Bir roman okursunuz, üzerinden yıllar geçse bile
kahramanları, sarsıcı olayları, dokunaklı hikâyeleri belleğinizde yer eder. Kim
bilir bazen yazarını bile unuttuğunuz olur ama içinde iyilik ve kötülük
gizlenmiş o kahramanı adıyla sanıyla anımsarsınız.
Öyküler böyle değildir. Tek solukta okuduğunuz bir
öyküdeki olaylar ve kişiler, onca yoğun hissettiğiniz etkisine rağmen, çoğu
zaman hayatınıza kalıcı biçimde girmezler. Son cümlesine ulaştığınız hızla, hiç
duraklamadan hayatınıza devam edersiz, onlar da aynı hızla geçmişe doğru
uzaklaşır. Geriye, arkadaşlarınıza anlatacağınız olaylar veya sözler yerine tarif
edemeyeceğiniz bir lezzet kalır. Okurken soluduğunuz atmosferin duygusu,
anlatının sesi vardır artık elinizde. Bir tanıdığınızın dost sesidir o. Hani
kendisini görmeden, sesinden de tanırsınız ya dostlarınızı, öyküleri de öyle
duyarsınız. Karakterler, olaylar, mekânlar, duygular, düşünceler değişse de o
yazarın hangi öyküsünü okursanız okuyun tanıdık bir dostla kucaklaşmış gibi
olursunuz. Dostun her defasında anlatacak başka bir şeyi vardır, hatta bazen
kayda değer bir olay bile yoktur ama o öyle bir anlatır ki, her seferinde
yanına oturur keyifle ve merakla kulak verirsiniz. Anlatmak ne güzelse, öyle
dinlersiniz.
Şiirler, romanlar, öyküler, denemeler.
Edebiyat türlerinin hepsi belirli bir matematiğe, kurala, tekniğe ve yönteme
dayanır. Ama bütün bunların hayat bulması, böyle bir çalışmanın tamamlanması,
ancak yazarın ona ruhunu üflemesiyle gerçekleşmez mi? Doğruların, yanlışların
ve kuralların ötesinde, kurulan anlatı dünyasının nasıl nefes alacağını hangi
yazar açıklayabilir? Bunu nasıl başardığını, kendisi bilir mi ki?
Bir öyküye “iyi” demenin mutlaka belirli
ölçütleri vardır. Bağlı olunan dünya görüşüyle ilişkili bir edebiyat anlayışını
referans almadan değerlendirme yapmak mümkün mü? Yine de okur ile yazarın
kelimeler aracılığıyla bir araya geldiği o büyük ve mahrem buluşmada, okurun
içinin titremesi, yüreğinin ısınması şartı vardır. Bu da en çok yazarın dil ve
anlatım aracılığıyla inşa ettiği dünyanın doğallığı, güzelliği ve içtenliği ile
olur. Sadece dokunaklı bir hikâye, sadece özgün bir düşünce, sadece dantellerle
bezenmiş bir dil ya da sadece teknik güzellikte bir metin “iyi öykü” için yeterli
değildir. Bu bileşenlerin dengeli bir biçimde bir arada olduğu yazılar bizi
kendine çeker, dimağımızda yer edinir.
Türk öykücülüğünün öncü yazarlarından Erdal Öz’ün, 1998
yılında Sait Faik Hikâye Armağanı kazanmış “Sular Ne Güzelse” kitabına dair
söyledikleri okur ve yazar arasındaki bu bağı açıklar nitelikte:
“Klasik öykü
anlayışında ağırlık ‘konu’dadır. Bunun gerek dünya edebiyatında, gerekse bizim
edebiyatımızda çok güzel örnekleri vardır. Bu aşılmalıdır. İlginç,
sürükleyicilik konuya dayanmamalıdır, diyorum. Öykü ancak okunarak beğenilsin,
bir başkasına konusu özetlenip anlatılınca öykü öykülüğünü yitirsin istiyorum.
Ama okur öyküyü okumaya başlayınca öyküden kopamasın, yapışsın öyküye, sonuna
kadar sürüklesin öykü onu. Bu elbette okurun değil, öykünün görevidir. Sular Ne
Güzelse adlı bu kitabımdaki öykülerde bunu gerçekleştirmeye çalıştım. Bu yüzden
anlatım, kurgu, sözcüklerle oluşturmaya çalıştığım görüntüler çok öne geçti. Bu
öykülerin ortak bir özelliği daha var: Bir yeniyetmenin gözüyle anlatılmaya
çalışılan hüzünlü zamanlar; anlar, günler, aylar. Ama bu öyküler, bir anılar
toplamı sayılmasın. Elbette yazdıklarımda kendi çocukluk dönemimden yola
çıkışlar oldu, ama anılarımı yazmadığım bilinmelidir. Hangi öykü yaşanmış bir
zaman kesitinden, bir küçük görüntüden yola çıkmaz ki. Ancak iyi bir öykü,
yalnızca yaşanmışların anlatısı olamaz, bununla yetinemez. Yaşanmışlık
duygusunu verebilmek, okurun yüreğinde yer edebilmek, o anlatının, o öykünün
başarısı sayılmalıdır.”
Sahiden de “Sular Ne Güzelse” kitabındaki öyküleri okurken sayfaların
içinde capcanlı dolaşıyorsunuz. Bu dokunaklı hikâyelerde hissettiğiniz
kokuların, duyduğunuz seslerin, gördüğünüz manzaraların, kahramanlarla vücudunuzun
birlikte aldığı şekillerin, mimiklerin etkisiyle tam olarak öyküyle birlikte
nefes alıyor, yaşıyorsunuz. Yıllar sonra
öğretmeniyle karşılaşan bir gencin çocukluk anılarını dinliyorsunuz. Henüz
15’inde hapishaneye giren, işkence görmüş bir konservatuar öğrencisinin
koğuştaki büyükleriyle geçirdiği günlere tanık oluyorsunuz. Çocukluk hayalini
askerdeyken gerçekleştiren tankçı bir asteğmenin atlı birliği komuta ederken
sevdalandığı kıza göndermelerini fark ediyorsunuz. Bahçedeki kedilerin
kapışmasını bir çocuk gözüyle seyrediyorsunuz. Ve yüreği pır pır eden bir
gencin gözünden saf bir sevdayı izliyorsunuz. Bütün bunlar yazarın özgün ve
içten diliyle, hayatın içinden insan duruşlarını etkileyici bir şekilde
işlemesiyle karşınıza çıkıyor.
Şiirle başladığı edebiyat hayatına eleştiri, anı/gezi
yazısı, roman ve öykülerle devam eden 2006 yılında kaybettiğimiz yayıncı ve
yazar Erdal Öz, başlarda benimsediği bireysel iç dünyalara ait duygusal üslubunu,
1970 sonrasında toplumsal ve siyasal gerçekçi bir çizgiye dönüştürerek
okurlarına doyumsuz eserler, yazar adaylarına da ışıklı bir yol bıraktı.
Kuşkusuz kalıcı değerlerdir bıraktığı. Sonra… Sonrası hayat işte.
“…Sonrası birdenbire
denizdi işte; sesinden, kokusundan bildiğim yoğun deniz. Denizleri hep sevdim
ben, suları hep sevdim; seni denizler, sular gibi sevdim; sular ne güzelse seni
öyle sevdim.”
Hande
Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder