Penceremden içeri uzattığı
eflatun boynunu sevdim. Her biri ayrı güzellikte var olmuş, bir araya gelince
başka bir mucizeye dönüşen çiçeklerine dokundum. Dilimde annemden öğrendiğim o
şarkı: “Leylakları, sümbülleri, soldurdun gonca gülleri…”
“Ne güzel kokuyorsun.” dedim.
“Sahi mi?” dedi. “Kendi
kokumu duyamıyorum. Ama sana başka birçok kokuyu tarif edebilirim.”
Bir leylağın konuşabilmesine
değil de kokulardan bahsedecek olmasına şaşırdım. “Anlat bana.” dedim. Bir
yandan çiçeklerine, dallarına, aslında ağaç olan gövdesine hayranlıkla bakarak.
“Yılın her döneminin ayrı
kokusu vardır. Şu Nisan kokusunu duyabiliyor musun? Günaydın der gibi, coşkulu
ve umutlu bir koku. Yumurtasından çıkmaya çalışan bir kuş gibi heyecanlı. Sonra
arılar konar çiçeklerime. Arıların kanatlarından süzülen koku bildiğin hiçbir
çiçeğe benzemez. Hepsinin kokularından bir parça almış, kanadına koymuştur.
İhtişamlıdır, öyle cazibelidir ki başın döner.
Ve yağmur. Gökyüzüne
yükselen umutların, duaların, feryatların, öfkelerin yükünü damla damla akıtan
yağmurun kokusu. Kudretli ve örtücüdür. Öyle güçlüdür ki, değdiği yerin
kokusunu da içine hapseder. Sonra yine buhar olup gökyüzüne çıkar. Bir de
sabahları elinde gördüğüm şu fincandaki siyah şeyin kokusunu biliyorum. Tutkulu
ve vazgeçilmez, inatçı bir koku.”
Leylağı keyifle dinlerken,
içmeyi unuttuğum kahvem fincanında kıpırdandı. “Ah leylak, senin baş döndürücü
kokunu duyuyorum her sabah. Ama benim de bir kokum olduğunu bilmiyordum.”
“Sen de anlatsana.” dedim.
“Eminim başka kokular da duyuyorsundur.”
“Ben az koku bilirim. Ama
onlar öyle yoğun, öyle güçlüdür ki, birçok şeyi olduğu gibi diğer kokuları da örter.
Mesela yalnızlık kokusu kibirli ve öfkelidir. Yanına kimseyi yaklaştırmaz,
hiçbir kokuyla karışmaz. Öyle kudretlidir ki insan korkar bu kokudan. Hem
korkar hem peşinden gider sadakatle. İnsanlardan yükselen başka bir koku var
ki, o başka hiçbir kokuyla
karşılaştırılamayacak kadar derindir. Dünyadaki bütün insanlar neden yaşıyor,
neden bunca eziyete acıya katlanıyor diye sorsalar bu koku için derim. Aşk
kokusu. O kadar yoğundur ki dağıldığı yerin her köşesine siner. Kımıl kımıl bir
koku, coşkusu senin de kalbini attırır. Tutkulu, gizemli ve de kuvvetli. Bazen
iki insanın üstünden yükselir, bazen de sadece birinin. Değişir, yön değiştirir.
Kimi özlemin, kimi öfkenin kimi ise saf çocuk mutluluğunun kokusuna dönüşür.
Neyle var olursa var olsun, özündeki güç her zaman alır götürür.”
Ne güzel anlatıyordu. Masaya
bırakmaya kıyamadım, içine yayıldığı fincanı usulca okşadım.
“Bilmediğimiz neler vardır
bizim, sen de anlatsan biraz?” dedi leylak.
Şaşırdım, heyecanlandım.
Onlar gibi dokunup, özümsemiş miydim koku denen mucizevi şeyi. Ya da herkes aynı
kokuyu mu duyardı denizden, sokaktan, kavrulmuş leblebiden? Gözlerimi kapayıp
belleğimdeki kokuları yokladım. Mutluluk verenleri seçtim. Hepsi çocukluğuma
aitti. İçinde henüz hastane odalarının, sarsıntıyla böğüren toprağın, öfkeyle
kabaran denizin, terkedilmenin, nefretin, ölümle ayrılmanın kokusu yoktu ne de
olsa.
“Yaz akşamlarında sokaktaki
oyunu bırakıp beni eve koşarak döndüren koku mesela. Evin her köşesine yayılıp,
insanın kalbini sevinçle doldururdu. Kanepeye çıkıp ayaklarımı neşeyle
sallarken, babaannemin önüme koyduğu tepsiden yükselen o sarı buhar, sabırsızca
beklenen mutluluğun kokusuydu. Haşlanmış mısır kokusu.”
Leylağın çiçekleri can
kulağıyla açılmış şaşkınlıkla beni dinliyordu. Kahvem ise hayal etmeye çalışır
gibi dalgın kıpırtısızdı. Hevesle devam ettim.
“Dedemin koca kitaplarının
kokusunu anlatayım size o halde. Kahverengiye dönen sarı yaprakları elimle
hızla çevirdiğimde, burnuma kadar yükselen bilge bir kokuydu. İçindekileri
okuyamadığım için bilmediğim, merakımı dokunarak ve koklayarak gidermeye
çalıştığım hikâyelerin gizemli kokusu. Bu kokuyu hâlâ alırım. Ne zaman eski bir
kitap görsem, önce koklarım. Eski kitapların kokusu etkileyici ve anlamlıdır. Üzerine onları okuyan
gözlerin, hislerin, merakların kokusu sinmiştir çünkü. Yenilerinin kokuları ise
davetkâr ve heyecan verici...
Huzurlu kokular da vardır. Arka bahçede solucan bulmak
için eşelediğim toprağın ıslak kokusu, ilkbahar ikindilerinde balkonda çaya
batırdığımız bisküvilerin kokusu, babamın kokusu…”
Burnumun direği sızladı o an. Özlemek kelimesi sadece
kavuşabilecek olanlar için kullanılmalı. Bir daha asla göremeyeceğiniz,
dokunamayacağınız, kokusunu içine çekemeyeceğiniz biri ile ayrı olmanın tüm
benliğinizi cayır cayır yaktığını anlatmak için, “özledim” demek biraz yavan
kalıyor. Gönlümden gözüme yaş yürüyordu ki, kahve söze girdi. “Nasıl oluyor
baba kokusu? Güzel mi, çirkin mi, sevecen mi, korkutucu mu? Anlat hadi!”
“Babamın kokusu dalları göğe yükselen bir çınar gibi
güvenilir ve kudretli bir kokuydu. Aynı zamanda, güneşte yanmış bedenini saran
denizin serin suyu gibi sevecen ve koruyucu. Şefkat kokardı ve de güç. Kış
gecelerinde, radyoda dinlediğimiz şarkılarla sobadan gelen çıtır çıtır sesler
birbirine karışırken, onun göğsünde uykuya daldığımda babamın kokusu huzurun
kokusu olurdu. Hayatım boyunca bir daha hiç bulamadığım o saf huzur.”
Şimdi toprak kokuyor babam diyemedim, güzel şeyler anlatacaktım.
Canları yanmasın, kalpleri burkulmasın istedim. Devam ettim.
“Annem ise rüya gibi kokardı. Dünyanın bütün çiçeklerinden
derilmiş bir buket gibi, sonsuz sevgisiyle bir renk daha eklediği gökkuşağı
gibi, sakince akan tertemiz bir nehir gibi. Dünyada iyi, güzel ne varsa annem
onların kokusunu almıştı sanki. Bir gün sordum anneme, ‘Anne benim kokum neye benziyor?’ Hiç
düşünmeden ‘Tarçına.’ diye cevapladığında hayal kırıklığına uğramıştım. Tarçını
hiç sevmezdim. Sütlaçın, bozanın, kurabiyenin tadını kendine benzeten pervasız
bir kokusu vardı. Oysa beni vanilyalı keke, ne bileyim karamelli dondurmaya
benzetmesini yeğlerdim. Sahi siz söyleyin, ben nasıl bir kokum var?”
Leylak düşünmeden cevap verdi.
“Senin kokun mavi”
“Mavi mi? Bir renk nasıl kokar?”
“Niçin kokmasın? Tüm renklerin kokusu vardır, tüm
kokuların rengi olduğu gibi. Mavi umut kokusudur. Deniz gibi, gök gibi sevgi
dolu ve umutlu. Küsmeyi bilmez mavi. Sen mavi kokuyorsun.”
Kahve söze girdi. “Bence lacivert. Karanlık, yalnız ve
öfkeli. Korkuyorum bazen senin kokundan.”
“Ama lacivert de mavi” dedi leylak. “Biraz dokunulursa
açılır masmavi olur. Özüne döner. Yine sevgi dolu, yine aydınlık…”
Penceremden içeri giren leylak ağacının çiçeği ve
fincanımdaki kahve, bana kokumu anlatıyorlardı. Bir Pazar sabahı için bundan
daha inanılmaz ve keyifli bir sohbet olabilir miydi?
Kolumun altındaki kıpırdanışla gözlerimi açtım. Sabah
güneşinin aydınlattığı altın saçları, sabırsız ve meraklı gözleri güne uyanmış,
sevgiyle bana bakıyordu. Geceden bu yana acıkmış, şimdi de süt kokusunu almış
olmalıydı ki, pembe dudakları ile çevrili iştahlı ağzını sağa sola kıvırıyordu.
Minik elleri, ayakları, dili kıpır kıpırdı. Başımı yumuşak boynuna gömdüm,
dünyanın en güzel kokusunu derin derin içime çektim.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder