Annie Thebaud-Mony, yaşamak için çalışmaya mecbur olan insanların itiraz edemeyecekleri koşullarda iş yapmak zorunda bırakılmasının bir suç olduğunu anlatıyor.
Kiminin Canı, Kiminin Kazancı
Ara sıra birileri
ölüyor. Geçinmek için çalışırken ölüyorlar. Yani “iş kazası” denen şeyler
yaşanıyor. Birileri de sakat kalıyor. Daha fazla kişi ise, sadece yaralanmayla atlatıyor
kazayı. İyileşip çalışmaya devam ediyorlar.
Olur böyle şeyler!
Normal... Emekçi fıtratı! Öyle diyorlar.
İş kazaları sonucu
Türkiye’de her altı saatte bir işçinin ölmesi, her iki buçuk saatte bir de
sakatlanma meydana gelmesi... Ve başka bir sürü rakam. Rakam onlar, değil mi,
birer rakam, insan değil!
Bazen bu yaşananlar, istatistik
olmayı aşıyor. Birer haber haline geliyor.
Zonguldak’ta çöken bir
maden ocağı ile ilgili gelişmelerin günler boyunca verildiği oluyor. Günlerce
yerin altından bir umut bekleniyor, canlara ulaşılmaya çalışılıyor.
Bezen de kısaca
değinilip geçilen haber olarak karşınıza yıkılan bir inşaat iskelesi çıkıyor.
Direğin tepesindeki
trafonun bakımını yapan elektrik işçileri de ölünce iki dakikalık bir haber olmayı
başarıyorlar.
Bunu başardıklarında ne
oluyor? Ne olacak, televizyona çıkıyorlar. Veya gazeteye, internete... Göbek
atan, ağlayan, kaybolan, sevinen, yalan söyleyen insanların arasında onlara da
yer veriliyor. Sonra bir film, geçen hafta kaldığı yerden devam ediyor. Sonra
reklamlar başlıyor ve birilerinin sizin için ürettiği ürünleri almanız yönünde
sözler ediliyor. İşçiler değil ama, o ürünleri firmalar üretiyor. Sizin için
üretiyorlar, para kazanmak falan değil amaçları. Tek istedikleri, siz bu
ürünleri alıp mutlu olun! Peşinden tekrar haberler başlıyor. Bir yerde deprem
oluyor, evler yıkılıyor. Başka bir yerde trafik kazası... E, normal bunlar!
Sonra bir film daha geçen hafta kaldığı yerden devam ediyor.
NORMAL OLARAK!
Yaygın medyada haberleri
yönetenlerin ve köşe başlarını kapmış yorumcuların çoğunluğu sistemin
savunucuları değil mi? İş kazaları konusunda o kaynaktan edineceğiniz fikirlerin
mevcut durumu meşrulaştırır nitelikte olması “normal”.
Elbette böyle kötü
haberleri verirken ve yorum yaparken, üzülmeniz gerektiğini anlatırlar. Bir
sonraki habere geçene kadar veya yarım saat sonra başlayacak diziye kadar veya
birkaç gün sonra gündemi etkileyecek önemli bir gelişmeye kadar
üzülebilirsiniz.
Hatta çalıştığınız
yerde olursa, iş kazasından daha fazla etkilenebilirsiniz. Veya oturduğunuz
apartmanın dış cephesini boyarken bir işçi iskeleden düşerse, çok “duyarlı”
davranabilirsiniz. Hastane masraflarına katılmaktan ailesinin geçimine yardım
etmeye kadar çeşitli girişimlere destek verebilirsiniz.
Ama sorgulayamazsınız.
Çünkü iş kazası, “doğal” risklerden biridir. Bu nedenle işyerlerinde “risk
yönetimi ve değerlendirmesi” diye çalışmalar bile yapılır.
ÜRETİM KİM İÇİN, NE
İÇİN?
Evet, birileri kâr amaçlı üretim düzeninin ve bu mülkiyet biçiminin devamı için aralıksız bir şekilde çalışıyor. “Beyinleri kontrol enstitüleri” ve “duyguları kontrol enstitüleri”, çeşitli isimler altında sürekli raporlar hazırlıyorlar.
Ama ellerindeki büyük
olanaklara, yalan üreten devasa mekanizmalara rağmen, istedikleri sonucu tam
alamıyorlar. Vicdanın ve gerçeklerin sesi bir türlü bastırılamıyor.
Örneğin, Annie
Thebaud-Mony’nin çalışmalarının yaygınlaşmasını önleyemiyorlar.
Kendini “Sağlık ve iş
hakkı militanı” olarak tanımlayan bu sosyolog, dünya çapında bir duyarlık
yaratma peşinde. Başta memleketi Fransa’dan örnek olayları ele alarak, sorunun
sadece görünen yönünü değil, kökenini de sorguluyor.
Annie Thebaud-Mony’nin
“Çalışmak Sağlığa Zararlıdır” kitabını okuduğunuzda, üzerinde yeniden
düşüneceğiniz kavramlardan biri de “şiddet” olacaktır.
Bazen “terör” olayı
olarak adlandırılan toplumsal gösterilerde, birçok kişi, göstericilerin
cezalandırılması gerektiğini savunur. Yazarımız da diğerlerinin beden
bütünlüğüne, sağlığına ve onuruna saldıran insanların cezalandırılmasına itiraz
etmiyor. Tersine, aynı şeyi talep ediyor. Yaşamak için çalışmaya mecbur olan
insanların itiraz edemeyecekleri koşullarda iş yapmak zorunda bırakılmasının bir
suç olduğunu, etraflıca anlatıyor.
“Çalışanın ihmali” veya
“kendi hatası” gibi yaklaşımlardaki çarpıklığı gözler önüne seriyor. Sorunun
kökeninde “ekonomik egemenlik”in yattığını anlatıyor.
Üretimin çevre ülkelere
kaydırılmasından taşeronlaşmaya kadar çeşitli yöntemlerle amaçlanan, üretim
maliyetlerinin düşürülmesi değil mi? Kendisi “iyi kalpli” olsa bile, bir patron
veya onun yöneticisi, kâr amaçlı işletmesini daha az kâr edecek biçimde
çalıştırabilir mi? O şekilde varlığını sürdürebilir mi?
Peki, iş kazalarını ve
meslek hastalıklarını önlemek için alınacak önlemler, belli bir sınırdan sonra
firmaların emek verimliliğini düşürüp rekabet gücünü azaltacaksa, patronlardan
vicdanlı olmalarını rica etmek bir işe yarar mı?
En sağlam dayanaklarla
kafanızda böylesine net düşünceleri oluşturmakla birlikte, “büyük siyaset”
çıkmazına da sapmıyor Annie Thebaud-Mony. Sorunun çözümünü, her şeyin
düzeleceği büyük bir kurtuluş gününe ertelemeyi düşünmüyor.
“Ana mesele, bireylerin
ya da toplumun yaşam, sağlık ve onur haklarına saygı duyulmasını sağlamak için
toplumsal ve politik alanda baskı yapılmasıdır” diyor.
Siyaset tavrı açısından
da dikkate alınarak okunacak bir kitap, “Çalışmak Sağlığa Zararlıdır.”
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder