Sular Ne Güzelse Öyle Okumak - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
 Sular Ne Güzelse Öyle Okumak - Hande Çiğdemoğlu

Sular Ne Güzelse Öyle Okumak - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

 Sular Ne Güzelse Öyle Okumak

Bir roman okursunuz, üzerinden yıllar geçse bile kahramanları, sarsıcı olayları, dokunaklı hikâyeleri belleğinizde yer eder. Kim bilir bazen yazarını bile unuttuğunuz olur ama içinde iyilik ve kötülük gizlenmiş o kahramanı adıyla sanıyla anımsarsınız.

Öyküler böyle değildir. Tek solukta okuduğunuz bir öyküdeki olaylar ve kişiler, onca yoğun hissettiğiniz etkisine rağmen, çoğu zaman hayatınıza kalıcı biçimde girmezler. Son cümlesine ulaştığınız hızla, hiç duraklamadan hayatınıza devam edersiz, onlar da aynı hızla geçmişe doğru uzaklaşır. Geriye, arkadaşlarınıza anlatacağınız olaylar veya sözler yerine tarif edemeyeceğiniz bir lezzet kalır. Okurken soluduğunuz atmosferin duygusu, anlatının sesi vardır artık elinizde. Bir tanıdığınızın dost sesidir o. Hani kendisini görmeden, sesinden de tanırsınız ya dostlarınızı, öyküleri de öyle duyarsınız. Karakterler, olaylar, mekânlar, duygular, düşünceler değişse de o yazarın hangi öyküsünü okursanız okuyun tanıdık bir dostla kucaklaşmış gibi olursunuz. Dostun her defasında anlatacak başka bir şeyi vardır, hatta bazen kayda değer bir olay bile yoktur ama o öyle bir anlatır ki, her seferinde yanına oturur keyifle ve merakla kulak verirsiniz. Anlatmak ne güzelse, öyle dinlersiniz.

Şiirler, romanlar, öyküler, denemeler. Edebiyat türlerinin hepsi belirli bir matematiğe, kurala, tekniğe ve yönteme dayanır. Ama bütün bunların hayat bulması, böyle bir çalışmanın tamamlanması, ancak yazarın ona ruhunu üflemesiyle gerçekleşmez mi? Doğruların, yanlışların ve kuralların ötesinde, kurulan anlatı dünyasının nasıl nefes alacağını hangi yazar açıklayabilir? Bunu nasıl başardığını, kendisi bilir mi ki?

Bir öyküye “iyi” demenin mutlaka belirli ölçütleri vardır. Bağlı olunan dünya görüşüyle ilişkili bir edebiyat anlayışını referans almadan değerlendirme yapmak mümkün mü? Yine de okur ile yazarın kelimeler aracılığıyla bir araya geldiği o büyük ve mahrem buluşmada, okurun içinin titremesi, yüreğinin ısınması şartı vardır. Bu da en çok yazarın dil ve anlatım aracılığıyla inşa ettiği dünyanın doğallığı, güzelliği ve içtenliği ile olur. Sadece dokunaklı bir hikâye, sadece özgün bir düşünce, sadece dantellerle bezenmiş bir dil ya da sadece teknik güzellikte bir metin “iyi öykü” için yeterli değildir. Bu bileşenlerin dengeli bir biçimde bir arada olduğu yazılar bizi kendine çeker, dimağımızda yer edinir.

Türk öykücülüğünün öncü yazarlarından Erdal Öz’ün, 1998 yılında Sait Faik Hikâye Armağanı kazanmış “Sular Ne Güzelse” kitabına dair söyledikleri okur ve yazar arasındaki bu bağı açıklar nitelikte:

“Klasik öykü anlayışında ağırlık ‘konu’dadır. Bunun gerek dünya edebiyatında, gerekse bizim edebiyatımızda çok güzel örnekleri vardır. Bu aşılmalıdır. İlginç, sürükleyicilik konuya dayanmamalıdır, diyorum. Öykü ancak okunarak beğenilsin, bir başkasına konusu özetlenip anlatılınca öykü öykülüğünü yitirsin istiyorum. Ama okur öyküyü okumaya başlayınca öyküden kopamasın, yapışsın öyküye, sonuna kadar sürüklesin öykü onu. Bu elbette okurun değil, öykünün görevidir. Sular Ne Güzelse adlı bu kitabımdaki öykülerde bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Bu yüzden anlatım, kurgu, sözcüklerle oluşturmaya çalıştığım görüntüler çok öne geçti. Bu öykülerin ortak bir özelliği daha var: Bir yeniyetmenin gözüyle anlatılmaya çalışılan hüzünlü zamanlar; anlar, günler, aylar. Ama bu öyküler, bir anılar toplamı sayılmasın. Elbette yazdıklarımda kendi çocukluk dönemimden yola çıkışlar oldu, ama anılarımı yazmadığım bilinmelidir. Hangi öykü yaşanmış bir zaman kesitinden, bir küçük görüntüden yola çıkmaz ki. Ancak iyi bir öykü, yalnızca yaşanmışların anlatısı olamaz, bununla yetinemez. Yaşanmışlık duygusunu verebilmek, okurun yüreğinde yer edebilmek, o anlatının, o öykünün başarısı sayılmalıdır.”

Sahiden de “Sular Ne Güzelse” kitabındaki öyküleri okurken sayfaların içinde capcanlı dolaşıyorsunuz. Bu dokunaklı hikâyelerde hissettiğiniz kokuların, duyduğunuz seslerin, gördüğünüz manzaraların, kahramanlarla vücudunuzun birlikte aldığı şekillerin, mimiklerin etkisiyle tam olarak öyküyle birlikte nefes alıyor, yaşıyorsunuz. Yıllar sonra öğretmeniyle karşılaşan bir gencin çocukluk anılarını dinliyorsunuz. Henüz 15’inde hapishaneye giren, işkence görmüş bir konservatuar öğrencisinin koğuştaki büyükleriyle geçirdiği günlere tanık oluyorsunuz. Çocukluk hayalini askerdeyken gerçekleştiren tankçı bir asteğmenin atlı birliği komuta ederken sevdalandığı kıza göndermelerini fark ediyorsunuz. Bahçedeki kedilerin kapışmasını bir çocuk gözüyle seyrediyorsunuz. Ve yüreği pır pır eden bir gencin gözünden saf bir sevdayı izliyorsunuz. Bütün bunlar yazarın özgün ve içten diliyle, hayatın içinden insan duruşlarını etkileyici bir şekilde işlemesiyle karşınıza çıkıyor.

Şiirle başladığı edebiyat hayatına eleştiri, anı/gezi yazısı, roman ve öykülerle devam eden 2006 yılında kaybettiğimiz yayıncı ve yazar Erdal Öz, başlarda benimsediği bireysel iç dünyalara ait duygusal üslubunu, 1970 sonrasında toplumsal ve siyasal gerçekçi bir çizgiye dönüştürerek okurlarına doyumsuz eserler, yazar adaylarına da ışıklı bir yol bıraktı. Kuşkusuz kalıcı değerlerdir bıraktığı. Sonra… Sonrası hayat işte.

“…Sonrası birdenbire denizdi işte; sesinden, kokusundan bildiğim yoğun deniz. Denizleri hep sevdim ben, suları hep sevdim; seni denizler, sular gibi sevdim; sular ne güzelse seni öyle sevdim.”

Hande Çiğdemoğlu

Erdal Öz

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder