İnsan
Kokusu
Açlıktan ölmeye karar verdim. Bizim ölmemiz
kolaydır zaten. Korkudan bile ölebiliriz, ödümüz patlayıverir. Ama ben ne
korkudan, ne üzüntüden ne de dehşete kapılmaktan öldüm. Karar verdim kendi
isteğimle, açlıktan öleceğim. Bundan sonra ağzıma lokma almayacağım. Bizimkiler
dönmediğimi görünce öldüğümü anlarlar. “Meraktan öldü” derler. “Başına ne
geldiyse merakından geldi.”
Meraklı bir kuş olduğum doğrudur. Çok gösterişli olmasa da kanatlarım, güçlü
olmasa da bir gagam var. Gözlerim iyi görür. Çabuk yorulsam da gayretliyimdir.
Aslında güzel bir hayatım vardı. Dallarına konduğumda gökyüzünün mavisini
göstermeyecek kadar uzun boylu, ihtişamlı ağaçlardı evim. Ağaçların yeşili, dalı,
yaprağı, her şeyi sarıp sarmalardı. Bedenindeki süslü püslü böcekleri, güçlü ve
kibirli örümcekleri, narin kanatlıları, bazen durmaksızın yağan yağmuru bile
kucaklardı. Irmaklarda kıvrakça yüzen balıkları gölgesiyle korur, avlanan,
dinlenen, oynayan yırtıcıları bir anne dikkatiyle izlerdi. Sonradan öğrendim ki
evime orman, hepimize topyekûn hayvan diyorlarmış. Oysa o kadar farklı ve çeşit
çeşittik ki.
Ben de onları tanıdım sonunda. İnsan diyorlarmış
kendilerine. Aslında varlıklarından bile haberim yoktu. Ben sadece uçmak
istedim uzaklara, daha uzaklara… Merak ettim, görmek, koklamak, tatmak, tanımak
istedim. Başka ağaçları, başka ırmakları, başka kuşları. Sandım ki
görmediklerim, gördüklerimden daha güzel, bilmediklerim bildiklerimden daha
değerli. Gücüm ne kadarına yeterdi, nereye kadar gidebilirdim, dünya ne kadar
büyüktü hiç düşünmedim. Gidebildiğim kadar gidecek, görebildiğim kadar görecek
eninde sonunda evime dönecektim. Merak etmeyenlere, edip cesaret edemeyenlere
gördüklerimi duyduklarımı anlatacaktım. Ama artık bunun olmayacağını biliyorum.
Çünkü burada, evimden çok uzakta açlıktan ölmeye karar verdim.
Yola çıktığım sıralar, mevsim kıştan bahara
dönüyordu. Buralarda kış bile sıcaktır ama yine de ortalığı kımıl kımıl bir
telaş sarmıştı. Doğa ananın çocukları, heyecanla bahara hazırlanıyordu. Benimse
küçük yüreğim gidiyor olmanın verdiği mahzunluktan ama daha çok coşkulu bir
heyecandan pır pır atıyordu…
Yola çıktım. Uçtum, uçtum. Kanatlarımın dermanı bitip, soluklanmak için
bir ağacın dalına konduğumda gördüm ilk kez onları. Hava kararmaya başlamıştı.
Yeryüzünün renkleri güneşle birlikte hızla kaybolmuş, yerini gökyüzünün,
yıldızların ışığıyla aralanmış görkemli karanlığına bırakmıştı. Koca bir
turunculuğun etrafında oturmuşlardı. Ateşti bu biliyordum. Bir keresinde bizim
orada başlamıştı bu korkunç şey. Sesini, kokusunu unutamıyorum. Hızla
yayılıyor, önüne çıkan her şeyi yutuyor geride simsiyah ölüler bırakıyordu.
Öylesine korkmuştum ki, onu yok eden yağmuru o günden sonra daha fazla
sevmiştim. Ama bu gördüğüm canlılar ondan korkmuyorlardı. Etrafında oturmuş,
daha önce duymadığım çok güzel sesler çıkarıyorlardı. Dişiler, erkekler ve
yavrular. Demek ki dünyayı paylaştığımız başka türler de vardı. Bir süre orada
kalıp onları izlemeye koyuldum. Yürüyorlar, koşuyorlar, tırmanıyorlar,
yüzüyorlar ama uçamıyorlardı. Böbürlenmedim değil. Bizim gibi tüyleri yoktu.
Üzerlerinde vücutlarına ait olmayan küçük şeyler giymişlerdi. Ama yine de çok
güzellerdi. Avlanıyorlar, topluyorlar, yiyeceklerini korkmadıkları ateşte
pişirip yiyorlardı. Kimi geceler toplanıp konuşuyor, şarkı söylüyor, dans
ediyorlar sonra herkes yuvalarına çekiliyordu. Burası çok güzel ve huzurlu bir
yerdi. Burada kalıp hayatımın sonuna kadar o şarkıları dinleyebilirdim. Ama
gitmeliydim. Kim bilir göreceğim daha
neler vardı. Uçmaya devam ettim.
Sonra karşılaştığım şeyin büyüklüğü karşısında
dehşete düştüm. Uçsuz bucaksız masmavi bir suydu bu. Görkemli ama korkutucu bir
güzellik. Üzerinde uçmaya başlamak çılgınlıktı. Nerede biteceği belli değildi,
gücüm yetmeyebilir, konacak yer bulamayan aptal bedenim bu sularda yok
olabilirdi. Ama öyle davetkârdı ki, üzerinde uçmaktan kendimi alıkoyamadım.
Mavi, yeşil, gri, lacivert. Renkleriyle birlikte kendisi de değişiyordu. Durgun
ve uykulu sessizliği, öfkeli ve coşkun bir hale bürünüyor, köpüklü dalgalar
neredeyse bana kadar ulaşıyordu. Bir rüyanın içinde yavaşça süzülüyordum sanki.
Ama kanatlarım titremeye, takatim bitmeye başladığında rüya da bitmişti.
Olabildiğince az kanat çırpıyor, rüzgarın gücüyle ilerliyordum. Umudum
tükenmeye başlamıştı. Ta ki uzaktaki o karaltıyı görene dek.
Suyun üstünde büyük bir şey vardı. Var gücümle ona
ulaşmaya çalıştım. Yaklaştıkça anlam vermem zorlaşmıştı. Bu neydi böyle? Suyun
üstünde yüzen, ama balık olamayacak kadar büyük ve tuhaf bir şeydi bu. Güvertesine
ayaklarım değdiğinde bunun doğaya ait olmadığını anlamıştım. Soğuk, cansız ve
korkutucuydu. Ama çok yorulmuş, acıkmıştım. Yiyecek bulabilir miyim diye biraz
dolaştım, yarısı yenmiş bir meyveyle karnımı doyurdum, yorgunluktan sindiğim
bir köşede uyudum. Sabah güneş ışığı ile ısınan kanatlarımı gerip, şaşkınlıkla
nerede olduğumu anlamaya çalıştığım sırada onları, insanları gördüm. Telaşla havalanıp
yüksek bir yerden, onları izlemeye başladım. Tenlerini daha çok örten giysiler
giymişler, dişi-erkek birlikte yükseltilmiş eşyalara oturup yemek yiyorlardı.
Onlar da daha öncekiler gibi birbirleriyle konuşuyor, gülüyorlardı. Daha sonra
kimileri uzanıp güneşlendi, kimileri kol kola girerek gezindi. Gülüştüler,
söyleştiler. Bazı şeylere üfleyerek, vurarak güzel sesler çıkardılar. Daha yeni
tanıdığım bu türü burada görmek bana kendimi güvende hissettirmişti. Üzerinde
olduğum koca şeyden de o kadar korkmuyordum artık. İnsanların en çok
yavrularını sevmiştim. Her canlıda olduğu gibi insanın yavrusu da yetişkininden
güzel, saf ve coşkuluydu. Oradan oraya
koşturuyorlar, oyunlar oynuyorlardı. Ses çıkararak, bir nehrin coşkunca akması
gibi gülüyorlardı ki onlarda en sevdiğim şey bu olmuştu.
Yolculuk günlerce devam etti. Her şey güzeldi.
Karnımı doyuracak yiyecek buluyor, kanatlarımı o muazzam maviliğin üstünde
uçarak güçlendiriyor, yorulunca yine insanların olduğu bu yere geliyor
dinleniyordum. Bir gece tünediğim direkte günün bitmesini bekliyordum. Herkes
yuvalarına çekilmiş, ortalık sessizleşmişti. Ay o kadar büyük ve parlaktı ki,
siyaha dönmüş suların üstünde koca bir ay daha vardı sanki. Yıldızlar kimi
yanıp sönüyor, kimi bir araya gelip ışık bulutu oluşturuyordu. Hele o koku yok
mu? İnsanların gündüzden kalma coşkulu kokuları yükselmiş, üzerinde
süzüldüğümüz koca suyun cezbedici kokusu ile karışmıştı.
Sonra sessizliği ve örtücü huzuru bozan bir şey
oldu. İnsan sesleriydi yükselen. Ama
daha önce böylesini duymamıştım. Aşağıda iki erkek, birbirlerine bağırıyordu.
Daha sonra itişmeye başladılar. Anladım kavga ediyorlardı, ama neden? Gördüğüm
kadarıyla hepsi beslenmiş, yuvalarına çekilmişlerdi. Kim bilir belki çiftleşmek
için kavga etmek gerekiyordu. İyi ama dişi neredeydi? Onun bu olan biteni görüp
birini seçmesi gerekmez miydi? İki erkek itişip kakıştı, sonra yerde
yuvarlanmaya birbirlerine vurmaya başladılar. Kavga edenlerden biri hızlı bir
hamleyle ayağa kalktı ve cebinden parlak ve sivri bir şey çıkardı. Hah dedim.
Sanırım bundan da güzel ezgiler çıkacak. Demek ki kavganın işe yaramadığını
anladılar, dişiyi etkilemek için güzel sesler çıkarıp şarkı söyleyecekler, dans
edecekler. İyi ama dişi neredeydi? Ama işler hiç de düşündüğüm gibi olmadı.
Ayaktaki erkek elindeki o şeyi, yerden kalkmaya fırsat bulamamış diğerine
sapladı. Geri çıkardı, tekrar sapladı. Yerdeki insandan böğürmeye benzer bir
ses çıktı. Tıpkı bir kaplan tarafından pençelenmiş bir geyik gibi. Sağdan sola
yuvarlandı, eğilip büküldü. Bir süre sonra ses, azalarak kesildi. Diğeri ise
öylece durmuş, yerdekini izliyordu. İnsan kanını ilk kez o gece gördüm. Ayın
şavkı, yerdeki insandan akıp etrafa yayılan kırmızı kanı parlatıyordu. İnsan
kanı, başka hiçbir kokuya benzemeyecek kadar yoğun ve korkunç bir kokuydu. Şaşkınlıktan
donakalmıştım. Hiç beklemediğim bir şeydi bu. Birbiriyle konuşan gülüşen
canlılar değil miydi bunlar? Neden kavga etmişlerdi, neden biri diğerini
öldürmüştü. Avlanmak değildi bu, zaten
yiyecekleri vardı. Sebep başka ne olabilirdi ki! Bir canlı kendi türünden bir
diğerini neden öldürürdü? Daha sonra birkaç insan daha geldi. Ayaktakini bir
kenara çekip, yerdekini sürükleyerek ölü bedenini siyah sulara attılar. Öyle
tok bir ses çıktı ki koca bir kaya kopup yere çarptı sandım. Sonra hiçbir şey
olmamış gibi çabucak yuvalarına çekildiler. O gece hiç uyumadım. Gördüklerim
karşısında dehşete kapılmış, hayal kırıklığına uğramıştım. Oysa artık onlarla
yakınlaşmayı düşünüyordum. Daha önce yavrularından beni görenler olmuş,
birbirlerine beni gösterip gülümsemişlerdi. Ben de yanlarına inip onları
yakından görme fırsatı bulacak hatta belki bana dokunmalarına bile izin
verecektim. Bu düşüncem o gece karanlık suya atılan insanla birlikte derinlere
gömülüp yok oldu. İnsanlar sandığım kadar iyi değillerdi. Hatta anlam
veremeyeceğim kadar tehlikeli, korkmamı gerektirecek kadar zalim ve
soğukkanlılardı.
Yeni doğan günün ışıkları, ufukta başka bir
karaltıyı aydınlattı. Hiç düşünmeden oradan ayrılıp gördüğüm şeye doğru uçmaya
başladım. Arkamda kalan o koca şeyin üzerindeki insanlar uyanmış, yine yürümeye,
konuşmaya ve gülmeye başlamışlardı. Yaklaştıkça anladım ki gördüğüm şey bir
kara parçasıydı. Demek bu koca maviliğin de bittiği bir yer vardı. Bir an önce
toprağın sıcaklığına kavuşmak, bir ağaç gövdesinin huzurunu, dallarının
sıcaklığını, yapraklarının tanıdık kokusunu duymak istiyordum. Bir ırmağın
gümüş sularında kanatlarımı yıkayabilir, korkusuzca uçabilirdim. İnsanlardan ürkmüştüm.
En azametli yırtıcılar, en hızlı kemirgenler hatta soğuk sürüngenler bile onlardan
daha masumdu. Artık kendi türümden birilerini görmek istiyordum. Özelliklerimiz
ve görüntülerimiz birbirinden farklı olsa da davranışlarımız birbirine
benziyordu ne de olsa.
Kanatlarımı sevinçle ve hızla çırparak oraya
doğru uçtum. Vardığımda hayallerim
yıkılmıştı. Çünkü ne toprağı bulabilmiş, ne de bir ağaç dalına konabilmiştim.
Burası daha önce gördüklerime benzemeyen şeylerle doluydu. Doğanın özgün
renklerinden farklı, çirkin ve ürkütücü bir grilik her yeri kaplamıştı.
Altından toprak olduğunu tahmin ettiğim sert yollar, gökyüzüne pervasızca
uzanmış yüksek yuvalar, üzerindeki tekerleklerle bir çitadan bile hızlı koşan
araçlar, hatta hava bile bu sevimsiz renkle çevrelenmişti. Burada da
görünüşleri diğerlerine benzeyen insanlar vardı. Ama bunlar diğerlerinin aksine
gülmüyor, şarkı söylemiyor hatta neredeyse konuşmuyorlardı. Hızla ve telaşla
oradan oraya koşturup duruyorlardı. Burada da insanlar birbirine zarar
vermekten çekinmiyordu. Gecenin
ıssızlığına, kimi gündüzün aydınlığına bile kavgalar, dövüşler hatta ölümler
karışıyor, birbirinin kopyası günler akıp geçiyordu.
Burayı sevmemiştim. Bulduğum yavan yiyecekler
karnımı doyurmuyor, aldığım soluk yetmiyor, korkusuzca uçamıyordum. Orada
kaldığım süre boyunca bana zarar vereceklerinden emin olduğum insanlardan
kendimi gizlemeyi başarmıştım. Buradan uzaklaşmanın zamanı gelmişti. Bir yandan
da korkuyordum. İlerledikçe daha kötülerini görüyordum ne de olsa. Dönsem mi
diye düşündüm. Kıyıya yanaşmış o dev yuvaya binebilir, geldiğim yoldan evime
gidebilirdim. Ama o umut yok mu? Hep daha iyisine, daha güzelini bekleyen,
dahası bunları göreceğine inanan aptal küçük kalbim! Umut ne yaşanırsa yaşansın
sizi terk etmeyecek kadar sadık bir sevgili, korkularınızı çabucak sarıp
sarmalayan bir anne gibiydi.
Daha ürkek olsa da kanat çırpmaya devam ettim.
İnsanlara, onların yeryüzüne hoyratça dağılışlarına, her şeyin sahibi
olduklarına inanan kibirli yaşamlarına bakarak uçtum. Toprağın üstünü örten,
renkleri değiştiren, ağaçlara, sulara, bitkilere, hayvanlara hatta birbirlerine
zarar vermekten çekinmeyen insanların üstünden uçarak oradan uzaklaştım.
Annesinin sınırını bilmeden sürekli haylazlık
yapıp, ona zarar veren yavrular gibiydi insanlar. Tek fark, sevimli değillerdi
ve bunu masum bir oyun olsun diye yapmıyorlardı. Doğanın sabrı tükendiğinde ne
kadar güçlü olacağını bilmiyorlardı sanırım. Sonlarını düşünmeden onu
zorluyorlardı. Kendi kurdukları basit düzende bencil ve hoyratça koşarak
yaşıyordu. Ne istediklerini, niçin bu kadar telaşlandıklarını anlayamamıştım.
Sadece küçük bir parçası oldukları yeryüzünde, böylesine kibirle ve şiddetle
yaşamak niyeydi? Neden onlara zarar vererek kendilerini ait oldukları topraktan,
ağaçlardan, sulardan mahrum ediyorlardı?
Günler hatta aylar süren yolculuğum gittikçe
keyifsizleşiyordu. Ara sıra gördüğüm nehirler, kovuklarında dinlendiğim dağlar,
yolculuklarına eşlik ettiğim kanatlı sürüler olmasa belki devam edemezdim. Ama
göreceklerim daha bitmemişti. Bir gece korkunç bir sesle irkildim. Ses uzaktan
geliyor, arkasından gecenin karanlığını delen ateşler yükseliyordu. Korkuyla
bitmesini bekledim. Gün ışıyıp sesler kesilince, sesin geldiği yerden sanki bir
orman yanmışçasına yükselen siyah dumanlar gördüm. Hızla oraya uçtum. Burası tahmin ettiğim gibi
orman değil insanların yaşadığı küçük bir yerdi. Gece boyu duyduğum sesler her
neden çıkıyorsa, burayı yakıp kül etmiş geriye sessiz ve acılı siyahlıklar
bırakmıştı. Kullandıkları araçlar,
yuvalar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, her şey yanmıştı. Sonra onları gördüm.
İnsanları. Ölmüşlerdi. Koparak sağa sola savrulmuş parçalarına bakmaya
dayanamadım. Onları sevmediğim hatta korktuğum doğruydu ama hiçbir canlı böyle
yok olmayı hak etmiyordu. Bunu onlara kim yapmıştı? Demek insandan daha zalim
canlılar vardı.
Ne yapacağımı bilmeden oradan oraya uçarken,
bazı sesler duydum. Hayatta kalan birkaç insandan geliyordu sesler. Ağlıyor,
haykırıyor, acı çekiyorlardı. O an ilk kez insan olmayı istedim. Onlara yardım
etmek, yaralarını sarmak, ölülerini toprağa vermek bir kuşun yapabileceği bir
şey değildi çünkü. Yine de yaşayanların olması içimdeki o aptal umudu yeşertti.
İnsan güçlüydü. Tekrar ayağa kalkabilir, onları yok etmeye çalışan bu
canavardan kaçabilir, yeniden bir hayat kurabilirdi. Aklıma ilk kez gördüğüm
insanlar geldi. Bu yaralı insanlar da onlar gibi şarkı söyleyebilir,
kahkahalarla gülebilirlerdi. Onlar buradan ayrılırken ben de onlarla giderdim,
gagamla ot taşır yuvalarını yapmaya yardım ederdim. Bu, umudun kuş yüreğime son
uğrayışı oldu.
Koca tekerlekleriyle böğürerek üzerimize doğru
çirkin bir canavar geliyordu. Ben çabucak bir yere saklandım, onlarsa canavardan
kaçmaya çalıştılar. Bu neydi böyle? Bu insanlardan ne istiyordu? Canavar bir
anda durdu ve içinden birileri çıktı. İnanamıyordum onlar da insandı.
Ellerindeki ucundan ateş ve ses çıkan şeyi sağa sola doğrultarak koşuyorlardı. Yuvalara
girdiler. Hayatta kalan son şeyleri, bir avuç insanı hatta yaralanmış
hayvanları bile o aletlerle öldürdüler. Saklandığım yerde donup kalmıştım.
İnsan insana kıyıyordu. Zevkle, hırsla, iştahla. Yerde cansız yatanlara bile
tekmeler savuruyor, öfkeyle bağırıp kimilerinin üzerlerine tükürüyorlardı.
Ortada bir canlı kalmadığına emin olduklarında, birbirleri ile konuşarak hatta
kimi gülerek o çirkin tekerlekli canavara binip hızla uzaklaştılar. Dehşete
kapılmıştım. Gördüklerime inanamıyor, ne yapacağımı bilmiyordum. Kıpırdayamıyor,
uçamıyordum. Kan ve ölüm kokusu genzimi tıkamış, başımı döndürmüştü. Gözlerimi
kapatmış öylece bekliyordum. Ortalık sessizdi. Öyle ki bir ağaç dalının, bir
karıncanın, bir yaprağın bile sesi yoktu. Sonra saklandığım karanlık kuytudan
çıktım. Güçsüz kanatlarımı zor bela çırparak havalandım. Her şey ölüydü, her
yer cansız. Topraktan acı yükseliyordu. Rüzgar, isyanla esip dumanları
dağıtıyordu.
Az ötede bir yavru gördüm. O içlerinde en çok
sevdiğim insan yavrusu. Kıpırtısız yatan annesinin üzerine kapaklanmıştı. Hiç
düşünmeden yanına kondum. Kanat sesimi duyunca bir anda annesinin üzerinden
kalktı. Yaşıyordu. Gelen canavarlar onu fark etmemişlerdi demek. Kim bilir
belki benim gibi saklanmıştı.
Güçlükle ayağa kalkıp konduğum kayanın yanına
geldi. İnsan yavrusu. Kıvır kıvır siyah saçları toza bulanmıştı. Gözyaşı
yüzünde küçük bir nehir gibi yol yapmıştı. Ne kadar küçük, ne kadar güzeldi. Az
önce ağlayan kocaman siyah gözleri şimdi parlıyor, merakla bana bakıyordu. Elinde
tuttuğu yiyecek parçasını sevgiyle bana uzattı. Eline uzanmaya kalmadan,
gözlerinin acıyla kısıldığını gördüm. Yaralanmıştı. Dizlerinin üzerine çöktü.
Elindeki yiyeceği hala bana uzatıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Derken eli
küçük bedeninin yanına düştü, bedeni de yere. Yere inip usulca yanına sokuldum.
Parlayan gözlerinin ışığı yavaşça sönerken bana uzattığı ekmek parçası,
ellerinden kayıp toprağa düştü. Ekmek kan kokuyordu. İnsan yavrusunun kanı!
İşte o an karar verdim. Bu yavrunun başından ayrılmayacak, evime asla
dönmeyecektim. O ekmeğin bir lokmasına bile dokunmayacak, burada kalıp açlıktan
ölecektim.
Mart
2018
Hande
Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder