Bir
Değil, Bin Hayatım Var Benim
Gece,
uykudan önceki o son dönemeçte kalabalıklaşırız biz. Yazılmış, yarım kalmış,
henüz yazılmamış hikâyelerin kahramanları yanı başımda belirirler. Onlar
uyumazlar zaten. Defter kağıtlarından, bilmem kaçıncı kez otomatik kaydedilmiş
Word dosyalarından, kartuşu bitmiş yazıcılardan dökülen numarasız beyaz
sayfalardan çıkmaları zor olmaz. Birbirlerini tanımıyor gibi yapsalar da
aralarında fısıldaşmaları gözümden kaçmaz. Beni çekiştiriyor da olabilirler.
Belki benim bilmediğim şeyleri birbirlerine anlatıyorlardır.
Kimi
zaman küskün, çoğu zaman öfkeli olur Mavi, bana çıkışır. “Yarım bıraktın.” der.
“Hala bekliyorum. Hani kurtulacaktım bu dehlizden? Her gece dua ediyorum.
Hikâyem mutlu bitsin diye.” Söyleyemem; “Hikâyenin sonu, senin sonun olacaktı.
Elim varmadı yazmaya.”
Mavi
bilmez, “Ve sonsuza dek mutlu yaşadılar.” ile biten masallardan sonra, gökten
düşen elmalardan birini yemiş, diğerinin kabuklarından kayık yapmış, sona kalan
en güzelini ise kargalara yedirmiş bir çocuktum ben. Masal biterdi bitmesine de
ya sonra? Çocukluk merakla kol kola koşuşturup durdu, zaman çabuk geçti ve
büyüdüm. Ve anladım ki ne sonsuzluk diye bir şey var, ne de mutluluk. Demek ki
sonsuza dek mutlu yaşamak diye bir şey hiç olmamıştı. Kandırılmıştık. Ama ben
seni kandıramazdım Mavi. “Sen doğduğun
karanlık kuyudan zaten çıkamayacaktın, üstelik bunun için çabaladıkça balçığa
daha da batacaktın. Kıyamadım işte, bu yüzden yarım kaldı öykü.” diyemem de. “Yarım kalmak kötü biliyorum ama
umut iyidir be Mavi…” derim.
Omuz
silkmesiyle, dokunsan ağlayacak gözlerini hasetle devirmesi bir olur. “Oysa
Hediye Abla’nınki iyi bitti.”
“Ama”
derim, “Hediye’nin kırk yıllık yalnızlığının ödülüydü o. Annesi onun yüzünden
öldü diye babası tarafından da terk edilen bir çocuktu. Küçücük bir kasabada giden
vapurların arkasından bakarak, gelenleri kaçırarak geçen yarım yamalak yaşanan
bir hayatı, yıllar sonra hiç tanımadığı kardeşiyle onarıp tamlamayı hak etmiyor
mu sence?”
Gözleri
bir anda adı gibi parlayıverir. “Etmez olur mu,
Hediye Ablam her şeyin en güzelini hak eder.”
Diyorum
ya tanıyorlar bunlar birbirlerini. Hâlbuki kimi çocuk, kimi yaşlı, kimi kadın,
kimi kadın doğmayı canını verecek kadar isteyen bir erkek, kimi ise
cinsiyetlerin çok ötesinde. Hepsi insan değil ya. Kuşlar var içlerinde mesela.
Çiçekli ağaçlar var, kahve fincanları, su birikintileri, cadılar... Kimi suçlu,
kimi masum. Kimi suçu kadar masum, kimi masumiyeti gibi günahkâr.
Gözünün
yaşı içine akmış anne başucuma oturur. Hayatında kimseye minnet etmemiş bu
kadının üstünde duran ricacı tavır, bol bir elbise gibi dökülür. “Ne olur bizi yeniden yaz. Pişmanım, onu
polislere vermeyecektim. Katil de olsa evladım o benim. Ne yapar ne eder
saklardım. Bağrıma basardım.”
Gözyaşları
bu kez benim yastığıma değer. Bir an düşünürüm, cezalandırılacak olan belki o,
belki de öğretilmiş anneliğiydi. Ama öykülerin de bir hukuku vardı. “Kararı sen
verdin, ben yazdım. Hem noktası konulmuş sonu değiştirmek uğursuzluk getirir.
Sadece sen ben değil, hepimiz sıkışır kalırız klavyede Q ile Ü arasına. Her
yanımız kağıt kesiği olur, kanaya kanaya yok oluruz.” derim. Çaresiz iç çeker.
Daha da yaşlanır sanki. Başını göğsüme koyar, bir annenin yangınını,
anneliğimin şefkatiyle söndürmeye çalışırım. Elimden daha fazlası gelmez.
Uyku
gözkapaklarımı zorlar. Ama ben onları izlemekten de, dinlemekten de cayamam.
Zeliha yaptığı yeni resmi gösterir, Serhat banknotların içinde ağzı dolu dolu
bir şeyler anlatır, Seher’in unlu ellerinde uçak biletleri, kremalı bisküvim
ise o vapura tekrar tekrar biner. Erol’un gözlerindeki perde delik deşik, adını
koymadığım o kadın ise kocasını öldürüp öldürmemekte kararsız. Ayten, ciğeri
yapmış gözü, yorgun zembereğinin yolunda. Yiğit ise kavruk umuduyla hâlâ o
otobüs koltuğunda. Cahide ile Nermin dalaşıp dururlar, her gün başka bir anı
anlatmaya yarışırken.
Onlarla
birlikte şehirler, kasabalar, sokaklar, evler, denizler, bulutlar da toplanıp
gelir, kalabalığımıza katılır. Hepsinin rengi, kokusu birbirine karışır.
Çocukluğum tavana asılmış bana göz kırparken, henüz kağıda doğmamış hikayelerin
sabırsız gizemi sarhoş edici bir buhur gibi etrafımı sarar. Ben her gece böyle
uykuya dalarım.
Uyku
diyarına da peşimden gelirler. Hepsi rüya kadar gerçek, rüya kadar tanıdık
bazen de yabancıdır. Kim rüyalarının sahibidir ki zaten? İşte hikâyelerini
hatta bazen isimlerini kabul etmeyen, kendi tercihlerini yaşayan, üstelik bunu
bana her gece peşimden geldikleri rüyalarımda anlatan dostlarım var benim.
Onlarla zenginleşir, aralarına yeni katılacaklarla heyecanlanırım.
Sözcükler
dans ederken, onlarla üst üste koyarız, dağlar gibi yükselen acıları. Umut
desen o dağların üstündeki duman. İçinde sevgi yoksa taş ortadan çatlar.
Yürekler var sağımda solumda, soluğumdan yakında. Aşka yoğrulmuş, aşkla
yorulmuş yürekler. Çeperleri kinle kalınlaşmış olanlara bir bak. İçeri sızıp
bir dokunsan yumuşacık. Kimisi yerinde unutulmuş. Ne yapsan da kan
pompalamaktan başka bir şey bilmez. Ve çocuk yürekler, ne desen inanır öyle
saf.
Yalnızlığımı
küstürmeden kalabalıklaşıyoruz işte gün be gün. Bir değil, bin hayatım var
benim!
Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder