Terapi - Cemile Özyakan - Sevdalım Hayat
Terapi - Cemile Özyakan

Terapi - Cemile Özyakan

Paylaş

 Terapi

Terapist karşımdaki tekli koltukta, bacak bacak üstüne atmıştı. Elindeki kâğıda bir şeyler yazıyor, arada bir yüzüme düşünceli düşünceli bakıyordu. Bense oturduğum koltukta kendimden geçmiş, ellerimi kollarımı savura savura, ancak alçak sesle konuşuyordum. Odada benden başka kimse yok gibi hissediyordum. Sanki ondan gelen sorular, bulunduğum boş mekanda, nereden geldiği bilinmez bir sese aitti. Her yerden eşit derecede ve kalitede gelen bir sese. Dolby digital. Terapist kimliğinden, kişiliğinden ve bedeninden sıyrılmış terapistimin ahenkli ve sakin sesini ara ara kendi sesimle karıştırdığım bile oluyordu. Ona, gördüğüm son kâbusu anlatıyordum.

Sıradan bir günde Taksim’de birkaç arkadaşımla yürüyoruz. Neşeli neşeli. Ama içimde bir gerginlik var. Öyle bir gerginlik. Korkuyor, sürekli kötü bir şeyler olacağını hissediyorum.  Aniden bir bağırma sesi geliyor. Geliyorlar, kaçın! İstiklal’deki binalardan birisinin tepesinden geliyor ses. Panikle koşmaya başlıyoruz. Hepimiz bir yana savruluyoruz. Kopmuş bir kolyenin boncukları gibi darmaduman. Kocaman, dev gibi, büyük büyük yaratıklar bizi kovalamaya başlıyor. Bildiğim bir bara girmek için bir sokağa yöneliyorum. Karşıdan beş on yaratık gelip beni sıkıştırıyor ve ölümle burun buruna kalıyorum. O anda, bir de bakıyorum, beraber koştuğum bir arkadaşım köşede yatıyor. İki yaratık onu dövmüş. Canlı olup olmadığına bakıyorlar. Yaşamıyor arkadaşım. Ölmüş.

Anlatırken rüyamdaki korku beni kara bir duman gibi yeniden sardığından, kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Diğer yandan, adam artık ağlamalarımdan bıkmıştır diye, tedirgin ve mahcup bir şekilde burnumu silmeye yeltendim.

Terapist “Demek şimdi de arkadaşlarınızı öldürmeye başladınız,” diye araya girdi.

Sonra beni çocukluğuma giden, bugünkü rengârenk ve plastik kaydıraklara hiç benzemeyen, koyu lacivert, metal, uzun kaydırağın tepesine oturttu. Tek yapmam gereken, kendimi bırakmaktı.

Annem kaydırağın alt kısmında bekliyor, korkma, diyor. Gözleri öyle güzel bakıyor, kollarını öyle büyük açıyor ki, kendimi bırakmamın hiçbir tehlikesi yok! Sağa sola savrulamam, kollarını gerekirse bir dev gibi açar, o kaydırağın ucunda yol bitmeden beni kaldırıverir. Korkma, diyorum ben de kendi kendime. Olduğum koltukta bırakıveriyorum kendimi, zamanı geçtiği için eskiyerek sarkan, tozlu bir asma yaprağı gibi. Elimi olmamış üzümlere uzatmışım. Kuzenlerim etrafta koşturuyor, toz toprak içinde su savaşı yapıyorlar. Sırası gelen avludaki çeşmenin başına geçiyor. Elini musluğun altına yerleştirip, herkesi sulamaya çalışıyor ve diğerleri kahkahalar içinde kaçışıyor. Bir salkım koruğu kopardığım gibi ağzıma atıp, oyuna dönüyorum. Olmamış üzümleri ekşi ekşi, tozlu tozlu yutarken ve üstümdeki çamurla suyun altında koşturmaya devam ederken, hiç tanımadığım birisi limon getirip al şunu, çok gaz var, diyor. Olmaz, diyorum. Gözümde lens var! Sırtımıza gelen toma suyuyla çil yavrusu gibi dağılıyoruz sonra.

“Pardon efendim” dedi elinde dirgenle bir zebani odaya girip. Üzerinde tertemiz, jilet gibi ütülü, siyah bir takım kıyafet vardı. Dirgeni tuttuğu elinin serçe parmağı havada duruyordu. Kibarlıktan öylesine kırılıyordu. Uzun zamandır kibar birisiyle karşılaşmamıştım, ama şaşkınlığımı ustalıkla gizleyip, onu dinledim. “Efendim, en son Edebiyat Fakültesi’nin girişinden taksitle Oğuz Atay kitapları almaya çalışıyordunuz. Ne ara buraya geliverdiniz? Çok hızlı sarıyorsunuz efendim, araları atlamayın, geri gidelim lütfen.”

Ahşap yayla evini tutan direklerin altında, toprak alandayım. Anneannemin kumaştan yaptığı, hamak misali salıncakta sallanıyor, keyifle Pıtırcık serisini okuyorum. Havada dağ serinliği ve ağaç kokusu.  Odun ateşinde yanan, koca kara çaydanlığın suları kocakarı kazanı gibi fokurduyor. Odunlar minik alevler içinde çıtırdıyor, dağ havasına hafif bir yanık kokusu katıyorlar. Etraftaki evlerin arasında bahçeler, bağlar serilmiş. Mahalle denecek kadar büyük bir alanda beş altı ev var. Torosların eteklerindeki bu yaylanın sabahları hep serin. Anneannemin uyarıları sıcak: İçine atlet giy, o belin hep açık, cıscıblaksın, hastalığa kalacaksın! Sözünü dinlemişim. Üzerimde ince bir hırka var. Anneannem, evin önündeki çimenliğe serdiği sofra bezinin üzerine yapmış olduğu reçelleri, tazecik peynirleri diziyor. Kahvaltı hazırlıyor. Bir yandan da konuşuyor. Aslında kimseye bir şey söylemiyor, sesli düşünüyor. Kahvaltıdan sonra odun toplayalım biraz, ekmekçi de geçmedi, açık ekmek var, ıslarız gelmezse.

 Sesini bana doğru çevirip,

-  Kahvaltıya oturmadan kuyudan su çekiver de gel hadi, diyor ve bidonu ahşap merdivenlerin başına bırakıyor.

Kuyuya gidiyorum. Bu sonsuz çukurlara düşen çocuk hikâyeleri son bulmasa da, kuyu başına gittiğimde korkmuyorum. Kenarlara tutunuyor, içine sarkmamaya dikkat ediyorum. Uzunluğu her defasında beni şaşırtan bir zincirle kuyuya bağlı metal kovadaki suyu bidona boşaltıyorum. Yabani ot kaplı, ağaçlarla çevirili yoldan eve dönüyorum. Dedem de camiden sonra, çarşıda arkadaşlarıyla çay içmiş, eve dönmüş. Hep birlikte kahvaltıya başladığımız gibi, karşı evde oturan anneannemin kuzeni, Nermin Teyze’nin sesi duyuluyor.

-  Nezihaa, huuuu.

Anneannem oturuşunu dikleştiriyor. Elini ağzının kenarına yerleştirip, karşılık veriyor.
-  Nermin, huuuu.

-  Belma aradı. Kızla konuşacakmış bugün. Öğlen 1’de arayacak.

-  Olduuu, geliriz.

Demek annem arayacak! Yaşasın! Annem haftada bir aradığında yarım saat öncesinden Nermin Teyze’nin evine gider, yeşil, çevirmeli telefonun yanına oturur, beklerim. Heyecanlanırım. Mutlulukla karışık bir sabırsızlık yaşar, öylece beklerim... Bekleyebilirim. Bugün olduğu gibi yeni sekme açıp, kapatırcasına her şeyin hemen olmasını istemez, olmayınca sinirlenmem.

Anneannemle birlikte kahvaltı masasını topluyoruz. Sonra anneannem çeşmeli bidona su ekliyor. O bahçede küçücük bir tabureye oturup bulaşıkları yıkarken, etrafa yayılan sabun kokuları içinde onu izlemeye bayılıyorum. Bu yüzden yanında dikiliyorum. Birden çocuk sesleri duyuluyor. Koşuyorum. Evin önünden geçen akraba çocukların peşine takılıyorum. Hep birlikte Tarzan’a gidiyoruz. Kıvrıla kıvrıla inen, dimdik bir yamaca bizim verdiğimiz isim Tarzan. Ağaç köklerine tutuna tutuna bir aşağı, bir yukarı tırmanmak en sevdiğimiz oyun. Orada kimlik değiştiriyor, oyunlar kuruyor, bazen götürdüğümüz oyuncaklarımızla Tarzan’ın başında saatler geçiriyoruz.

Bir gün Tarzan’dan inerken yok yere aklıma düşeceğim fikri geliyor. Buradan kesin düşeceğim! Eğer düşersem, ölmesem bile bir yerlerimi kıracağım kesin. Babam kızmaz ama çok üzülür. Annem de çok üzülür tabii. Bu kaygı içime düşünce, dik yamacın ortasında kalakalıyorum. Tarzan'ın ortasında. Tutunduğum ağaç köklerini sıkıyorum. Başım dönmeye başlıyor. Her nasılsa yıllarca indiğim o yamacın ortasında korkudan titriyorum. Kendimi telkin ederek, yavaşça aşağı inmeyi başarıyorum. Ama biliyorum, bundan sonra, tüm çocuklar Tarzan’dan inerken ben uzun Harman’dan dolaşarak aynı noktaya gideceğim. Bir şeyin benim için tehlikeli olduğunu hissediyor, kendi kendime bir karar alıyorum. Kendi başıma. Böyle bir deneyimle. Ailemin bana yapma, düşersin, demesine gerek duymadan. Ne güzel değil mi? Bu çocukluk ne güzel! Tozu toprağı seviyorum. Doğal öğrenme alanlarında yaşamanın tadını alıyorum. Rutinlerimi bile seviyorum. Banyodan çıkınca bütün büyüklerin elini öperim. Sadece ben değil, banyo yapan kişi ailenin geri kalanıyla öpüşür. Bayram gibi.

Neyi fark ediyorum biliyor musunuz? O zaman en sık hissettiğim duygu güvendi, şimdiyse korku. Sık sık bir şeyden korkarken buluyorum kendimi. Bir zamanlar, Tarzan’ın ortasında kalınca duyduğum kaygıdan farklı bir şey bu. Ağacın köküne tutunamamak gibi bir fark. Başka türlü korkuyorum artık. İnsanlardan, trafik kazasından, uçak düşmesinden, bomba patlamasından, savaş çıkmasından, evimizin kapısını kırıp, evdeki kediye köpeğe bir şey yapacaklarından, üstüme üstüme gelen helikopterlerden, yüksek sesten, fısıldaşanlardan, sevdiklerimi kaybetmekten, dostluk nedir bilmeyenlerden, ölmekten, yaşamaktan, konuşmaktan, susmaktan, geçmişten, gelecekten, çocuk yapmaktan, yazmaktan, yazamamaktan, okumaktan, okumayanlardan, bağırarak konuşanlardan, susanlardan, soru soranlardan, muhbirlerden, sessiz halktan, televizyondan, nefes almaktan, ağaçsızlıktan, nefes alamamaktan, sokağa çıkmaktan, sokağa çıkamamaktan, parasızlıktan, paradan, çocuklara dadananlardan, tacizci adamlardan, cinsiyetçi insanlardan, ırkçılardan, kendisinden farklı olana düşman olanlardan, hümanistim deyip başka memleketteki patlamaya sevinenlerden, şiddetten…”

-  Hmm, yine çok ileri gittiniz. Tekrar geçmişe dönmenizi rica ediyorum. Bu kez kapsamlı bir arama yapmanız gerekebilir.

-  Nasıl?

Hakim sandalyesinde oturan dev gibi bir adam hiddetle fırlayıverdi.

-  Yoksa babanız size vurdu mu?

-  Hakim Bey, babam bana hiç vurmadı. Beni hep canım kızım diye sever, saçlarıma dokunmaya kıyamazdı.

-  Peki, son kez soruyorum, boşanmak istiyor musunuz?

-  Tabii Hakim Bey, boşanmayı kim istemez!

-  Mübaşir öyle demiyor ama! Sizi eşinizle kapı önünde oynaşırken görmüş.

-  Yanlış görmüş, oynaşır mıyız hiç? Konuşuyorduk öyle, sohbet.

-  Bu da yeni moda oldu! Ne konuşması, boşanın gidin kardeşim! Kafamızı karıştırmayın.

-  Biz arkadaşız Hakim Bey! Mübaşir Bey bizzat kendisi gelip, sordu. Ne iş, dedi. Komik bir şey anlatıyor, biz arkadaşız dedim. O kadar arkadaşız ki, derhal boşanmamız gerek, dedim.

-  Adam seni dövmemiş, sövmemiş kızım. Olmaz, izin vermem, siz boşanamazsınız!

-  Buraya kadar gelmişken boşansak çok iyi olur, Hakim Bey. Zaten üşengeçlikten yıllarca öyle bekledik. Karar vermemiz bile seneler sürdü. Bir daha bu kâğıt işleriyle uğraşmaz, bir on sene daha evli kalırız. Koridorda iki güldük diye…”

-  Gülünecek bir şey varsa söyleyin biz de gülelim! Olmaz böyle şey!

Dirgenli zebani kapıyı vurup içeri girdi.

-  Yalnız efendim, müdahale etmeyeyim dedim, iyice konuları birbirine karıştırdınız. Anıdan anıya atlıyor, hiç olmadık yerlerde geziniyorsunuz. Kim kimdir, iyice anlaşılmaz oldu. Biraz daha geri saralım. Şimdi derin bir nefes alın ve gözlerinizi kapatın. Çocukluğunuzda ağladığınız bir an hatırlıyor musunuz?

-  Evet.

-  Peki, etrafta neler görüyorsunuz?

-  Kareli, kahverengi çekyat, tüplü televizyonumuz var. Üstümde kırmızı, annemin ördüğü mis kokulu bir kazak. Annem temizlik yaparken ev telefonu çalınca içeri koşuyor. Ben de onun yer silmesine yardım etmek için televizyonu itiyorum. Gelince sürpriz olsun diye. Aaaa, kızım bana nasıl da yardım ediyor! Ama televizyonun altındaki sehpayı değil, televizyonu itince koca şey düşüyor. Güm! Annem koşuyor. Çekyatın oturacak yerine yüzümü yapıştırıp, dizlerimi yere koyup ağlamaya başlıyorum. Bu hareketi bir gün önce ağabeyimden görmüş, çok beğenmiştim. Ağlarken bunu düşünüyor, onun yaptığının aynısını yapmaya çalışıyorum. Annem gelip, tamam kızım, korkma, sana bir şey olmadı ya, diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyor.

-  Beğenmedim bu anıyı. Değiştirelim!

-  Peki. Apartmanın girişine kilim sermiş, karşı komşunun kızı Ayşe’yle oturuyoruz. En yakın arkadaşız ve kasetlerin içindeki şarkıları silip, sesimizi kaydediyoruz. Çok eğleniyoruz. Kasetlerimiz hâlâ duruyor, dinlemek ister misiniz?

-  Olmuyor efendim, keselim. Bir türlü istediğimiz gibi trajik ve travmatik bir anı bulamıyoruz çocukluğunuzda. En derinlere iniyoruz, yok! İlerilere geldiğinizde bir korku, çekişme, anlaşmazlık başlıyor, oluyor galiba diyorum, orada da anılarınız ve kişiler birbirine karışıyor efendim! Bazı anıları uydurduğunuzdan bile şüpheleniyorum.

-  Zaten ben de daha fazla anlatmak istemiyorum. Yürümek istiyorum biraz. Daha iyi gelebilir.

Terapist, koltuğundan kalkmak üzere hareketlendi. “Süremiz doldu bugünlük Sevgi Hanım.” dedi. “Hava güzel, yürüyüş iyi gelir. Sizden ricam bu hafta gördüğünüz rüyaları not alın. Haftaya aynı gün, aynı saatte görüşmek üzere.”

Dışarı çıktığımda insanlar kopmuş bir kolyenin boncukları gibi koşturuyorlardı sıcağın koynunda kaynayan İstanbul’da. Tıpkı rüyamdaki gibi. Kimi işine, kimi metroya, kimi vapura, kimi beklettiği sevgilisine, kimi sırf diğerleri koşturuyor diye koşturuyordu. Taksim tarafından masmavi göğe iş makinaları ve sevimsiz binalar uzanıyordu. Biraz yürüyüp şantiyeye dönmüş şehrin, şantiyeye dönmüş meydanına vardım ve betonu bile düz dökülmediği için yamuk zemin üzerinden hızla ilerledim. Ortasına bir takım laleler kondurulunca, meydan iyice mezarlığa benzemişti. Eskidenmiş gibi, burada, parkta gezintiye çıkmış gibi yavaşladım sonra. İstiklal Caddesi’ne girer girmez köşede polisler dikilmiş, sağa dönen sokağın girişine koydukları bariyerlerin ve güneş gözlüklerinin arkasından insanları şüpheyle süzüyor, arada soran olursa “geçiş yasak” diyorlardı.  Bir suç işlemişim gibi gözümü kaçırdım, önce. Sonra, fırlayıp uzaklaşmak, deli gibi koşmak isteği duydum. Ciğerlerimi acıtana kadar koşmak. Engellerin, tuzakların üzerinden atlayayım, barikatların arasına dalayım, koşayım, istedim. Bunları isterken, normal yürüyüşüme devam ettim. Binaların üst katlarındaki çoğu nedense bomboş kalmış kısımlarına bakınmaya başladım.  Havadaki ter kokusunun içinden ve bu kez yavaşça, nereye gittiğini bilmez gibi gezinen insanların, sokak müzisyenlerinin, onlara alkış tutanların; artık gelmek için bir olay olmasını beklemeden hazır ve nazır bir şekilde hep orada bekleyen, Taksim’in adeta bir parçası olmuş tomalar, polis araçları ve polislerin arasından ilerledim. Sıra sıra dizilmiş fal kafelerin, kebapçıların, nargile kafelerin önünden geçtim. Beyoğlu Sineması’nda durup programa baktım. Bir saat sonraya, rastgele bir filme bilet aldım. Bana, bildiğim gerçeklikten kalan, ama beni hayal dünyasının en bulunmaz köşelerinde sayısız yolculuğa çıkaran, tutunduğum nadir şeylerdendi bu sinema. Halep Pasajı’nın girişine döndüm ve film saatini beklerken ne yapsam, diye düşünerek geçenleri izlemeye başladım. Bir süre öylece durdum. Telefonumun çalması sabah alarmı etkisi yapmış, kendime gelmiştim. Gözlerimi kırpıştırarak baktığım telefonun ekranında “Annem” yazıyordu.

“Kızım, n’apıyorsun? Merak ettim, bir arayayım dedim. Müsait değilsen sonra…”

“Yo... İyiyim, dışardayım. Nasılsın?”

“İyiyim, çilek reçeli yaptım da, sabah sofrada seni andık bol bol. Göndereyim biraz sana. Sarma da sararız anneannenle.”

“Sen gönderme, ben geleyim.”

“Nasıl?”

“Hafta sonuna gelirim planınız yoksa. Beraber güzel bir kahvaltı yaparız. Olmaz mı?”

“Ne iyi olur, kızım! Yemekleri de sıcak sıcak yersin. Baban da mutfaktan çıkmıyor bu ara. Yeni pasta denemeleri yapıyor. Hep birlikte test ederiz.”

“Harika!”

Koşmak geldi içimden. Sevinçle, heyecanla koşmak.

Cemile Özyakan
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder