Terapist karşımdaki tekli koltukta, bacak
bacak üstüne atmıştı. Elindeki kâğıda bir şeyler yazıyor, arada bir yüzüme düşünceli
düşünceli bakıyordu. Bense oturduğum koltukta kendimden geçmiş, ellerimi
kollarımı savura savura, ancak alçak sesle konuşuyordum. Odada benden başka
kimse yok gibi hissediyordum. Sanki ondan gelen sorular, bulunduğum boş mekanda,
nereden geldiği bilinmez bir sese aitti. Her yerden eşit derecede ve kalitede
gelen bir sese. Dolby digital. Terapist kimliğinden, kişiliğinden ve bedeninden
sıyrılmış terapistimin ahenkli ve sakin sesini ara ara kendi sesimle
karıştırdığım bile oluyordu. Ona, gördüğüm son kâbusu anlatıyordum.
Sıradan bir günde Taksim’de birkaç arkadaşımla
yürüyoruz. Neşeli neşeli. Ama içimde bir gerginlik var. Öyle bir gerginlik. Korkuyor,
sürekli kötü bir şeyler olacağını hissediyorum. Aniden bir bağırma sesi geliyor. Geliyorlar,
kaçın! İstiklal’deki binalardan birisinin tepesinden geliyor ses. Panikle
koşmaya başlıyoruz. Hepimiz bir yana savruluyoruz. Kopmuş bir kolyenin
boncukları gibi darmaduman. Kocaman, dev gibi, büyük büyük yaratıklar bizi
kovalamaya başlıyor. Bildiğim bir bara girmek için bir sokağa yöneliyorum. Karşıdan
beş on yaratık gelip beni sıkıştırıyor ve ölümle burun buruna kalıyorum. O
anda, bir de bakıyorum, beraber koştuğum bir arkadaşım köşede yatıyor. İki
yaratık onu dövmüş. Canlı olup olmadığına bakıyorlar. Yaşamıyor arkadaşım. Ölmüş.
Anlatırken rüyamdaki korku beni kara bir duman
gibi yeniden sardığından, kendimi tutamayıp ağlamaya başladım. Diğer yandan, adam
artık ağlamalarımdan bıkmıştır diye, tedirgin ve mahcup bir şekilde burnumu
silmeye yeltendim.
Terapist “Demek şimdi de arkadaşlarınızı
öldürmeye başladınız,” diye araya girdi.
Sonra beni çocukluğuma giden, bugünkü rengârenk
ve plastik kaydıraklara hiç benzemeyen, koyu lacivert, metal, uzun kaydırağın
tepesine oturttu. Tek yapmam gereken, kendimi bırakmaktı.
Annem kaydırağın alt kısmında bekliyor,
korkma, diyor. Gözleri öyle güzel bakıyor, kollarını öyle büyük açıyor ki,
kendimi bırakmamın hiçbir tehlikesi yok! Sağa sola savrulamam, kollarını
gerekirse bir dev gibi açar, o kaydırağın ucunda yol bitmeden beni
kaldırıverir. Korkma, diyorum ben de kendi kendime. Olduğum koltukta
bırakıveriyorum kendimi, zamanı geçtiği için eskiyerek sarkan, tozlu bir asma
yaprağı gibi. Elimi olmamış üzümlere uzatmışım. Kuzenlerim etrafta koşturuyor,
toz toprak içinde su savaşı yapıyorlar. Sırası gelen avludaki çeşmenin başına
geçiyor. Elini musluğun altına yerleştirip, herkesi sulamaya çalışıyor ve diğerleri
kahkahalar içinde kaçışıyor. Bir salkım koruğu kopardığım gibi ağzıma atıp,
oyuna dönüyorum. Olmamış üzümleri ekşi ekşi, tozlu tozlu yutarken ve üstümdeki
çamurla suyun altında koşturmaya devam ederken, hiç tanımadığım birisi limon getirip
al şunu, çok gaz var, diyor. Olmaz, diyorum. Gözümde lens var! Sırtımıza gelen toma
suyuyla çil yavrusu gibi dağılıyoruz sonra.
“Pardon efendim” dedi elinde dirgenle bir
zebani odaya girip. Üzerinde tertemiz, jilet gibi ütülü, siyah bir takım
kıyafet vardı. Dirgeni tuttuğu elinin serçe parmağı havada duruyordu.
Kibarlıktan öylesine kırılıyordu. Uzun zamandır kibar birisiyle
karşılaşmamıştım, ama şaşkınlığımı ustalıkla gizleyip, onu dinledim. “Efendim,
en son Edebiyat Fakültesi’nin girişinden taksitle Oğuz Atay kitapları almaya
çalışıyordunuz. Ne ara buraya geliverdiniz? Çok hızlı sarıyorsunuz efendim,
araları atlamayın, geri gidelim lütfen.”
Ahşap yayla evini tutan direklerin altında, toprak
alandayım. Anneannemin kumaştan yaptığı, hamak misali salıncakta sallanıyor, keyifle
Pıtırcık serisini okuyorum. Havada dağ serinliği ve ağaç kokusu. Odun ateşinde yanan, koca kara çaydanlığın
suları kocakarı kazanı gibi fokurduyor. Odunlar minik alevler içinde
çıtırdıyor, dağ havasına hafif bir yanık kokusu katıyorlar. Etraftaki evlerin
arasında bahçeler, bağlar serilmiş. Mahalle denecek kadar büyük bir alanda beş altı
ev var. Torosların eteklerindeki bu yaylanın sabahları hep serin. Anneannemin
uyarıları sıcak: İçine atlet giy, o belin hep açık, cıscıblaksın, hastalığa
kalacaksın! Sözünü dinlemişim. Üzerimde ince bir hırka var. Anneannem, evin
önündeki çimenliğe serdiği sofra bezinin üzerine yapmış olduğu reçelleri,
tazecik peynirleri diziyor. Kahvaltı hazırlıyor. Bir yandan da konuşuyor.
Aslında kimseye bir şey söylemiyor, sesli düşünüyor. Kahvaltıdan sonra odun
toplayalım biraz, ekmekçi de geçmedi, açık ekmek var, ıslarız gelmezse.
Sesini
bana doğru çevirip,
- Kahvaltıya
oturmadan kuyudan su çekiver de gel hadi, diyor ve bidonu ahşap merdivenlerin
başına bırakıyor.
Kuyuya gidiyorum. Bu sonsuz çukurlara düşen
çocuk hikâyeleri son bulmasa da, kuyu başına gittiğimde korkmuyorum. Kenarlara
tutunuyor, içine sarkmamaya dikkat ediyorum. Uzunluğu her defasında beni
şaşırtan bir zincirle kuyuya bağlı metal kovadaki suyu bidona boşaltıyorum. Yabani
ot kaplı, ağaçlarla çevirili yoldan eve dönüyorum. Dedem de camiden sonra,
çarşıda arkadaşlarıyla çay içmiş, eve dönmüş. Hep birlikte kahvaltıya başladığımız
gibi, karşı evde oturan anneannemin kuzeni, Nermin Teyze’nin sesi duyuluyor.
- Nezihaa,
huuuu.
Anneannem oturuşunu dikleştiriyor. Elini
ağzının kenarına yerleştirip, karşılık veriyor.
- Nermin,
huuuu.
- Belma
aradı. Kızla konuşacakmış bugün. Öğlen 1’de arayacak.
- Olduuu,
geliriz.
Demek annem arayacak! Yaşasın! Annem haftada
bir aradığında yarım saat öncesinden Nermin Teyze’nin evine gider, yeşil,
çevirmeli telefonun yanına oturur, beklerim. Heyecanlanırım. Mutlulukla karışık
bir sabırsızlık yaşar, öylece beklerim... Bekleyebilirim. Bugün olduğu gibi
yeni sekme açıp, kapatırcasına her şeyin hemen olmasını istemez, olmayınca
sinirlenmem.
Anneannemle birlikte kahvaltı masasını
topluyoruz. Sonra anneannem çeşmeli bidona su ekliyor. O bahçede küçücük bir
tabureye oturup bulaşıkları yıkarken, etrafa yayılan sabun kokuları içinde onu
izlemeye bayılıyorum. Bu yüzden yanında dikiliyorum. Birden çocuk sesleri
duyuluyor. Koşuyorum. Evin önünden geçen akraba çocukların peşine takılıyorum.
Hep birlikte Tarzan’a gidiyoruz. Kıvrıla kıvrıla inen, dimdik bir yamaca bizim
verdiğimiz isim Tarzan. Ağaç köklerine tutuna tutuna bir aşağı, bir yukarı
tırmanmak en sevdiğimiz oyun. Orada kimlik değiştiriyor, oyunlar kuruyor, bazen
götürdüğümüz oyuncaklarımızla Tarzan’ın başında saatler geçiriyoruz.
Bir gün Tarzan’dan inerken yok yere aklıma
düşeceğim fikri geliyor. Buradan kesin düşeceğim! Eğer düşersem, ölmesem bile
bir yerlerimi kıracağım kesin. Babam kızmaz ama çok üzülür. Annem de çok üzülür
tabii. Bu kaygı içime düşünce, dik yamacın ortasında kalakalıyorum. Tarzan'ın
ortasında. Tutunduğum ağaç köklerini sıkıyorum. Başım dönmeye başlıyor. Her
nasılsa yıllarca indiğim o yamacın ortasında korkudan titriyorum. Kendimi
telkin ederek, yavaşça aşağı inmeyi başarıyorum. Ama biliyorum, bundan sonra,
tüm çocuklar Tarzan’dan inerken ben uzun Harman’dan dolaşarak aynı noktaya gideceğim.
Bir şeyin benim için tehlikeli olduğunu hissediyor, kendi kendime bir karar
alıyorum. Kendi başıma. Böyle bir deneyimle. Ailemin bana yapma, düşersin,
demesine gerek duymadan. Ne güzel değil mi? Bu çocukluk ne güzel! Tozu toprağı
seviyorum. Doğal öğrenme alanlarında yaşamanın tadını alıyorum. Rutinlerimi
bile seviyorum. Banyodan çıkınca bütün büyüklerin elini öperim. Sadece ben
değil, banyo yapan kişi ailenin geri kalanıyla öpüşür. Bayram gibi.
Neyi fark ediyorum biliyor musunuz? O zaman en
sık hissettiğim duygu güvendi, şimdiyse korku. Sık sık bir şeyden korkarken
buluyorum kendimi. Bir zamanlar, Tarzan’ın ortasında kalınca duyduğum kaygıdan
farklı bir şey bu. Ağacın köküne tutunamamak gibi bir fark. Başka türlü
korkuyorum artık. İnsanlardan, trafik kazasından, uçak düşmesinden, bomba patlamasından,
savaş çıkmasından, evimizin kapısını kırıp, evdeki kediye köpeğe bir şey
yapacaklarından, üstüme üstüme gelen helikopterlerden, yüksek sesten, fısıldaşanlardan,
sevdiklerimi kaybetmekten, dostluk nedir bilmeyenlerden, ölmekten, yaşamaktan,
konuşmaktan, susmaktan, geçmişten, gelecekten, çocuk yapmaktan, yazmaktan,
yazamamaktan, okumaktan, okumayanlardan, bağırarak konuşanlardan, susanlardan, soru
soranlardan, muhbirlerden, sessiz halktan, televizyondan, nefes almaktan,
ağaçsızlıktan, nefes alamamaktan, sokağa çıkmaktan, sokağa çıkamamaktan,
parasızlıktan, paradan, çocuklara dadananlardan, tacizci adamlardan, cinsiyetçi
insanlardan, ırkçılardan, kendisinden farklı olana düşman olanlardan,
hümanistim deyip başka memleketteki patlamaya sevinenlerden, şiddetten…”
- Hmm,
yine çok ileri gittiniz. Tekrar geçmişe dönmenizi rica ediyorum. Bu kez kapsamlı
bir arama yapmanız gerekebilir.
- Nasıl?
Hakim sandalyesinde oturan dev gibi bir adam
hiddetle fırlayıverdi.
- Yoksa
babanız size vurdu mu?
- Hakim
Bey, babam bana hiç vurmadı. Beni hep canım kızım diye sever, saçlarıma dokunmaya
kıyamazdı.
- Peki,
son kez soruyorum, boşanmak istiyor musunuz?
- Tabii
Hakim Bey, boşanmayı kim istemez!
- Mübaşir
öyle demiyor ama! Sizi eşinizle kapı önünde oynaşırken görmüş.
- Yanlış
görmüş, oynaşır mıyız hiç? Konuşuyorduk öyle, sohbet.
- Bu da
yeni moda oldu! Ne konuşması, boşanın gidin kardeşim! Kafamızı karıştırmayın.
- Biz
arkadaşız Hakim Bey! Mübaşir Bey bizzat kendisi gelip, sordu. Ne iş, dedi.
Komik bir şey anlatıyor, biz arkadaşız dedim. O kadar arkadaşız ki, derhal
boşanmamız gerek, dedim.
- Adam
seni dövmemiş, sövmemiş kızım. Olmaz, izin vermem, siz boşanamazsınız!
- Buraya
kadar gelmişken boşansak çok iyi olur, Hakim Bey. Zaten üşengeçlikten yıllarca
öyle bekledik. Karar vermemiz bile seneler sürdü. Bir daha bu kâğıt işleriyle
uğraşmaz, bir on sene daha evli kalırız. Koridorda iki güldük diye…”
- Gülünecek
bir şey varsa söyleyin biz de gülelim! Olmaz böyle şey!
Dirgenli zebani kapıyı vurup içeri girdi.
- Yalnız
efendim, müdahale etmeyeyim dedim, iyice konuları birbirine karıştırdınız.
Anıdan anıya atlıyor, hiç olmadık yerlerde geziniyorsunuz. Kim kimdir, iyice
anlaşılmaz oldu. Biraz daha geri saralım. Şimdi derin bir nefes alın ve
gözlerinizi kapatın. Çocukluğunuzda ağladığınız bir an hatırlıyor musunuz?
- Evet.
- Peki,
etrafta neler görüyorsunuz?
- Kareli,
kahverengi çekyat, tüplü televizyonumuz var. Üstümde kırmızı, annemin ördüğü
mis kokulu bir kazak. Annem temizlik yaparken ev telefonu çalınca içeri koşuyor.
Ben de onun yer silmesine yardım etmek için televizyonu itiyorum. Gelince
sürpriz olsun diye. Aaaa, kızım bana nasıl da yardım ediyor! Ama televizyonun
altındaki sehpayı değil, televizyonu itince koca şey düşüyor. Güm! Annem koşuyor.
Çekyatın oturacak yerine yüzümü yapıştırıp, dizlerimi yere koyup ağlamaya başlıyorum.
Bu hareketi bir gün önce ağabeyimden görmüş, çok beğenmiştim. Ağlarken bunu
düşünüyor, onun yaptığının aynısını yapmaya çalışıyorum. Annem gelip, tamam
kızım, korkma, sana bir şey olmadı ya, diyerek beni sakinleştirmeye çalışıyor.
- Beğenmedim
bu anıyı. Değiştirelim!
- Peki.
Apartmanın girişine kilim sermiş, karşı komşunun kızı Ayşe’yle oturuyoruz. En yakın
arkadaşız ve kasetlerin içindeki şarkıları silip, sesimizi kaydediyoruz. Çok
eğleniyoruz. Kasetlerimiz hâlâ duruyor, dinlemek ister misiniz?
- Olmuyor
efendim, keselim. Bir türlü istediğimiz gibi trajik ve travmatik bir anı
bulamıyoruz çocukluğunuzda. En derinlere iniyoruz, yok! İlerilere geldiğinizde
bir korku, çekişme, anlaşmazlık başlıyor, oluyor galiba diyorum, orada da
anılarınız ve kişiler birbirine karışıyor efendim! Bazı anıları uydurduğunuzdan
bile şüpheleniyorum.
- Zaten
ben de daha fazla anlatmak istemiyorum. Yürümek istiyorum biraz. Daha iyi
gelebilir.
Terapist, koltuğundan kalkmak üzere
hareketlendi. “Süremiz doldu bugünlük Sevgi Hanım.” dedi. “Hava güzel, yürüyüş
iyi gelir. Sizden ricam bu hafta gördüğünüz rüyaları not alın. Haftaya aynı gün,
aynı saatte görüşmek üzere.”
Dışarı çıktığımda insanlar kopmuş bir kolyenin
boncukları gibi koşturuyorlardı sıcağın koynunda kaynayan İstanbul’da. Tıpkı
rüyamdaki gibi. Kimi işine, kimi metroya, kimi vapura, kimi beklettiği
sevgilisine, kimi sırf diğerleri koşturuyor diye koşturuyordu. Taksim
tarafından masmavi göğe iş makinaları ve sevimsiz binalar uzanıyordu. Biraz
yürüyüp şantiyeye dönmüş şehrin, şantiyeye dönmüş meydanına vardım ve betonu
bile düz dökülmediği için yamuk zemin üzerinden hızla ilerledim. Ortasına bir
takım laleler kondurulunca, meydan iyice mezarlığa benzemişti. Eskidenmiş gibi,
burada, parkta gezintiye çıkmış gibi yavaşladım sonra. İstiklal Caddesi’ne
girer girmez köşede polisler dikilmiş, sağa dönen sokağın girişine koydukları
bariyerlerin ve güneş gözlüklerinin arkasından insanları şüpheyle süzüyor,
arada soran olursa “geçiş yasak” diyorlardı. Bir suç işlemişim gibi gözümü kaçırdım, önce.
Sonra, fırlayıp uzaklaşmak, deli gibi koşmak isteği duydum. Ciğerlerimi acıtana
kadar koşmak. Engellerin, tuzakların üzerinden atlayayım, barikatların arasına
dalayım, koşayım, istedim. Bunları isterken, normal yürüyüşüme devam ettim. Binaların
üst katlarındaki çoğu nedense bomboş kalmış kısımlarına bakınmaya
başladım. Havadaki ter kokusunun içinden
ve bu kez yavaşça, nereye gittiğini bilmez gibi gezinen insanların, sokak
müzisyenlerinin, onlara alkış tutanların; artık gelmek için bir olay olmasını
beklemeden hazır ve nazır bir şekilde hep orada bekleyen, Taksim’in adeta bir
parçası olmuş tomalar, polis araçları ve polislerin arasından ilerledim. Sıra
sıra dizilmiş fal kafelerin, kebapçıların, nargile kafelerin önünden geçtim. Beyoğlu
Sineması’nda durup programa baktım. Bir saat sonraya, rastgele bir filme bilet
aldım. Bana, bildiğim gerçeklikten kalan, ama beni hayal dünyasının en bulunmaz
köşelerinde sayısız yolculuğa çıkaran, tutunduğum nadir şeylerdendi bu sinema. Halep
Pasajı’nın girişine döndüm ve film saatini beklerken ne yapsam, diye düşünerek
geçenleri izlemeye başladım. Bir süre öylece durdum. Telefonumun çalması sabah
alarmı etkisi yapmış, kendime gelmiştim. Gözlerimi kırpıştırarak baktığım
telefonun ekranında “Annem” yazıyordu.
“Kızım, n’apıyorsun? Merak ettim, bir arayayım
dedim. Müsait değilsen sonra…”
“Yo... İyiyim, dışardayım. Nasılsın?”
“İyiyim, çilek reçeli yaptım da, sabah sofrada
seni andık bol bol. Göndereyim biraz sana. Sarma da sararız anneannenle.”
“Sen gönderme, ben geleyim.”
“Nasıl?”
“Hafta sonuna gelirim planınız yoksa. Beraber
güzel bir kahvaltı yaparız. Olmaz mı?”
“Ne iyi olur, kızım! Yemekleri de sıcak sıcak
yersin. Baban da mutfaktan çıkmıyor bu ara. Yeni pasta denemeleri yapıyor. Hep
birlikte test ederiz.”
“Harika!”
Koşmak geldi içimden. Sevinçle, heyecanla
koşmak.
Cemile Özyakan
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder