz şu ahir ömrümüzde onun kadar etkili bir masal anlatıcısı
olamadık.
Sonra sonra, babam bir
saman yapraklı defter aldı bakkaldan ve duyduğu masalları bu deftere yazmaya
başladı. ‘Ziya’nın Masalları’ diye de bir etiket yapıştırdı üstüne. Bu kalınca
defteri yıllarca sakladı kilitli çekmecesinde. Büyüyüp adam olunca açıp
baktığım defterde hiçbir masalın sonunu yazmamış olduğunu gördüm babamın.
Hatırlayamadığından değil, Ziya’nın hiçbir masalın sonunu anlatmadığından… Biz
sonu olmayacağını bile bile onca masalı nasıl da iştahla ve keyifle dinler,
seyreder ve kafamızı kurcalayan onca soruya rağmen rahatça uykularımızı uyur,
anlamsız rüyalarımızda gezinir, bundan sonra gelecek masalın ne zaman olacağını
bitkin ve şuursuzca birbirimize sorar dururduk. Oysa Ziya gelecek bir vakitte
uyduracağı masalı kafasının içinde bir yerlerde sakladığı ipeksi hayalden
defterine inci gibi akıl yazısıyla nakşeder, virgülüne bile dokunmadan biz tez
canlı canilere anlatmak için hiç de sabırsızlanmazdı.
Babamın saman yapraklı
defteri ile Ziya’nın kafasındaki defter arasında küçük de olsa bir bağ ya da
benzerlik vardı aslında. Her ikisine de tuhaf ve müphem bir keyif, haz duygusu
hâkimdi. Şimdi, keyif ve haz duygularımızı kaybeden bizler televizyonlarımızın
karşısına kurulup bir hatırlama durumu yaşar mıyız acaba diye merakla bekliyoruz
yıllardır. Ya da tam tersi diyelim, bir hatırlama durumu yaşamamak için… Yüreğim
ve yüreklerimiz, neden böyle acıyıp acıyıp duruyor Ziya?
Ender Macun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder