Bir Değil, Bin Hayatım Var Benim - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Bir Değil, Bin Hayatım Var Benim - Hande Çiğdemoğlu

Bir Değil, Bin Hayatım Var Benim - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş

 Bir Değil, Bin Hayatım Var Benim

Gece, uykudan önceki o son dönemeçte kalabalıklaşırız biz. Yazılmış, yarım kalmış, henüz yazılmamış hikâyelerin kahramanları yanı başımda belirirler. Onlar uyumazlar zaten. Defter kağıtlarından, bilmem kaçıncı kez otomatik kaydedilmiş Word dosyalarından, kartuşu bitmiş yazıcılardan dökülen numarasız beyaz sayfalardan çıkmaları zor olmaz. Birbirlerini tanımıyor gibi yapsalar da aralarında fısıldaşmaları gözümden kaçmaz. Beni çekiştiriyor da olabilirler. Belki benim bilmediğim şeyleri birbirlerine anlatıyorlardır.

Kimi zaman küskün, çoğu zaman öfkeli olur Mavi, bana çıkışır. “Yarım bıraktın.” der. “Hala bekliyorum. Hani kurtulacaktım bu dehlizden? Her gece dua ediyorum. Hikâyem mutlu bitsin diye.” Söyleyemem; “Hikâyenin sonu, senin sonun olacaktı. Elim varmadı yazmaya.”

Mavi bilmez, “Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar.” ile biten masallardan sonra, gökten düşen elmalardan birini yemiş, diğerinin kabuklarından kayık yapmış, sona kalan en güzelini ise kargalara yedirmiş bir çocuktum ben. Masal biterdi bitmesine de ya sonra? Çocukluk merakla kol kola koşuşturup durdu, zaman çabuk geçti ve büyüdüm. Ve anladım ki ne sonsuzluk diye bir şey var, ne de mutluluk. Demek ki sonsuza dek mutlu yaşamak diye bir şey hiç olmamıştı. Kandırılmıştık. Ama ben seni kandıramazdım Mavi.  “Sen doğduğun karanlık kuyudan zaten çıkamayacaktın, üstelik bunun için çabaladıkça balçığa daha da batacaktın. Kıyamadım işte, bu yüzden yarım kaldı öykü.”  diyemem de. “Yarım kalmak kötü biliyorum ama umut iyidir be Mavi…” derim.

Omuz silkmesiyle, dokunsan ağlayacak gözlerini hasetle devirmesi bir olur. “Oysa Hediye Abla’nınki iyi bitti.” 

“Ama” derim, “Hediye’nin kırk yıllık yalnızlığının ödülüydü o. Annesi onun yüzünden öldü diye babası tarafından da terk edilen bir çocuktu. Küçücük bir kasabada giden vapurların arkasından bakarak, gelenleri kaçırarak geçen yarım yamalak yaşanan bir hayatı, yıllar sonra hiç tanımadığı kardeşiyle onarıp tamlamayı hak etmiyor mu sence?”

Gözleri bir anda adı gibi parlayıverir. “Etmez olur mu,  Hediye Ablam her şeyin en güzelini hak eder.”

Diyorum ya tanıyorlar bunlar birbirlerini. Hâlbuki kimi çocuk, kimi yaşlı, kimi kadın, kimi kadın doğmayı canını verecek kadar isteyen bir erkek, kimi ise cinsiyetlerin çok ötesinde. Hepsi insan değil ya. Kuşlar var içlerinde mesela. Çiçekli ağaçlar var, kahve fincanları, su birikintileri, cadılar... Kimi suçlu, kimi masum. Kimi suçu kadar masum, kimi masumiyeti gibi günahkâr.

Gözünün yaşı içine akmış anne başucuma oturur. Hayatında kimseye minnet etmemiş bu kadının üstünde duran ricacı tavır, bol bir elbise gibi dökülür.  “Ne olur bizi yeniden yaz. Pişmanım, onu polislere vermeyecektim. Katil de olsa evladım o benim. Ne yapar ne eder saklardım. Bağrıma basardım.”

Gözyaşları bu kez benim yastığıma değer. Bir an düşünürüm, cezalandırılacak olan belki o, belki de öğretilmiş anneliğiydi. Ama öykülerin de bir hukuku vardı. “Kararı sen verdin, ben yazdım. Hem noktası konulmuş sonu değiştirmek uğursuzluk getirir. Sadece sen ben değil, hepimiz sıkışır kalırız klavyede Q ile Ü arasına. Her yanımız kağıt kesiği olur, kanaya kanaya yok oluruz.” derim. Çaresiz iç çeker. Daha da yaşlanır sanki. Başını göğsüme koyar, bir annenin yangınını, anneliğimin şefkatiyle söndürmeye çalışırım. Elimden daha fazlası gelmez.

Uyku gözkapaklarımı zorlar. Ama ben onları izlemekten de, dinlemekten de cayamam. Zeliha yaptığı yeni resmi gösterir, Serhat banknotların içinde ağzı dolu dolu bir şeyler anlatır, Seher’in unlu ellerinde uçak biletleri, kremalı bisküvim ise o vapura tekrar tekrar biner. Erol’un gözlerindeki perde delik deşik, adını koymadığım o kadın ise kocasını öldürüp öldürmemekte kararsız. Ayten, ciğeri yapmış gözü, yorgun zembereğinin yolunda. Yiğit ise kavruk umuduyla hâlâ o otobüs koltuğunda. Cahide ile Nermin dalaşıp dururlar, her gün başka bir anı anlatmaya yarışırken.

Onlarla birlikte şehirler, kasabalar, sokaklar, evler, denizler, bulutlar da toplanıp gelir, kalabalığımıza katılır. Hepsinin rengi, kokusu birbirine karışır. Çocukluğum tavana asılmış bana göz kırparken, henüz kağıda doğmamış hikayelerin sabırsız gizemi sarhoş edici bir buhur gibi etrafımı sarar. Ben her gece böyle uykuya dalarım.

Uyku diyarına da peşimden gelirler. Hepsi rüya kadar gerçek, rüya kadar tanıdık bazen de yabancıdır. Kim rüyalarının sahibidir ki zaten? İşte hikâyelerini hatta bazen isimlerini kabul etmeyen, kendi tercihlerini yaşayan, üstelik bunu bana her gece peşimden geldikleri rüyalarımda anlatan dostlarım var benim. Onlarla zenginleşir, aralarına yeni katılacaklarla heyecanlanırım.

Sözcükler dans ederken, onlarla üst üste koyarız, dağlar gibi yükselen acıları. Umut desen o dağların üstündeki duman. İçinde sevgi yoksa taş ortadan çatlar. Yürekler var sağımda solumda, soluğumdan yakında. Aşka yoğrulmuş, aşkla yorulmuş yürekler. Çeperleri kinle kalınlaşmış olanlara bir bak. İçeri sızıp bir dokunsan yumuşacık. Kimisi yerinde unutulmuş. Ne yapsan da kan pompalamaktan başka bir şey bilmez. Ve çocuk yürekler, ne desen inanır öyle saf.

Yalnızlığımı küstürmeden kalabalıklaşıyoruz işte gün be gün. Bir değil, bin hayatım var benim!

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder