Mutlak İktidar! Denetimsiz güce ulaşan insandan daha kötü bir şey olabilir mi doğada? Öyle bir insan iyi kalabilir mi? Öyle bir dünya güzelleşebilir mi?
Musa Bey, bir süredir
peşinde olduğu Ermeni muhtarı yakalar. Onu baş aşağı astırarak altına odun
yığdırır. Ve canlı canlı yakar.
1800’lü yılların
sonlarında Muş’ta yaşanan bu olayı, barbar bir adamın bambaşka bir dünyada
yaptığı benzersiz bir zulüm gibi görebilirsiniz. Ama bu anekdottan habersiz, Musa
Bey’in gündelik hayatından parçalar izleseydiniz, onun “normal” bir insan
olduğunu düşünürdünüz. Çocuğunun başını da okşuyordur, zor durumdaki birine
yardım ettiği de oluyordur. Tıpkı sonraki yıllarda, Ermenileri tehcir kararını
uygulayanların bazıları gibi. Göç yollarında acımasız tavırlar sergileyen
görevlilerin başka yerlerde şefkatli davranışları ortaya çıkıyordur mutlaka.
Benzer örnekler, 12 Eylül işkencecileri için de anlatılır.
Dolayısıyla, böyle cinayetler,
bir adamın kişiliğindeki “mutlak kötülük” ile açıklanamıyor. Bu kadar basit
değil!
Peki, bu zorbaların belirleyici
özellikleri nedir? Türk olmaları mı? Veya Musa Bey gibi Kürt olmaları mı? Ermeniler
arasında hiç “kötü” yok mu? Yoksa cinsiyet midir ayırt edici özellik? Ya dinsel
inançlar ne kadar fark yaratıyor?
Açıktır ki, kişisel
değerlendirmeler kadar, toptancı değerlendirmeler de yanlış. Bu bakış açısı,
elbette Musa Bey gibi barbarları aklamaya yaramaz. Hiçbir “hafifletici sebep”
veya mazeret kabul edilemez. Ama böyle zalimlere duyduğumuz öfke, bunca kötülüğün
ve bunca acının temel nedenini düşünmemize engel olmamalı.
GÜÇLENDİKÇE
ZAYIFLAYANLAR
Kevonian’ın kitabından
öğrendiğimize göre, Musa Bey, zamanla dağlar, köyler, kasabalar boyunca hüküm
sürecek büyük bir güce ulaşmıştır. Çoğu atlı olan kendisine bağlı silahlı
adamların sayısı 500’e kadar çıkmıştır. Ölüme çok da uzak yaşamayan adamlardır
bunlar, kontrol altında tutulmaları kolay değildir.
Musa Bey karşılaması
gereken oldukça büyük gereksinimlerin yanı sıra, etraftaki köylerde ve
kasabalarda yaşayan insanların itaat etmesini de sağlamak zorundadır. Bölgedeki
güç dengelerini dikkate alarak hareket etmesi, diğer eşkıya gruplarıyla ve
Osmanlı yönetimiyle kontrollü bir iletişim sürdürmesi gerekmektedir.
Köyleri basıp evleri
ateşe vermesi bu nedenledir. Bazen kendi adamlarından birini kurşunlamalıdır.
Malları yağmalamasının da haraç toplamasının da nedeni sadece maddi kazanç
değildir, iktidarını sürdürmenin gereğini yerine getirir.
Aynı şekilde, örneğin, bir
köy düğününde görüp beğendiği bir kızı, haremi için babasından istemek ve
kesinlikle “hayır” yanıtını kabul etmemek de zamanla bir gereklilik haline
gelmiştir. Herhalde asıl tutkusu, gördüğü güzel bir genç kızdan çok onu
“istemek” gücüdür. İstediğini almak! İktidar virüsü ruhunu öylesine ele
geçirmiştir ki, kendisi bile bu tutkusunu sadece “yeni bir kadına” yönelik
sanıyordur.
Her seferinde bir
tercihte bulunduğunu düşünüyordur. Bir adamın itirazını kabul etmek veya onu
canlı canlı yakmak, bir kızı babası vermeyince köyü basıp kaçırmak veya kızın
duygularına saygı duymak, bir köyden alacağı haraçtan vazgeçmek veya onları açlığa
mahkum etmek… Belki de hayatının erken bir döneminde, “mutlak iktidar olmak”
yönünde kullandığı tercihinden dolayı, tek tek olaylarda o seçiminin gereğini
yerine getirmek zorunda olduğunu göremiyordur bile. Güç’ten vazgeçmeyi kabul
etmediği sürece, nasıl anlasın içindeki iktidar virüsünün kölesi olduğunu?
DİRENEREK GÜZELLEŞMEK
Bir kişinin ölümü ve
birçoğunun yaralanmasıyla sonuçlanan baskının yapıldığı o köy, bir Ermeni köyü.
Kaçırılan Gülizar, bir Ermeni kızı. Dolayısıyla, Gülizar’a biçilen kader,
sadece Musa Bey’i kabul etmek değil, Müslümanlığı da kabul etmesi gerekiyor.
Kürt-Türk kültürüne uyum sağlayarak başka bir ailenin üyesi haline gelmeye
zorlanıyor.
Tarihsel bilgiler ve
özellikle ek bölümlerinde belgeleriyle çeşitli açıklamalar veriliyor kitapta.
Ama öncelikle, bir direniş hikayesi bu. Sorgulanamaz bir güce, mutlak bir
iktidara karşı, en çaresiz koşullarda gerçekleştirilen bir isyan! Anlatının
başarısı, hiç kimseyi saf bir kötü kişilik olarak ele almamasından geliyor.
Böylece, “kötü insanlara” dair bir anlatı olmayı aşarak, insanları kötü hale
getiren koşulları somutlaştırabiliyor. Bu açıdan bakarak okuyunca, kitaptaki
olayları kendi yaşadığınız günlere uyarlayabiliyorsunuz. Ailede, işyerinde,
toplumda, her türlü ilişkide iktidar virüsünün nasıl bir çürümeye, ne kadar
korkunç bir yozlaşmaya neden olduğunu görüyorsunuz.
Ne var ki, hayatın
güzel yaşanmasını, o sıradaki yöneticilerin üstün niteliklerine bağlamak çok
kişinin hoşuna gider. Okullarda Osmanlı tarihi bu mantıkla anlatılır. Hatta
mutlak iktidar olgusuna da bu açıdan bakılır. Yani “yasama, yürütme, yargı
güçlerini elinde tutmak” diye tanımlanabilecek mutlak iktidar olma durumunun,
iyi niyetli yöneticiler söz konusu olduğunda olumlu sonuçlar verebileceği
anlatılır.
Oysa kurban kesemeyen,
hatta kesilirken bakamayan yufka yürekli bir kişi de olsa, bir liderin, iktidarını
sürdürmek için bazı insanların ölmesi gerektiğini düşünmesi, anlaşılamaz bir
durum mu? İktidarını korumak amacı kişisel bir faydaya dayanmadığında bile,
iktidar olgusunun zararı apaçık değil mi? Toplumsal sorunların çözümü için
“istikrar” gibi, “güçlü iktidar” gibi kavramlar çok tehlikeli değil mi?
Denetimsiz güce ulaşan
insandan daha kötü bir şey olabilir mi doğada? Öyle bir insan iyi kalabilir mi?
Öyle bir dünya güzelleşebilir mi?
İktidarı sınırlama
mücadelesinden, keyfi yönetime direnme mücadelesinden daha büyük bir güzellik
kaynağı var mı? Ve Gülizar’ın hikayesinde olduğu gibi, boyun eğmeyen insanların
bir araya gelmesinden, zulme başkaldırmasından daha önemli bir toplumsal konu
olabilir mi?
Kazanan tarafta yer
almaya göre değil de haklı tarafta bulunmaya uygun biçimde yaşayanlara,
direnenlere selam olsun!
Iktidar virüsüyle ilgili yazılanları etkileyici ve doğru buluyorum. Ancak iktidar olma durumu bazı insanları hasta ediyor ya da hasta bazı insanların hastalıklarını ortaya çıkarıyor diye iktidar ya da istikrar kavramlarını tehlikeli saymak bana biraz şöyle göründü; hep aynı görüşe ve aynı bakış acısına sahip insanları okumak öylesine bir fikir virüsünün ortaya çıkmasına neden oluyor ki gördüğümüz, okuduğumuz, baktığımız, baktığımız ama göremediğimiz, gördüğümüzü sandığımız her şeyi ama hemen her şeyi o fikir virüsünün izin verdiği ölçüde yorumlama yanılgısına düşürüyor bizi. Bu aslinda ne siyasetle ne edebiyatla ilgili. Bu, hayatla ilgili. Yaşadığınız herşeyi okuduklarınız üzerin e bina etmek ya da okunanlar üzerin e yıkıp geçmek...yani, bu bakış acısıyla yorumlamak.. okumalar insanın ufkunu açtığı aydınlattığı sürece insana biseyler katar oysa.bi yere saplayıp bırakmakla değil...
YanıtlaSil