Mavinin Düşü - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
 Mavinin Düşü - Hande Çiğdemoğlu

Mavinin Düşü - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

 Mavinin Düşü

Penceremden içeri uzattığı eflatun boynunu sevdim. Her biri ayrı güzellikte var olmuş, bir araya gelince başka bir mucizeye dönüşen çiçeklerine dokundum. Dilimde annemden öğrendiğim o şarkı: “Leylakları, sümbülleri, soldurdun gonca gülleri…”

“Ne güzel kokuyorsun.” dedim.

“Sahi mi?” dedi. “Kendi kokumu duyamıyorum. Ama sana başka birçok kokuyu tarif edebilirim.”

Bir leylağın konuşabilmesine değil de kokulardan bahsedecek olmasına şaşırdım. “Anlat bana.” dedim. Bir yandan çiçeklerine, dallarına, aslında ağaç olan gövdesine hayranlıkla bakarak.

“Yılın her döneminin ayrı kokusu vardır. Şu Nisan kokusunu duyabiliyor musun? Günaydın der gibi, coşkulu ve umutlu bir koku. Yumurtasından çıkmaya çalışan bir kuş gibi heyecanlı. Sonra arılar konar çiçeklerime. Arıların kanatlarından süzülen koku bildiğin hiçbir çiçeğe benzemez. Hepsinin kokularından bir parça almış, kanadına koymuştur. İhtişamlıdır, öyle cazibelidir ki başın döner.

Ve yağmur. Gökyüzüne yükselen umutların, duaların, feryatların, öfkelerin yükünü damla damla akıtan yağmurun kokusu. Kudretli ve örtücüdür. Öyle güçlüdür ki, değdiği yerin kokusunu da içine hapseder. Sonra yine buhar olup gökyüzüne çıkar. Bir de sabahları elinde gördüğüm şu fincandaki siyah şeyin kokusunu biliyorum. Tutkulu ve vazgeçilmez, inatçı bir koku.”

Leylağı keyifle dinlerken, içmeyi unuttuğum kahvem fincanında kıpırdandı. “Ah leylak, senin baş döndürücü kokunu duyuyorum her sabah. Ama benim de bir kokum olduğunu bilmiyordum.”

“Sen de anlatsana.” dedim. “Eminim başka kokular da duyuyorsundur.”

“Ben az koku bilirim. Ama onlar öyle yoğun, öyle güçlüdür ki, birçok şeyi olduğu gibi diğer kokuları da örter. Mesela yalnızlık kokusu kibirli ve öfkelidir. Yanına kimseyi yaklaştırmaz, hiçbir kokuyla karışmaz. Öyle kudretlidir ki insan korkar bu kokudan. Hem korkar hem peşinden gider sadakatle. İnsanlardan yükselen başka bir koku var ki,  o başka hiçbir kokuyla karşılaştırılamayacak kadar derindir. Dünyadaki bütün insanlar neden yaşıyor, neden bunca eziyete acıya katlanıyor diye sorsalar bu koku için derim. Aşk kokusu. O kadar yoğundur ki dağıldığı yerin her köşesine siner. Kımıl kımıl bir koku, coşkusu senin de kalbini attırır. Tutkulu, gizemli ve de kuvvetli. Bazen iki insanın üstünden yükselir, bazen de sadece birinin. Değişir, yön değiştirir. Kimi özlemin, kimi öfkenin kimi ise saf çocuk mutluluğunun kokusuna dönüşür. Neyle var olursa var olsun, özündeki güç her zaman alır götürür.”

Ne güzel anlatıyordu. Masaya bırakmaya kıyamadım, içine yayıldığı fincanı usulca okşadım.

“Bilmediğimiz neler vardır bizim, sen de anlatsan biraz?” dedi leylak.

Şaşırdım, heyecanlandım. Onlar gibi dokunup, özümsemiş miydim koku denen mucizevi şeyi. Ya da herkes aynı kokuyu mu duyardı denizden, sokaktan, kavrulmuş leblebiden? Gözlerimi kapayıp belleğimdeki kokuları yokladım. Mutluluk verenleri seçtim. Hepsi çocukluğuma aitti. İçinde henüz hastane odalarının, sarsıntıyla böğüren toprağın, öfkeyle kabaran denizin, terkedilmenin, nefretin, ölümle ayrılmanın kokusu yoktu ne de olsa.

“Yaz akşamlarında sokaktaki oyunu bırakıp beni eve koşarak döndüren koku mesela. Evin her köşesine yayılıp, insanın kalbini sevinçle doldururdu. Kanepeye çıkıp ayaklarımı neşeyle sallarken, babaannemin önüme koyduğu tepsiden yükselen o sarı buhar, sabırsızca beklenen mutluluğun kokusuydu. Haşlanmış mısır kokusu.”

Leylağın çiçekleri can kulağıyla açılmış şaşkınlıkla beni dinliyordu. Kahvem ise hayal etmeye çalışır gibi dalgın kıpırtısızdı. Hevesle devam ettim.

“Dedemin koca kitaplarının kokusunu anlatayım size o halde. Kahverengiye dönen sarı yaprakları elimle hızla çevirdiğimde, burnuma kadar yükselen bilge bir kokuydu. İçindekileri okuyamadığım için bilmediğim, merakımı dokunarak ve koklayarak gidermeye çalıştığım hikâyelerin gizemli kokusu. Bu kokuyu hâlâ alırım. Ne zaman eski bir kitap görsem, önce koklarım. Eski kitapların kokusu etkileyici ve anlamlıdır. Üzerine onları okuyan gözlerin, hislerin, merakların kokusu sinmiştir çünkü. Yenilerinin kokuları ise davetkâr ve heyecan verici...

Huzurlu kokular da vardır. Arka bahçede solucan bulmak için eşelediğim toprağın ıslak kokusu, ilkbahar ikindilerinde balkonda çaya batırdığımız bisküvilerin kokusu, babamın kokusu…”

Burnumun direği sızladı o an. Özlemek kelimesi sadece kavuşabilecek olanlar için kullanılmalı. Bir daha asla göremeyeceğiniz, dokunamayacağınız, kokusunu içine çekemeyeceğiniz biri ile ayrı olmanın tüm benliğinizi cayır cayır yaktığını anlatmak için, “özledim” demek biraz yavan kalıyor. Gönlümden gözüme yaş yürüyordu ki, kahve söze girdi. “Nasıl oluyor baba kokusu? Güzel mi, çirkin mi, sevecen mi, korkutucu mu? Anlat hadi!”

“Babamın kokusu dalları göğe yükselen bir çınar gibi güvenilir ve kudretli bir kokuydu. Aynı zamanda, güneşte yanmış bedenini saran denizin serin suyu gibi sevecen ve koruyucu. Şefkat kokardı ve de güç. Kış gecelerinde, radyoda dinlediğimiz şarkılarla sobadan gelen çıtır çıtır sesler birbirine karışırken, onun göğsünde uykuya daldığımda babamın kokusu huzurun kokusu olurdu. Hayatım boyunca bir daha hiç bulamadığım o saf huzur.”

Şimdi toprak kokuyor babam diyemedim, güzel şeyler anlatacaktım. Canları yanmasın, kalpleri burkulmasın istedim. Devam ettim.

“Annem ise rüya gibi kokardı. Dünyanın bütün çiçeklerinden derilmiş bir buket gibi, sonsuz sevgisiyle bir renk daha eklediği gökkuşağı gibi, sakince akan tertemiz bir nehir gibi. Dünyada iyi, güzel ne varsa annem onların kokusunu almıştı sanki. Bir gün sordum anneme,  ‘Anne benim kokum neye benziyor?’ Hiç düşünmeden ‘Tarçına.’ diye cevapladığında hayal kırıklığına uğramıştım. Tarçını hiç sevmezdim. Sütlaçın, bozanın, kurabiyenin tadını kendine benzeten pervasız bir kokusu vardı. Oysa beni vanilyalı keke, ne bileyim karamelli dondurmaya benzetmesini yeğlerdim. Sahi siz söyleyin, ben nasıl bir kokum var?”

Leylak düşünmeden cevap verdi.

“Senin kokun mavi”

“Mavi mi? Bir renk nasıl kokar?”

“Niçin kokmasın? Tüm renklerin kokusu vardır, tüm kokuların rengi olduğu gibi. Mavi umut kokusudur. Deniz gibi, gök gibi sevgi dolu ve umutlu. Küsmeyi bilmez mavi. Sen mavi kokuyorsun.”

Kahve söze girdi. “Bence lacivert. Karanlık, yalnız ve öfkeli. Korkuyorum bazen senin kokundan.”

“Ama lacivert de mavi” dedi leylak. “Biraz dokunulursa açılır masmavi olur. Özüne döner. Yine sevgi dolu, yine aydınlık…”

Penceremden içeri giren leylak ağacının çiçeği ve fincanımdaki kahve, bana kokumu anlatıyorlardı. Bir Pazar sabahı için bundan daha inanılmaz ve keyifli bir sohbet olabilir miydi?

Kolumun altındaki kıpırdanışla gözlerimi açtım. Sabah güneşinin aydınlattığı altın saçları, sabırsız ve meraklı gözleri güne uyanmış, sevgiyle bana bakıyordu. Geceden bu yana acıkmış, şimdi de süt kokusunu almış olmalıydı ki, pembe dudakları ile çevrili iştahlı ağzını sağa sola kıvırıyordu. Minik elleri, ayakları, dili kıpır kıpırdı. Başımı yumuşak boynuna gömdüm, dünyanın en güzel kokusunu derin derin içime çektim.

Hande Çiğdemoğlu



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder