İnsan Kokusu- Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
İnsan Kokusu- Hande Çiğdemoğlu

İnsan Kokusu- Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

İnsan Kokusu

Açlıktan ölmeye karar verdim. Bizim ölmemiz kolaydır zaten. Korkudan bile ölebiliriz, ödümüz patlayıverir. Ama ben ne korkudan, ne üzüntüden ne de dehşete kapılmaktan öldüm. Karar verdim kendi isteğimle, açlıktan öleceğim. Bundan sonra ağzıma lokma almayacağım. Bizimkiler dönmediğimi görünce öldüğümü anlarlar. “Meraktan öldü” derler. “Başına ne geldiyse merakından geldi.”

Meraklı bir kuş olduğum doğrudur.  Çok gösterişli olmasa da kanatlarım, güçlü olmasa da bir gagam var. Gözlerim iyi görür. Çabuk yorulsam da gayretliyimdir. Aslında güzel bir hayatım vardı. Dallarına konduğumda gökyüzünün mavisini göstermeyecek kadar uzun boylu, ihtişamlı ağaçlardı evim. Ağaçların yeşili, dalı, yaprağı, her şeyi sarıp sarmalardı. Bedenindeki süslü püslü böcekleri, güçlü ve kibirli örümcekleri, narin kanatlıları, bazen durmaksızın yağan yağmuru bile kucaklardı. Irmaklarda kıvrakça yüzen balıkları gölgesiyle korur, avlanan, dinlenen, oynayan yırtıcıları bir anne dikkatiyle izlerdi. Sonradan öğrendim ki evime orman, hepimize topyekûn hayvan diyorlarmış. Oysa o kadar farklı ve çeşit çeşittik ki.

Ben de onları tanıdım sonunda. İnsan diyorlarmış kendilerine. Aslında varlıklarından bile haberim yoktu. Ben sadece uçmak istedim uzaklara, daha uzaklara… Merak ettim, görmek, koklamak, tatmak, tanımak istedim. Başka ağaçları, başka ırmakları, başka kuşları. Sandım ki görmediklerim, gördüklerimden daha güzel, bilmediklerim bildiklerimden daha değerli. Gücüm ne kadarına yeterdi, nereye kadar gidebilirdim, dünya ne kadar büyüktü hiç düşünmedim. Gidebildiğim kadar gidecek, görebildiğim kadar görecek eninde sonunda evime dönecektim. Merak etmeyenlere, edip cesaret edemeyenlere gördüklerimi duyduklarımı anlatacaktım. Ama artık bunun olmayacağını biliyorum. Çünkü burada, evimden çok uzakta açlıktan ölmeye karar verdim.

Yola çıktığım sıralar, mevsim kıştan bahara dönüyordu. Buralarda kış bile sıcaktır ama yine de ortalığı kımıl kımıl bir telaş sarmıştı. Doğa ananın çocukları, heyecanla bahara hazırlanıyordu. Benimse küçük yüreğim gidiyor olmanın verdiği mahzunluktan ama daha çok coşkulu bir heyecandan pır pır atıyordu…

Yola çıktım. Uçtum, uçtum.  Kanatlarımın dermanı bitip, soluklanmak için bir ağacın dalına konduğumda gördüm ilk kez onları. Hava kararmaya başlamıştı. Yeryüzünün renkleri güneşle birlikte hızla kaybolmuş, yerini gökyüzünün, yıldızların ışığıyla aralanmış görkemli karanlığına bırakmıştı. Koca bir turunculuğun etrafında oturmuşlardı. Ateşti bu biliyordum. Bir keresinde bizim orada başlamıştı bu korkunç şey. Sesini, kokusunu unutamıyorum. Hızla yayılıyor, önüne çıkan her şeyi yutuyor geride simsiyah ölüler bırakıyordu. Öylesine korkmuştum ki, onu yok eden yağmuru o günden sonra daha fazla sevmiştim. Ama bu gördüğüm canlılar ondan korkmuyorlardı. Etrafında oturmuş, daha önce duymadığım çok güzel sesler çıkarıyorlardı. Dişiler, erkekler ve yavrular. Demek ki dünyayı paylaştığımız başka türler de vardı. Bir süre orada kalıp onları izlemeye koyuldum. Yürüyorlar, koşuyorlar, tırmanıyorlar, yüzüyorlar ama uçamıyorlardı. Böbürlenmedim değil. Bizim gibi tüyleri yoktu. Üzerlerinde vücutlarına ait olmayan küçük şeyler giymişlerdi. Ama yine de çok güzellerdi. Avlanıyorlar, topluyorlar, yiyeceklerini korkmadıkları ateşte pişirip yiyorlardı. Kimi geceler toplanıp konuşuyor, şarkı söylüyor, dans ediyorlar sonra herkes yuvalarına çekiliyordu. Burası çok güzel ve huzurlu bir yerdi. Burada kalıp hayatımın sonuna kadar o şarkıları dinleyebilirdim. Ama gitmeliydim.  Kim bilir göreceğim daha neler vardı. Uçmaya devam ettim.

Sonra karşılaştığım şeyin büyüklüğü karşısında dehşete düştüm. Uçsuz bucaksız masmavi bir suydu bu. Görkemli ama korkutucu bir güzellik. Üzerinde uçmaya başlamak çılgınlıktı. Nerede biteceği belli değildi, gücüm yetmeyebilir, konacak yer bulamayan aptal bedenim bu sularda yok olabilirdi. Ama öyle davetkârdı ki, üzerinde uçmaktan kendimi alıkoyamadım. Mavi, yeşil, gri, lacivert. Renkleriyle birlikte kendisi de değişiyordu. Durgun ve uykulu sessizliği, öfkeli ve coşkun bir hale bürünüyor, köpüklü dalgalar neredeyse bana kadar ulaşıyordu. Bir rüyanın içinde yavaşça süzülüyordum sanki. Ama kanatlarım titremeye, takatim bitmeye başladığında rüya da bitmişti. Olabildiğince az kanat çırpıyor, rüzgarın gücüyle ilerliyordum. Umudum tükenmeye başlamıştı. Ta ki uzaktaki o karaltıyı görene dek.

Suyun üstünde büyük bir şey vardı. Var gücümle ona ulaşmaya çalıştım. Yaklaştıkça anlam vermem zorlaşmıştı. Bu neydi böyle? Suyun üstünde yüzen, ama balık olamayacak kadar büyük ve tuhaf bir şeydi bu. Güvertesine ayaklarım değdiğinde bunun doğaya ait olmadığını anlamıştım. Soğuk, cansız ve korkutucuydu. Ama çok yorulmuş, acıkmıştım. Yiyecek bulabilir miyim diye biraz dolaştım, yarısı yenmiş bir meyveyle karnımı doyurdum, yorgunluktan sindiğim bir köşede uyudum. Sabah güneş ışığı ile ısınan kanatlarımı gerip, şaşkınlıkla nerede olduğumu anlamaya çalıştığım sırada onları, insanları gördüm. Telaşla havalanıp yüksek bir yerden, onları izlemeye başladım. Tenlerini daha çok örten giysiler giymişler, dişi-erkek birlikte yükseltilmiş eşyalara oturup yemek yiyorlardı. Onlar da daha öncekiler gibi birbirleriyle konuşuyor, gülüyorlardı. Daha sonra kimileri uzanıp güneşlendi, kimileri kol kola girerek gezindi. Gülüştüler, söyleştiler. Bazı şeylere üfleyerek, vurarak güzel sesler çıkardılar. Daha yeni tanıdığım bu türü burada görmek bana kendimi güvende hissettirmişti. Üzerinde olduğum koca şeyden de o kadar korkmuyordum artık. İnsanların en çok yavrularını sevmiştim. Her canlıda olduğu gibi insanın yavrusu da yetişkininden güzel, saf ve coşkuluydu.  Oradan oraya koşturuyorlar, oyunlar oynuyorlardı. Ses çıkararak, bir nehrin coşkunca akması gibi gülüyorlardı ki onlarda en sevdiğim şey bu olmuştu.

Yolculuk günlerce devam etti. Her şey güzeldi. Karnımı doyuracak yiyecek buluyor, kanatlarımı o muazzam maviliğin üstünde uçarak güçlendiriyor, yorulunca yine insanların olduğu bu yere geliyor dinleniyordum. Bir gece tünediğim direkte günün bitmesini bekliyordum. Herkes yuvalarına çekilmiş, ortalık sessizleşmişti. Ay o kadar büyük ve parlaktı ki, siyaha dönmüş suların üstünde koca bir ay daha vardı sanki. Yıldızlar kimi yanıp sönüyor, kimi bir araya gelip ışık bulutu oluşturuyordu. Hele o koku yok mu? İnsanların gündüzden kalma coşkulu kokuları yükselmiş, üzerinde süzüldüğümüz koca suyun cezbedici kokusu ile karışmıştı.

Sonra sessizliği ve örtücü huzuru bozan bir şey oldu.  İnsan sesleriydi yükselen. Ama daha önce böylesini duymamıştım. Aşağıda iki erkek, birbirlerine bağırıyordu. Daha sonra itişmeye başladılar. Anladım kavga ediyorlardı, ama neden? Gördüğüm kadarıyla hepsi beslenmiş, yuvalarına çekilmişlerdi. Kim bilir belki çiftleşmek için kavga etmek gerekiyordu. İyi ama dişi neredeydi? Onun bu olan biteni görüp birini seçmesi gerekmez miydi? İki erkek itişip kakıştı, sonra yerde yuvarlanmaya birbirlerine vurmaya başladılar. Kavga edenlerden biri hızlı bir hamleyle ayağa kalktı ve cebinden parlak ve sivri bir şey çıkardı. Hah dedim. Sanırım bundan da güzel ezgiler çıkacak. Demek ki kavganın işe yaramadığını anladılar, dişiyi etkilemek için güzel sesler çıkarıp şarkı söyleyecekler, dans edecekler. İyi ama dişi neredeydi? Ama işler hiç de düşündüğüm gibi olmadı. Ayaktaki erkek elindeki o şeyi, yerden kalkmaya fırsat bulamamış diğerine sapladı. Geri çıkardı, tekrar sapladı. Yerdeki insandan böğürmeye benzer bir ses çıktı. Tıpkı bir kaplan tarafından pençelenmiş bir geyik gibi. Sağdan sola yuvarlandı, eğilip büküldü. Bir süre sonra ses, azalarak kesildi. Diğeri ise öylece durmuş, yerdekini izliyordu. İnsan kanını ilk kez o gece gördüm. Ayın şavkı, yerdeki insandan akıp etrafa yayılan kırmızı kanı parlatıyordu. İnsan kanı, başka hiçbir kokuya benzemeyecek kadar yoğun ve korkunç bir kokuydu. Şaşkınlıktan donakalmıştım. Hiç beklemediğim bir şeydi bu. Birbiriyle konuşan gülüşen canlılar değil miydi bunlar? Neden kavga etmişlerdi, neden biri diğerini öldürmüştü.  Avlanmak değildi bu, zaten yiyecekleri vardı. Sebep başka ne olabilirdi ki! Bir canlı kendi türünden bir diğerini neden öldürürdü? Daha sonra birkaç insan daha geldi. Ayaktakini bir kenara çekip, yerdekini sürükleyerek ölü bedenini siyah sulara attılar. Öyle tok bir ses çıktı ki koca bir kaya kopup yere çarptı sandım. Sonra hiçbir şey olmamış gibi çabucak yuvalarına çekildiler. O gece hiç uyumadım. Gördüklerim karşısında dehşete kapılmış, hayal kırıklığına uğramıştım. Oysa artık onlarla yakınlaşmayı düşünüyordum. Daha önce yavrularından beni görenler olmuş, birbirlerine beni gösterip gülümsemişlerdi. Ben de yanlarına inip onları yakından görme fırsatı bulacak hatta belki bana dokunmalarına bile izin verecektim. Bu düşüncem o gece karanlık suya atılan insanla birlikte derinlere gömülüp yok oldu. İnsanlar sandığım kadar iyi değillerdi. Hatta anlam veremeyeceğim kadar tehlikeli, korkmamı gerektirecek kadar zalim ve soğukkanlılardı.

Yeni doğan günün ışıkları, ufukta başka bir karaltıyı aydınlattı. Hiç düşünmeden oradan ayrılıp gördüğüm şeye doğru uçmaya başladım. Arkamda kalan o koca şeyin üzerindeki insanlar uyanmış, yine yürümeye, konuşmaya ve gülmeye başlamışlardı. Yaklaştıkça anladım ki gördüğüm şey bir kara parçasıydı. Demek bu koca maviliğin de bittiği bir yer vardı. Bir an önce toprağın sıcaklığına kavuşmak, bir ağaç gövdesinin huzurunu, dallarının sıcaklığını, yapraklarının tanıdık kokusunu duymak istiyordum. Bir ırmağın gümüş sularında kanatlarımı yıkayabilir, korkusuzca uçabilirdim. İnsanlardan ürkmüştüm. En azametli yırtıcılar, en hızlı kemirgenler hatta soğuk sürüngenler bile onlardan daha masumdu. Artık kendi türümden birilerini görmek istiyordum. Özelliklerimiz ve görüntülerimiz birbirinden farklı olsa da davranışlarımız birbirine benziyordu ne de olsa.  

Kanatlarımı sevinçle ve hızla çırparak oraya doğru uçtum.  Vardığımda hayallerim yıkılmıştı. Çünkü ne toprağı bulabilmiş, ne de bir ağaç dalına konabilmiştim. Burası daha önce gördüklerime benzemeyen şeylerle doluydu. Doğanın özgün renklerinden farklı, çirkin ve ürkütücü bir grilik her yeri kaplamıştı. Altından toprak olduğunu tahmin ettiğim sert yollar, gökyüzüne pervasızca uzanmış yüksek yuvalar, üzerindeki tekerleklerle bir çitadan bile hızlı koşan araçlar, hatta hava bile bu sevimsiz renkle çevrelenmişti. Burada da görünüşleri diğerlerine benzeyen insanlar vardı. Ama bunlar diğerlerinin aksine gülmüyor, şarkı söylemiyor hatta neredeyse konuşmuyorlardı. Hızla ve telaşla oradan oraya koşturup duruyorlardı. Burada da insanlar birbirine zarar vermekten çekinmiyordu.  Gecenin ıssızlığına, kimi gündüzün aydınlığına bile kavgalar, dövüşler hatta ölümler karışıyor, birbirinin kopyası günler akıp geçiyordu.

Burayı sevmemiştim. Bulduğum yavan yiyecekler karnımı doyurmuyor, aldığım soluk yetmiyor, korkusuzca uçamıyordum. Orada kaldığım süre boyunca bana zarar vereceklerinden emin olduğum insanlardan kendimi gizlemeyi başarmıştım. Buradan uzaklaşmanın zamanı gelmişti. Bir yandan da korkuyordum. İlerledikçe daha kötülerini görüyordum ne de olsa. Dönsem mi diye düşündüm. Kıyıya yanaşmış o dev yuvaya binebilir, geldiğim yoldan evime gidebilirdim. Ama o umut yok mu? Hep daha iyisine, daha güzelini bekleyen, dahası bunları göreceğine inanan aptal küçük kalbim! Umut ne yaşanırsa yaşansın sizi terk etmeyecek kadar sadık bir sevgili, korkularınızı çabucak sarıp sarmalayan bir anne gibiydi.

Daha ürkek olsa da kanat çırpmaya devam ettim. İnsanlara, onların yeryüzüne hoyratça dağılışlarına, her şeyin sahibi olduklarına inanan kibirli yaşamlarına bakarak uçtum. Toprağın üstünü örten, renkleri değiştiren, ağaçlara, sulara, bitkilere, hayvanlara hatta birbirlerine zarar vermekten çekinmeyen insanların üstünden uçarak oradan uzaklaştım.

Annesinin sınırını bilmeden sürekli haylazlık yapıp, ona zarar veren yavrular gibiydi insanlar. Tek fark, sevimli değillerdi ve bunu masum bir oyun olsun diye yapmıyorlardı. Doğanın sabrı tükendiğinde ne kadar güçlü olacağını bilmiyorlardı sanırım. Sonlarını düşünmeden onu zorluyorlardı. Kendi kurdukları basit düzende bencil ve hoyratça koşarak yaşıyordu. Ne istediklerini, niçin bu kadar telaşlandıklarını anlayamamıştım. Sadece küçük bir parçası oldukları yeryüzünde, böylesine kibirle ve şiddetle yaşamak niyeydi? Neden onlara zarar vererek kendilerini ait oldukları topraktan, ağaçlardan, sulardan mahrum ediyorlardı?

Günler hatta aylar süren yolculuğum gittikçe keyifsizleşiyordu. Ara sıra gördüğüm nehirler, kovuklarında dinlendiğim dağlar, yolculuklarına eşlik ettiğim kanatlı sürüler olmasa belki devam edemezdim. Ama göreceklerim daha bitmemişti. Bir gece korkunç bir sesle irkildim. Ses uzaktan geliyor, arkasından gecenin karanlığını delen ateşler yükseliyordu. Korkuyla bitmesini bekledim. Gün ışıyıp sesler kesilince, sesin geldiği yerden sanki bir orman yanmışçasına yükselen siyah dumanlar gördüm.  Hızla oraya uçtum. Burası tahmin ettiğim gibi orman değil insanların yaşadığı küçük bir yerdi. Gece boyu duyduğum sesler her neden çıkıyorsa, burayı yakıp kül etmiş geriye sessiz ve acılı siyahlıklar bırakmıştı.  Kullandıkları araçlar, yuvalar, hayvanlar, bitkiler, ağaçlar, her şey yanmıştı. Sonra onları gördüm. İnsanları. Ölmüşlerdi. Koparak sağa sola savrulmuş parçalarına bakmaya dayanamadım. Onları sevmediğim hatta korktuğum doğruydu ama hiçbir canlı böyle yok olmayı hak etmiyordu. Bunu onlara kim yapmıştı? Demek insandan daha zalim canlılar vardı.

Ne yapacağımı bilmeden oradan oraya uçarken, bazı sesler duydum. Hayatta kalan birkaç insandan geliyordu sesler. Ağlıyor, haykırıyor, acı çekiyorlardı. O an ilk kez insan olmayı istedim. Onlara yardım etmek, yaralarını sarmak, ölülerini toprağa vermek bir kuşun yapabileceği bir şey değildi çünkü. Yine de yaşayanların olması içimdeki o aptal umudu yeşertti. İnsan güçlüydü. Tekrar ayağa kalkabilir, onları yok etmeye çalışan bu canavardan kaçabilir, yeniden bir hayat kurabilirdi. Aklıma ilk kez gördüğüm insanlar geldi. Bu yaralı insanlar da onlar gibi şarkı söyleyebilir, kahkahalarla gülebilirlerdi. Onlar buradan ayrılırken ben de onlarla giderdim, gagamla ot taşır yuvalarını yapmaya yardım ederdim. Bu, umudun kuş yüreğime son uğrayışı oldu.

Koca tekerlekleriyle böğürerek üzerimize doğru çirkin bir canavar geliyordu. Ben çabucak bir yere saklandım, onlarsa canavardan kaçmaya çalıştılar. Bu neydi böyle? Bu insanlardan ne istiyordu? Canavar bir anda durdu ve içinden birileri çıktı. İnanamıyordum onlar da insandı. Ellerindeki ucundan ateş ve ses çıkan şeyi sağa sola doğrultarak koşuyorlardı. Yuvalara girdiler. Hayatta kalan son şeyleri, bir avuç insanı hatta yaralanmış hayvanları bile o aletlerle öldürdüler. Saklandığım yerde donup kalmıştım. İnsan insana kıyıyordu. Zevkle, hırsla, iştahla. Yerde cansız yatanlara bile tekmeler savuruyor, öfkeyle bağırıp kimilerinin üzerlerine tükürüyorlardı. Ortada bir canlı kalmadığına emin olduklarında, birbirleri ile konuşarak hatta kimi gülerek o çirkin tekerlekli canavara binip hızla uzaklaştılar. Dehşete kapılmıştım. Gördüklerime inanamıyor, ne yapacağımı bilmiyordum. Kıpırdayamıyor, uçamıyordum. Kan ve ölüm kokusu genzimi tıkamış, başımı döndürmüştü. Gözlerimi kapatmış öylece bekliyordum. Ortalık sessizdi. Öyle ki bir ağaç dalının, bir karıncanın, bir yaprağın bile sesi yoktu. Sonra saklandığım karanlık kuytudan çıktım. Güçsüz kanatlarımı zor bela çırparak havalandım. Her şey ölüydü, her yer cansız. Topraktan acı yükseliyordu. Rüzgar, isyanla esip dumanları dağıtıyordu.

Az ötede bir yavru gördüm. O içlerinde en çok sevdiğim insan yavrusu. Kıpırtısız yatan annesinin üzerine kapaklanmıştı. Hiç düşünmeden yanına kondum. Kanat sesimi duyunca bir anda annesinin üzerinden kalktı. Yaşıyordu. Gelen canavarlar onu fark etmemişlerdi demek. Kim bilir belki benim gibi saklanmıştı.

Güçlükle ayağa kalkıp konduğum kayanın yanına geldi. İnsan yavrusu. Kıvır kıvır siyah saçları toza bulanmıştı. Gözyaşı yüzünde küçük bir nehir gibi yol yapmıştı. Ne kadar küçük, ne kadar güzeldi. Az önce ağlayan kocaman siyah gözleri şimdi parlıyor, merakla bana bakıyordu. Elinde tuttuğu yiyecek parçasını sevgiyle bana uzattı. Eline uzanmaya kalmadan, gözlerinin acıyla kısıldığını gördüm. Yaralanmıştı. Dizlerinin üzerine çöktü. Elindeki yiyeceği hala bana uzatıyor, bir şeyler mırıldanıyordu. Derken eli küçük bedeninin yanına düştü, bedeni de yere. Yere inip usulca yanına sokuldum. Parlayan gözlerinin ışığı yavaşça sönerken bana uzattığı ekmek parçası, ellerinden kayıp toprağa düştü. Ekmek kan kokuyordu. İnsan yavrusunun kanı! İşte o an karar verdim. Bu yavrunun başından ayrılmayacak, evime asla dönmeyecektim. O ekmeğin bir lokmasına bile dokunmayacak, burada kalıp açlıktan ölecektim.

Mart 2018
Hande Çiğdemoğlu

 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder