Yaban Dil
Gece bir masadır
üzerine
anımsanan yüzleri koyduğumuz
Fazıl
Hüsnü DAĞLARCA
Yaşadığımız
yerde kıstırılmıştık. Tükenmek üzereydik. Bitiyorduk. Bu bitişi evlerimiz
arasında mekik dokuyarak, sıradan olayları her gün aynı ritimle konuşarak, birbirimize
anlatarak hızlandırıyorduk da. Biçare hayatlarımızı gündelik sevinçler ve
üzüntülerle sürdürürken, belki mutlu bile sayılacakken, birden o çıkageldi. Gri
toz bulutu içinden bize ulaşan gürültülü kamyonun yanına gidip karşıladık.
Herkese haber verdik, gelip görsünler diye. Bitişimiz ertelendi.
Gelmeyebilirdi.
Gelmeseydi, hiçbir şeyin farkında olmadan ölüp gidecektik buralarda. Öyle
düşündük. Geldi ve farkına varmamıza sebep oldu. Bitişimize de... Geldi ve bizi
sahiplendi. Onu yere göğe koyamadık. Burada, bu kayıp yerde bizimle kalmaya
ikna ettik. Zor oldu diyemem. Ahırdan bozma bir ev verdik. Evi güzelleştirdik.
İçini mavi badana yaptık. Dışına dokunmamızı istemedi. Dokunmadık. Durduk,
bekledik. Eve yemek taşıdık. Ufak tefek işlerini gördük onun. Sonra yine
bekledik. Koynuna kadın bile koyduk beklerken. Karıları olmayanlar kötü söz
söylemedi, düşünmedi. Ona Hoca dedik. ‘Öğreneceksiniz’ dedi, öğrendik. Hoca
bizimle birlikte üç yıl yaşadı. Daha uzun da yaşardı belki; ama olmadı işte.
Foyası ortaya çıktı. Aldatmıştı bizi. Buna dayanamadık. Daha bekleyemedik. Bir
gün hep birlikte karar verip onu öldürdük. Evet, öldürdük. Keserle üç kere
kafasına vurduk. Ben ilk darbeyi vurandım. Ölüsünü hasır yaygıya sarıp, üç kişi,
geceleyin dağa çıkardık. Orada bir yere gömdük, toprağını suladık. Keseri
mezarın başına diktik. Dua edip yas tutmadık ama. İçimizden biri mezara
tükürdü. Onu alıp bir güzel dövdük. Gönlerce insan içine çıkamadı. İşimiz
bitmişti. Evlerimize dağıldık. Öğrettiklerinin hepsini bir gecede unuttu
herkes. Ben hariç ama. Her şey hafızama kazılı kaldı. Hayır mıdır şer mi,
bilemedim.
Sonraki
günlerde onsuz ne yapacağımızı kara kara düşündük durduk. Pişman değildik,
hayır, böyle demek istemiyorum, yanlış anlaşılmış olabilir. Ölmesi gerekiyordu
Hoca'nın. Kaçınılmazdı bu. Rencide olmuştuk. Sustuk. Düşüncelerimizi
birbirimize açmadık. Ama herkesin bunu, ne yapacağımızı, düşündüğünü biliyorduk. O öldüğünde, bunu
sessizce duyurduk ve sustuk. Duruşumuzu susuşla değiştirdik. Hepimiz tek nefes,
sus pus olduk. Günlerce hiç konuşmadık. Konuşamadık. Hem neden konuşacaktık ki?
Ondan, onun hafızalardan silinen öğrettiklerinden, söylediklerinden,
gösterdiklerinden mi? Yoksa olmayan kendimizden mi? Yaşadığımız yerden mi yoksa?
Birçok şey göstermişti bize ama hepsi de nafileydi. Anlamsızdı artık. O varken
bir anlam taşıyordu her şey, o yokken de her şey silinip gitmişti işte. Bir
anlam aradık, bir neden aradık, bulamadık. Düşündük, yemek yedik, sigara içtik,
çalıştık, yorulduk, düşündük. Gömdükten beş gün sonra ağlamaya başladık. Her
yerde ağlıyorduk. Hepimiz ağlıyorduk. Çoluk çocuk, yaşlı genç herkes... Konuşmadan
ağladık durduk. Kızdık Hoca'ya, hem de çok kızdık. Ama nafile.
Suskunluğu
ilk bozan Hüsrev oldu. İlk lafı hiç unutmadık. Hüsrev yatsı vakti koşarak kahveye
girdi ve korku dolu gözleriyle yaşlı gözlerimize bakarak, ‘evde ışık var’ dedi. Evde ışık varmış. Öyle dedi. Tepsi
elimden düştü, yerde yuvarlandı, her yer çay oldu, cam kırığı oldu. Bahsettiği
ev Hoca'nın eviydi. Dışına dokunmadığımız hane. Bir adım attım. Cam kırıkları
ayakkabılarımın kauçuk tabanına saplandı kaldı. Herkes kalktı, koşarak evin
yolunu tuttuk. Sokaklarda köpekler uluyordu. Taş attık. Bir köpek Hasan'ı fena
ısırdı. Tekmeledik, sopayla vurduk, viyaklayarak kaçıp gitti. Eve vardık, bir
de ne görelim, sahiden de evde ışık vardı. Durduk. Evin önünde çömeldik,
oturduk. Perdeler çekiliydi, hiç gölge yoktu. Gözlerimizi açıp daha da dikkatle
baktık. Hayır, hiçbir kıpırtı, hiçbir ses, hiç bir gölge yoktu evde. Ne
arıyorduk ki? Ne olabilirdi? Ne olmalıydı? Hayalet mi? Kalkıp eve yaklaşayım
dedim. Elimi bıçağıma götürdüm. Birkaç kişi engel oldu. Beni yine aynı yere
oturttular. Birer sigara yaktık, derin derin içimize çektik. ‘Hoca’ diye
geçirdim içimden, ‘Hoca neden bizi seçtin ki?’. Sonra da ayakkabılarımın
tabanındaki cam kırıklarını çıkardım tek tek. Hüsrev'in esrarlı sigarası elden
ele dolaştı; hepimiz bir hoş olduk. Gecede o biçim yok olduk.
Ay
bulutların içine bir girip bir çıkıyordu. Orada öylece ne kadar yok olduğumuzu
bilemiyorum ama epeyce uzun bir süre olmalı ki evlerimize döndüğümüzde nedense
yaşlanmış olduğumuz duygusuna kapıldık. Kendimize, yüzümüze bakmak için ayna
aradık, bulamadık. Ertesi gün bunu konuştuk durduk. Kimi saçındaki beyazları
hayretle gösteriyor kimi de pul pul olup dökülen derisini kırmızı beyaz çay
tabaklarında topluyordu. Sahi, neden girmemiştik içeri? Neden hiç
yaklaşamamıştık Hoca'nın evine? Anahtarı bizdeydi. İstesek giremez miydik yani?
Korkmuş muyduk? Peki bundan sonra ne yapacaktık? Her gece yine o eve gidip
önünde bekleyecek ve daha da yaşlanacak mıydık yani? ‘Yaşlanıyoruz, hızla
yaşlanıyoruz’, dedi Davut. Herkes ona baktı. Sonra kendine, yeniden.
‘Hayal
görüyorsunuz siz.’ dedim titreyen sesimle, ‘Ne yaşlanması? Daha ne yaşlanmasından
söz ediyorsunuz? Bizler zaten yaşlı değil miyiz?’ Herkes bana sırtını döndü.
Önemsemedim. Kalkıp evimin yolunu tuttum. Yolun yarısında ayakkabılarımı
giymediğimi fark edip küfrederek gerisin geriye döndüm. Kahvedekiler gitmişti.
Koca ayakkabılar bir sandalyenin altında duruyordu. Alıp giydim. Hayır
giyemedim. Ayakkabılar ayaklarıma o kadar büyük geldi ki... Geri çekildim. Bunlar Hoca'nın
ayakkabılarıydı. Evet, onlardı. Sarı tokalarından tanıdım. Üç kulhüvallah, bir
elham okudum.
Ertesi
gün üç beş kişi toplanıp Çukurdağ'a çıktık. Hocayı gömdüğümüz yeri, mezardaki
keseri aradık durduk saatlerce. Oradan buraya sürüklendik. Yorulduk. Oturup
ekmeğimizi yedik, sigaralarımızı tüttürdük.
'Ayakkabıları kim aldı acaba' dedi Nevi. 'Her kim aldıysa...' dedim;
dediğimin sonu gelmedi. Herkes başka bir şey söylüyordu. Kimine göre
kayalıklara yakındı mezar, kimine göre de kaynağa. Bence biraz daha
yukarılarda, Yanartaş'ın yakınlarında olmalıydı. Yemekten sonra duamızı edip
aramayı sürdürdük, Yanartaş'a da çıktık ama mezarı bulamadık. Önemsememiş gibi
gözüktük ama içimiz içimizi kemiriyordu. İnanmak istemiyorduk ama galiba bir kayıp
mezar hikâyemiz olmuştu. Artık kuşaktan kuşağa anlatılırdı bu. Biz bulamadıysak
kimse bulamazdı Hoca'nın mezarını. Nevi bir türkü söylemeye başladı. Dağdan
aşağı indik. Bir süre hiçbir şey düşünmedik. Gündelik boktan hayatlarımıza geri
döndük. Şişedeki gazyağı bitmiş olacak ki Hoca'nın evindeki ışık da söndü. Her
şey normale dönmüştü. Normal neyse.
Zaman
geçiyor çocuklar büyüyüp delikanlı, genç kız oluyorlar, evler eskiyor, burası,
yaşadığımız yer eskiyor, içimizden birileri ölüyor, yenileri doğuyor, isimler
aranıyor, isimler koyuluyor, kutlamalar, cenaze törenleri, her şey ama her şey
iç içe geçiyordu. Şaşkınlıklarımızı kaybetmiştik ama şaşkınlıklarımızın ve
diğer korsan duygularımızın Çukurdağ'da kanlı bir keserin altında bir yerde
kalmış olduğunu biliyorduk. Önce karım sonra da iki kızım öldü. Karım asfaltta,
kamyonun altında kalmış, feci bir şekilde ölmüştü. İki hafta sonra da kızlar...
Neden öldüklerini anlayamadık. Bahçede yanmış cesetlerini buldum. Ama ortada
başka bir şey yoktu. Ne gaz tenekesi ne başka bir şey. Cayır cayır yanmışlardı.
Annelerinin yanına gömdük.
Bütün
bu anlattıklarım çok uzun zaman önceydi. Şimdi hiç bir şeyi hatırlamak
istemiyorum. Yeterince acı çektim bu hayatımda. Ama bunun nedenini de
biliyorum. Acı kimsesiz bir şeydir. Kimi kimsesi yoktur acının. Acı acıdır
işte, hem de berbattır. Neyse, bütün bunları kurcalamak istemiyorum, benim
istediğim sadece ayakta durabilmek. Bunun için de birkaç yıl önce yaşadığım
yerden ilk kez ayrılıp başka bir yere geldim. Gelmekle kalmayıp buraya
yerleştim de. Ne garip değil mi? Her şeyi bırakıp gitme yaşında değilim oysa. O
her şey ne ise...
Geldiğim
bu viran yerde beni iyi karşıladılar. Tutunabilmek ve yaşayabilmek için bir
şeyler yapmam gerekiyordu, ben de Hoca'dan öğrendiklerimi yapmaya başladım.
Sonumun onun gibi olacağını biliyorum. Adımı da ondan ödünç aldım. Bir gün beni
kıstırıp öldürecekler bunlar. Buna da hazırım. Ama öğrendiklerimi iyi belledim
ben. Hoca ne demişti bizim oralara geldiğinde, ‘Batılılar geliyor’, demişti. ‘Her
yer Batılılarla dolacak. Akın akın gelecekler. Herkes Batıca konuşacak artık.
Ben de Batıca’yı öğretmeye geldim size’, demişti. Bizim oraları kendisi
seçtiğini söylemişti. ‘Haritaya parmağımı koydum ve burası çıktı. Takdir-i
İlahi’ demişti. Biz de ona inandıydık. Batıca’yı öğrenmek için seferber
olduyduk. Doğrusu bu dili iyi öğrenmişti herkes. Şimdi benim de burada yapmam
gereken bu: Batıca'yı iyi belletmek, uzun bir zamana yaymak bu işi. Oysa ne
Batılılar var ne de Batıca. Hepsi bir oyun. Olmayan, yaban bir dil. Olmayan
insanlar. Asla gelmeyecek olan insanlar.
Hoca,
neden bizi seçtin ki. Bizim günahımız neydi. Bak, şimdi beni de davulla
zurnayla eğlendiriyorlar, koynuma kadın bile sokuyorlar, aş veriyorlar. Ya
sonra ne olacak? Yaşayabilmem için senden öğrendiklerime muhtaç olmam ne garip.
Yaşam ne garip. Burası, insanlar...
Fotoğraf:
Old Barn and Milkyway, Clark Crenshaw
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder