Sistem Hatası
Diiit-138
Bıkkın enerjim evrene
karıştıysa totemim tutacak ve sıra 140’a geldiğinde sistem, sık sık olduğu gibi
kilitlenecek. Böylece öğle tatiline kadar olan 40 dakikayı, mecburen hizmet
veremeyerek geçireceğiz. Bir sigara içerim en azından. Sabahtan beri başıma
vurdu. Yönetmelik falan tamam da, banka kapısının önünde sigara içmek de neyin
nesi. Müdür Bey hazretleri emir buyurmuş!
Neymiş, çay ocağının terası, çay bahçesine dönüyormuş, iş yavaşlıyormuş.
Müşteri beklemezmiş. Kuyruk teorisini duymadığına eminim. Ben duydum da ne oldu?
“Üretimdeki prodüktiviteyi arttırmak ve maliyetleri düşürmek için, arz-talep
dengesizliğini gidermek amacıyla geliştirilen matematiksel teknikler
kullanılarak geliştirilen bir iktisadi teknik.” cümlesini doğru yazan kaç kişi
vardı ki sınıfta? Üretim yönetimi dersinden AA almış olmak, bu küçük banka
şubesinde gişe memuru olmama engel olmadı ne yazık ki.
“Teyzecim, bu faturanın
tarihi geçmiş, ben işlem yapamıyorum. Elektrik idaresine gitmen lazım. Yok,
sistem izin vermiyor, benimle ne alakası var. Teyzecim elimde olsa niye
yardımcı olmayayım?”
Sabah, kahvaltıdan önce
tansiyonun dengelensin diye yuttuğu çiğ sarımsakların kokusu dalga dalga yüzüme
vuruyor. Belli bir süre, desibeli gittikçe artarak dinletilse basbayağı Çin
işkencesi literatürüne geçecek tiz sesi, öfkeyle yüzümde patlıyor. Yüce şefim
Rezzan Hanım, gözlerini pörtletmiş bana bakarken, fönü bozulmuş saçlarının
üstünde çıkan konuşma balonunu ise satır satır okuyorum.
“Otomatik ödeme teklif et
Serhat! Daha dün konuştuk. Ne işe yaramaz çocuksun! Hedef tutmasın da sorarım
ben bunların hesabını?”
Hedef tutsa bana faydası var
sanki. Aslan payından, bir etsiz kemik atacaksınız önüme. Ben bütün gün,
uyuşmuş bacaklarım, bulanmış zihnimle diit diit müşterilerle cebelleşirken, sen
internette alışveriş sitelerini geziyorsun, bilmiyor değilim. Kusura bakma
Rezzan Hanım, sen o bilmem ne taşlı küpeli, kolyeli seti alacaksın diye ben bu
sarımsak sokulu azara daha fazla dayanamayacağım.
“Teyzecim, hadi bak
sıradakiler bekliyor. Bunu dışardan öde sen, diğer faturanı zamanında getir
tamam mı?”
Sırada yemek bekleyen, gözü
dönmüş hayvanat bahçesi kaplanları gibi sabırsız ve öfkeli müşteriler
söylenmese, daha üfürecekti de neyse ki buruşuk faturasını hışımla alıp söylene
söylene çıktı kapıdan. Herkes niye böyle sabırsız, niye böyle anlayışsız
anlayamıyorum. Şu bankonun arkasında olmak neyi değiştiriyor. İnsanız yahu.
Tuvaletimiz gelebilir, kafamız karışabilir, hasta olabiliriz, moralimiz bozuk
başlamışızdır güne kim bilir ne derdimiz vardır, bir küçük molayla soluk almak
isteyebiliriz. Ama yook. Sırası gelene kadar bizi göz hapsinde tutup kimi fısır
fısır, kimi çıkışarak söylenmeleri yetmezmiş gibi, kendi numarası numaratörde
yandığında ağır adımlarla gelir, kimi muhabbeti kimi şikayetlerini uzatır da
uzatır. Bankacılık sistemi eleştirisi böyle bankoda gişe memuruna iki dakikada
yapılacak bir şeymiş gibi. Uzun mevzudur, sistemsel bir sömürü mekanizmasıdır.
Yapmayın ne olur, bu çarkın içinde benim de gençliğim eriyor, bana neden beddua
ediyorsunuz? Eli ekmek tutmuş evlat göreviyle bankanın verdiği yemek kartıyla
market alışverişi yapıyorum ben. Ay başında sadece ekranda gördüğüm maaşımı,
kredi kartlarına, taksitlere, faturalara pay ediyorum. Üstelik eve gidip başımı
yastığa koyduğumda, tüm gün yediğim azarları, denetleyici bakışları, hatta tükürüklü
bedduaları üstümden atamadan uyuyorum.
139’a geldi sıra. Sabah 5
ayrı şifreyle açtığım ekranların, birinin köşesine ‘mause’la tıklıyorum. “Bas
kardeşim bas artık!” diye bağıran, apartman aidatını ödedikten sonra at yarışı
oynamaya gidecek amcaya, basmıyorum tıklıyorum desem, daha da gür çıkar mı sesi
acaba? Basmıyorum da tıklamıyorum da kardeşim. Altıma mı işeyeyim? Tuvalete gidiyorum
ben. Hem Ebru neden almıyor 139’u? Üstüne 3 müşteri işlemi yaptım, bizimki
hala, basbayağı kendisine kompliman yapan çakma Lacoste gömlekli adamın işini
yapıyor. Neymiş karşı şubeden onay gelecekmiş de, çeki takastan çıkaracakmış
da. Yönlendir Gülay Hanım’a. Otursun bir çay içsin delikanlı. Ama yok. Gülay Hanım,
ayakçı takımıyla ilgilenmez. O gitsin, şirketin sahibi gelsin. O zaman görürsün
nasıl da geliyor çaylar, gidiyor kahveler. Onları “Buyurun bir sigara içelim.”
diye çay ocağına çıkardığını bile bilirim. Ebru’ya da kızamıyorum ki. Zaten
yeni başladı. Her şeye ağlıyor, bazen sinir oluyorum ama kıyamıyorum da. Nasıl
da güzel. Bir süre sonra aydınlık yüzünün karardığını görecek olmak ne fena. Ah
Ebru. Her gün başka renk giydiği kısacık
eteklerinin içinde, sıkışık masanın altında kıpırdanan güzel bacakların, gözümü
kapasam kendimi plajda sanacağım güneş yağı kokusuna benzeyen parfümün olmasa,
bu şube daha da çekilmez olurdu.
Of fena sıkıştım. Sabah
çayının üstüne, bir neskafe, bir oralet getirdi Rukiye Abla. Müdür sıkı
tembihledi geçen toplantıda, “Öğlene kadar 09.00 ve 11.00 de iki kez çay
servisinin dışında bir şey yok, şube içi sarf malzemesi ve mutfak masrafları
azaltılacak.” diye ama Rukiye Abla sağ olsun gene de kıyamaz bize. Teskeresine
daha 10 ay olan oğlunun, kimseye tek laf etmeden kocaya kaçan kızının yerine
koydu bizi sanki. Sabah aynı bezle her yeri çabucak siler, sonra aksak ayağını
koştura koştura bir aşağı bir yukarı çay tepsisini taşır durur. Bazen cep
telefonundan çalan göçmen şarkılarını dinlerken yakalarım çay ocağında.
Saklamaya çalıştıkça daha da çağlar gözyaşları. Tombul ellerini tutarım, “Yapma
böyle Rukiye Sultan” derim. Bilirim onca derdi arasında, bankada çocukları
yaşındaki amirlerinin rujlu dudakları arasından çıkan sözler ok gibi kalbini
deler, ceket gömleklerinin manşetleri altından sallanan parmaklar gururunu
kırar. Nefesim hırsla kesilir ama belli etmem. “Biraz daha sabır, bak 2 seneden
az kaldı emekliliğine. Oğlan da gelir askerden, kızdan belki de bal yanak bir
torun. Oh şöyle bir yaslanırsın arkana, unutursun burayı da bizleri de. Biz ne
yapalım be anacım, daha senemiz dolmadı.” Gözünün yaşını siler, “Bir sütlü
kahve yapayım sana, aslan çocuğum, çaktırmadan al git masana” der.
Masa da ne masa! Okul sırası
gibi, aynı masasının üstünde 3 bilgisayar, ha bire bozulan para sayma
makineleri, düğmeleri basmaktan gevşemiş hesap makineleri. Dekontlar,
sözleşmeler, not kağıtları, kalemler hatta paralar bile birbirine karışır. Aman paralar karışmasın. Her günün sonunda
ödümüz patlar, kasada açık, fazla, sahte para çıkacak mı diye? Sırf ekranda
yazan bakiye ile çekmecede duran bir kısmı bizim memleketin, bir kısmı
bizimkinden 5 kat değerli banknotlar birbirini tutsun kaygısı bile erkenden
yaşlandırır insanı. Her sabah, benim canım olsa koruyup taşımayacakları zırhlı
araçların içinden çuvallarla paraları getirir “grup” dediğimiz ekip. Ana kasa
elemanı garibim sayar hepsini, tutanağı imzalar. Bir rakamı yanlış yazsa başı
yanacak! Maaşından kesilir stresiyle güne başlayan canım ana kasa, ATM’lere
konulacakları ayırır, kalanını diğer kasalara pay eder. Her gün önümde deste
deste para. Cüzdanıma bakarım, cebimdeki bozukları saymazsan 50 TL var. Bir gülme gelir tutarım kendimi. Saat 5’ten
sonra, iş bitse bile müdür bey hazretleri çıkmadan çıkılamayan şubede, kıyılan
midemizi yatıştırmak için kuruyemiş almaya gittiğim tekel bayi Selami Abi, her
seferinde aynı şeyi söyler. “Oğlum sizinki de iş mi? Bak ben canım çekse
şuradan bir leblebi atarım ağzıma. Sen önündekilerin bir kuruşuna bile
dokunamazsın.” Kahkahası öksürüğüne karışır.
Nasıl olsa kalkacağım,
tuvalete mi gitsem, şurada kapının önünde bir sigara mı içsem? Oğlum Serhat,
delirdin galiba. Zaruri ihtiyacı bir şekilde izah edersin de, şu kalabalığın
içinden geçmeye hadi geçtin sonra dönmeye, sonrasında çalan telefonda daha
öğlen olmadan müdür azarı yemeye cesaretin var mı gerçekten? Yok vallahi,
canımı sokakta bulmadım. “Ebru ben bir lavaboya gidiyorum, idare et.” “Tamam,
tamam. Çabuk gel ama.” Gamzeli ağzından çıkan sözcüklerin hepsi bahar çiçekleri
gibi. Ne tatlı kız yahu. Sonra dönüyor müşteriye. “Kusura bakmayın, sizi de
böyle bekletiyorum ama daha onay gelmedi.”
Acil emir almış yaver
havasıyla, yüzümde ciddi ve endişeli bir tavırla kalkıyorum masamdan, sonra
eğilip ekranımı kilitliyorum unutmadan. Gülay Hanım’ın kulunçları tutulmasın
diye açılıp kapanan klima ne yapsın, idareli serinliği de şu kalabalık
tarafından pipetle çeker gibi çekilmiş bitmiş. Bacaklarıma yapışan pantolonumu düzeltmeden
hızla tuvalete doğru yürüyorum. Sahi bu kıyafet yönetmeliği erkeklere mahsus
mu? Kadınlar yazın kolsuz bluzları, üfürtülü elbiseleri ile klima
kapattırırken, bizim siyah çorapların içinde kavrulan gariban ayaklarımız mokasenlerin
içinde. Ceketimizi sandalyemize assak da kollarımız uzun kollu gömleklerimizin içinde kalır.
Rezzan Hanım’ın hala
yumuşamamış bakışlarının yanından hızla geçiyorum. Bütün kızgınlığı bana mı
gerçekten? Sanmam. Keşke hırslarının atını böyle hızlı sürmeseydin Rezzan
Hanım. Altı üstü bir iş. Değer mi bir aile kuramamaya, içerideki herkesi rakip
gördüğün, dışarıdakileri de küçümsediğin için arkadaşsız kalmaya? 40’ını geçtin,
bu saatten sonra huyun da değişmez. Bari kariyer basamaklarını istediğin hızla
tırmanamamanın bedelini bize ödetme.
Tahir Bey, yoldan çeviriyor.
“Serhat şu tabloya bir bak Allah aşkına. Karıştırdım bıraktım.” Bankaya
başladığında fasitlerin, kasa defterlerinin olduğu bir dönemden, Excel
tablolarına, maillere, şube içi interaktif konuşma balonlarına alışmak kolay
olmasa gerek. “Tahir Bey, çok kalabalık, hemen dönmem lazım. Ama öğle tatilinde
hallederim.” “Tamam tamam. Unutma bak ama.” Kırlaşmış dağınık saçlarını
kaşıyıp, gözlüğünü takıp ekrana yaklaşıyor. Sanki biraz daha iyi görse, daha
kolay halledecek. Buruşuk gömleğine, iki günde bir idare eder traşına
bakıyorum. 3 ay önce kalp krizinden kaybettiği karısından sonra omuzları daha
da çöktü sanki. Üzülüyorum bu haline. Bankanın en kıdemlisi. Yıllar önce ticaret
lisesinden sonra girdiği bu banka şubesinde, mevkileri, unvanları önemsemeden, kendisine
ne görev verilirse yapmış, canla başla çalışmış. Arkadaşları şef olmuş, müdür
olmuş, kimi başka bankalara dolgun maaşlarla transfer olmuş, o aynı bankanın
aynı şubesinde, birbirine benzer mevkilerde bir ömür tüketmiş. Birkaç ay sonra
emekli olacak ama hep bahsettiği, daha kendi gitmeden hepimizi davet ettiği Ayvalık
taraflarındaki bahçeli evine yalnız gidecek ne yazık. Belki de hiç almayacak
hayalindeki evi. “Zaten üstüne borçlanmadan yetmez ne ikramiyem ne kenardaki
param” der durur. Severim ben Tahir Bey’i. Çalışmaya başladığım ilk gün babacan
tavrıyla ısmarladığı limonlu çayı unutmam. Diğerlerinin aksine bana bildiğini
öğreten tek kişiydi. 3 günlük mazeret iznine hayat arkadaşının yasını gömüp işinin
başına döndüğünden beri hiç güldüğünü görmedim. Gerçi gülünecek, hatta
gülümsenecek ne vardı. İnsanın en yakınını kaybettiği günlerde bile, işliyordu
arsız çark. Yıllık iznini bile kullandırmadılar, teftiş gelmeden dosyalar
düzenlenmeliydi. Artık onun da bakışları
öfkeli donukluğa dönmüştü. Tıpkı süt iznini kullanamayan annelere bebeklerini
şubeye getiren anneannelerde olduğu gibi, çocuğunun ilk okuma bayramına
gidemediği için yumruklarını sıkan babalarda, raporu bitmeden acil çağrıyla
şubeye dönmek zorunda kalan beli tutuk elemanlarda olduğu gibi.
Yanıma aldığım sigaradan
bir-iki fırt çekip, tuvaletin penceresinden üflesem dedim, vazgeçtim. Ellerimi
yıkadığım serin suyu hızla yüzüme çarptım, jöleli saçlarımı düzelttim. Benim de
aynada gördüğüm gözlerim, her geçen gün daha da donuklaşıyordu. Saatime baktım,
kalktıktan bu yana 156 saniye geçmiş. Kendime üzülmeye fırsat bulamadan, aceleyle
masama döndüm. Paranın ona ait olmadığı besbelli, çelimsiz genç kız, bankonun
önünde, elindeki 140 yazan kağıtla oynarken, Ebru kızarmış yanakları, telaşlı
elleriyle deste deste para sayıyordu. Omuzlarım düştü, totemim tutmamıştı.
Sistem tıkır tıkır çalışıyordu.
Hande Çiğdemoğlu
Okurken sıra numarası aldığım otomatlar, gişenin karşısında oturduğum deri koltuklar, işim acele iken hissettiğim kaygı, paramı ve kartlarımı durmadan kontrol edişim geldi aklıma. Bu tarz bir öyküyü ilk defa okuyorum. Güzeldi. Empati yapılmalı. Kaba yüzüklü, sivri burun ayakkabılı, ağır kokulu göbekli adamlar canlandı gözümde. Ve tabii atm'lere yabancı sevgili yaşlılar. Emeğinize sağlık.
YanıtlaSil