Acı Masal - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Acı Masal - Ender Macun

Acı Masal - Ender Macun

Paylaş

Acı Masal

Evvel zaman içinde, masal diyarlarının birinde, Ormanlar Padişahı ve Denizler Padişahı koca bir sarayın Doğu ve Batı kanatlarında mutlu mesut yaşarlarmış. Ormanlar Padişahı'nın yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu, Denizler Padişahı'nın da güzeller güzeli bir kızı varmış. Birbirlerini çok seven iki genç, günün birinde harikulade bir düğünle dünya evine girmişler. Düğün gününün ertesi sabahı, müneccim başı ağlayarak Ormanlar Padişahı'nın huzuruna çıkmış ve gece gördüğü garip rüyayı anlatmaya koyulmuş. Yirmi üç gün içerisinde, bir vakit, prens ve prensesin başına gelecek ölümcül felaketten bahsetmiş. Aynı anda, Denizler Padişahı’nın müneccim başısı da gördüğü rüyayı hararetle padişahına anlatıyormuş. İki padişah birbirlerine haber salıp sarayın tam ortasında, iki bayrak direğinin altında buluşmuşlar. İnanılır gibi değilmiş bu. Meğerse ülkenin tarihinde ilk kez iki kâhin aynı anda aynı rüyayı görmüş. Kraliçeler hemen prensle prensesi alıp ayrı ayrı şatolara yerleştirmişler, ilk önlem olarak. Bu arada, saraydaki ileri gelenler de hemen çare aramaya başlamış.

Felaket yeri, şekli ve zamanı... İşte bilmek istedikleri şey buymuş. Önce Ormanlar Padişahı'nın müneccim başısı atılmış. Yüzyıllardır kullanılmayan bir Şaman davulunu mahzenden çıkarmış. Kör bir flütçü ile yedi gün yedi gece iki bayrak direğinin altında meşk etmişler. Müziğin sesi en ücra ormanlardan, en uzak denizlerden duyulmuş. Yedinci gece, müneccim başı yere düşüp bayılırken sadece 'Felaket açık havada olacak,' diye fısıldayabilmiş. Padişahlar tabi ki bundan tatmin olmamışlar.

Sonra, Denizler Padişahı'nın müneccim başısı gelmiş. Muhafızların kulağına bir şeyler fısıldamış. Hep birlikte sarayın Doğu kanadına gitmişler, muhafızlar müneccim başıyı masmavi bir havuzun içine üç kere batırıp çıkarmışlar. Müneccimbaşı her seferinde bir kelime haykırmış. ‘Uzakta... Akşamleyin... Soğukta.’ Denemeler böylece sürmüş gitmiş. Çömezler, müneccim başıların mahzeninden, yine yıllardır kullanılmayan büyük bir cam küre getirmişler. Tüm büyücüler toplanıp ay doğup batıncaya değin küreye bakmışlar ve sabahleyin sadece akları kalmış kör gözlerini padişahlara dikerek fısıldamışlar: ‘Deniz... Gözyaşı... Neş'e.’

Daha sonra, Ormanlar Padişahı'nın müneccim başısı padişahtan mor mahzenin açılması için müsaade istemiş. Bu mahzen geleneklere göre on yılda bir, gece karanlığında açılırmış. İlk kez gelenek bozulup o gece mahzen açılmış ve müneccimler içeriye girmişler. İçeride değişik büyüklükte kâğıt tomarları duruyormuş. Bunlar, ince deri parçalarıyla kördüğüm yapılmış olarak mahzende beklermiş. Müneccimler girer ve o kördüğümleri çözmeye uğraşırlar, eğer çözebilirlerse kâğıt tomarını almaya hak kazanırlarmış. Doğrusu, bu çok küçük bir olasılıkmış. Sabaha karşı parmakları ve tırnakları kan içinde olan müneccim başı sadece iki tomar kâğıtla çıkabilmiş mahzenden. Günlerce okuduktan sonra anlaşılmış ki edinilen yeni bilgiler işe yaramıyor.

Sonra sonra, Denizler Padişahı'nın müneccim başısı kutsal havuzda yıkanıp beyaz elbiselerini giymiş. Sarayın en uç noktasındaki kuleye çıkıp leylak rengi bir su içmiş. Bu, ölüm suyuymuş. Bir saat sonra içeriye girmişler. Ölmeden önce bütün geleceği ayrıntılarıyla görebilen müneccim başının cansız vücudu yanında duran kâğıtta aynen şunlar yazıyormuş: Balıklar, havai fişekler, kahkahalar. Derin bir sessizlik çökmüş odaya. Herkes bir anda diğer müneccime bakmış. Onun da bir önerisi varmış elbet. Beş gün boyunca yanmış toprak hazırlayıp bunu ahşap bir sala yüklemiş. Denize açılmış. Sal su aldıkça ahşaptan gelen sözcükler çıtırdıyormuş. Sonuçta, yine üç kelime belirmiş: Aydınlık, karanlık, hüzün...

İki padişah salonda oturup düşünmeye başlamışlar. Bu arada yanlarına çömez bir müneccim gelmiş. İzin isteyip fısıltıyla konuşmaya başlamış. ‘Bir de aşka soralım dilerseniz, şimdiye kadar hep yaşama sorduk. Peki, bu aşk ne kadar sürecek, diye soralım.’ Sabaha karşı, ülkenin tek erkek cadısı elini pembe mermerli havuza batırmış; kendine ait olmayan bir çocuk sesiyle konuşmaya başlamış: ‘Prens ve prenses, deniz şenliklerinin ikinci günü, bir deniz kazasında boğulacaklar, ne yazık ki. Aşkları bitecek.’ Önce kimseden tek laf çıkmamış. Sonra da çığlıklar, ağlamalar, bayılmalar... Öyle ya, geleneksel deniz şenlikleri o günlerde olacakmış. Tez olarak hazırlıklar başlatılmış. Yer, mekân ve zaman belliymiş nasıl olsa. Öyleyse tedbir de alınabilirmiş. Üzerlerine prenses ve prensin giysileri giydirilen iki kukla bir tekneye yerleştirilmiş ve şenliklerin ikinci günü de denize bırakılmış. Bu arada birbirinden ayrı kalmaya dayanamayan prenses ve prens de, nasıl olduysa, başka bir şatoda buluşmak için yola koyulmuşlar. Nerede olduklarını bildiren birer mektubu da şatolarında herkesin görebileceği bir yere koymuşlar. Neyse, uzatmayalım, sahtekâr tekne kısa süre içinde diğer teknelerin arasında yerini almış. Almış ama nereden geldiği belli olmayan küçük bir dalga bir anda tekneyi alaşağı edivermiş. Tekne batmış. Kuklalar da... İşi bilen ahaliden çığlıklar, bağırışlar yükselmiş; bir de sahte gözyaşları. Saray halkının yarısı koşarak, güle oynaya prensesin, yarısı da prensin gizlendiği şatoya gitmişler. Prens ve prensesin yazdığı mektupları bulmuşlar. Okuyup, doğruca mektupta söylenen, adadaki şatoya gitmek için tekneye binmişler. Bu arada ülkeye gece çökmeğe başlamış bile. Hava serinlemiş. Orman ve deniz insanlarının kahkahalarla gökyüzüne fırlattığı havai fişekler geceyi rengârenk boyamış. Tekne, kıyıdan pek de uzak olmayan adadaki eski şatoya doğru yavaşça yol almış. Teknedekiler suyun hemen üzerinde, prens ve prensesin gökyüzündeki renkleri sessizce seyre dalmış ölü bedenlerini gördüklerinde, iki mavi balık aşkları da ömürleri gibi kısa süren prens ve prensesin hemen yanında, ıslıksı sesler çıkararak söyledikleri bir şarkıyla onları sonsuzluğa uğurluyormuş. Adada, rengârenk gökyüzünü seyreden küçük bir ağaçtan iki orman elması düşmüş toprağa. Toprağa düşerken çıkardıkları tok ses balık ıslıklarıyla karışıp şarkıya kısacık eşlik etmiş. Bu isimsiz şarkı bir ağıt olup bütün diyarları asırlarca dolaşmış durmuş.

Ender Macun, Nisan 2018
  
Resim: Pieter Brueghel, a willage fair, 16. yy


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder