Birçok dileği vardır Oblomov’un, ama gerçek anlamda istekleri yoktur. Çünkü “istemek”, gerçekleşmesi arzulanan şey için gereğini yapmak iradesini de içeriyor.
Doğrusu, kişisel
gelişim kitapları okuman, bence bir okur etkinliği değil. Çünkü bu kitaplara
ilgi duymanın nedeni, en kolay şekilde sonuç alma hevesi olsa gerek.
Oysa okurluk, bir
konuya yoğunlaşmakla, sorgulamakla, araştırmakla ilgili bir şey. Bir yolculuk
gibi. Ulaştığın bilgileri inceleyerek, aralarında bağlantı kurarak ilerlersin.
Kolay bir çözüm peşinde olduğundan değil, düşünüyor olmanın, anlıyor olmanın
güzelliğini yaşamak için düşersin bu yola.
Tam buraya bir alıntı koyalım;
sen seversin alıntıları. Nazım diyor ki: “anlamak, sevgilim, o, bir müthiş
bahtiyarlık”
Alıntıları seversin ama
bir metnin içinden koparıp alınmış parçanın öncesi ve sonrasıyla pek
ilgilenmezsin.
Oysa hiçbir alıntı söz,
orijinal metindekiyle tamamen aynı anlama gelmez; kullanıldığı yeni metinde yeniden
anlamlanır.
Bir cümle, öncesiz ve
sonrasız şekilde, öyle tek başına “paylaşılınca” ortaya bir anlam çıkabilir mi?
İçinde yer alacağı bir metin, bağlantı kurulacak bir konu olmayınca, nasıl
anlamlanacak ki? Hayattaki soruların yanıtlarını birer cümlede arayan insanlar
için onlar.
Kızmıyorsun değil mi?
Böyle imalı şekilde seni eleştirmemden rahatsız olmuyorsundur, umarım.
Gerçi birbirimizi biraz
rahatsız etmekte fayda olabilir. Ama lütfen eleştirilerimi kişisel bir saldırı
gibi görme.
Çünkü kişisel gelişim
kitaplarına ilgi duymaya neden olan “faydacılık”, yani pragmatik kişilik
özelliği, aslında kişinin edebiyata ve kitaplara olan yaklaşımının ötesinde,
genel bir varoluş sorunu. Ve yaşadığı ortamla ilgili bir mesele bu.
Son on yıllarda hayatın
gidişatı, içinde yaşadığımız kültür atmosferi gibi açıklamaları var elbette bu
durumun. Her gün yüzlerce köşe yazısı saldırıyor üstümüze. Basit cümlelerle,
kısa paragraflarla kanaatler fışkırtılıyor.
Daha sonra bu konuları
da biraz konuşuruz; “gelişimi” ve hayatın diğer konularını “kişisel” mesele
olarak ele almak sorunu üzerinde dururuz. Şimdi sana bir kitaptan söz edeyim:
Oblomov.
Yüz elli yıldan çok
oluyor, Ivan Gonçarov'un yazdığı bu romanda, aynı isimdeki bir kahramanı tanıdı
dünya. Onun kişilik özelliğine, onun ruh haline karşılık gelen bir kavram
olarak, “Oblomovluk” kelimesi bu şekilde türemiş oldu.
Miskin, heyecansız ve
isteksiz bir kişidir Oblomov.
Bir iş yapıp köşeyi
dönmeyi hayal eden, bir kitap okuyup kafasındaki sorulara yanıt bulmayı uman,
hayatındaki sorunların çözümü için ancak kolaysa harekete geçen çevremizdeki
insanlar gibi. Bizler gibi.
Birçok dileği vardır
Oblomov’un, ama gerçek anlamda istekleri yoktur. Çünkü “istemek”, gerçekleşmesi
arzulanan şey için gereğini yapmak iradesini de içeriyor.
İşte bizler de öyle;
birer Oblomov’a dönüşmemize neden olan koşullarda yaşadıkça, insanlık halinin
doğal gereği olan direnme özelliğimizi kaybediyoruz.
Fakat Oblomov’un, pasifliğine
ek olarak bir tedirginliği de var. Huzursuz bir miskin o. Bizler gibi. Kabul
et, senin gibi.
Oblomov’un kendi
kendine yerinden kalkmayacağı belli. Sürekli o divanda öyle uzanacak. Ama bir
etkiye de hep açık kalacak. Beklenmedik bir anda ayağa kalkmasını sağlayacak
bir etkiye. Hatta buna, sanıyorum, bir aşamadan sonra gönüllü de olacak.
Birbirimizi biraz rahatsız etmekte fayda olduğunu düşünmemin nedeni bu. Yoksa
nasıl kalkarız o divandan?
Hey, arkadaşım, orada
mısın? Dinliyorsun değil mi? Aman, gitme!
Bu anlattıklarımı
duyanlardan bazıları sanacak ki, seni vesile edip aslında onlara sesleniyorum.
İlk anlaşılandan daha farklı bir şeyler anlatıyorum. Edebiyat veya felsefenin
kanıtlanmış kitaplarını okumanın sağladığı “üstünlük” duygusunu hissettirmek
falan gibi…
Hayır dostum, öyle
“yüksek” yazılarla ilgilenmiyorum. Bütün bu sözleri, içtenlikle sana
söylüyorum. Gerçekten.
Çünkü seni önemsiyorum.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder