Ne Güzel Şey Hatırlamak Nazım'ı - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
Ne Güzel Şey Hatırlamak Nazım'ı - Zafer Köse

Ne Güzel Şey Hatırlamak Nazım'ı - Zafer Köse

Paylaş
Kurtuluş Savaşı’nda yer alanlar da dahil, on yıllar boyunca sol dünya görüşündeki insanların öldürülmesi, barbarca engellenmesi sonucunda, muhalefetin kitlelere ulaşması önlendi. Bir zamanlar 'sosyalist tehlikeye' karşı desteklenen dinci 'muhalefet' ise, sonunda büyüyüp iktidara geldi. Çünkü düzenin değişmesini isteyen kitlelere, sadece onların 'muhalif' gibi görünen sözleri ulaşıyordu.

Ne Güzel Şey Hatırlamak Nazım'ı

Fabrikanın bakım teknisyeni, elini genel müdürün omzuna koyup “Sen de çok önemli bir iş yapıyorsun,” diyor, “stratejik kararlar veriyorsun.”

Olabilir mi böyle bir şey? Hiyerarşik sistemde aşağıdaki kişi üsttekine alçak gönüllü davranabilir mi?

Alçak gönüllü her davranış, yukarıdan aşağıya iletişim durumu yaratır; dikkat çekecek ölçüde öyle davrananlar, üstte bulunma konumlarını somutlaştırmış olurlar. Çoğu zaman “alçak gönüllü olmak” ile “alçak gönüllü davranmak” birbirine karşıt eğilimler olarak ortaya çıkar.

Aynı şey “içtenlik” ve “duyarlılık” konuları için de geçerli değil mi? İçtenliği kanıtlamaya veya duyarlılığı ayrıntılı biçimde anlatmaya yönelik çabalardan şüphelenmek gerek.

DİLE GELEN ROMAN

Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim romanında, kahramanların 1920’lerin ilk yarısında İzmir yakınlarında yaşadıklarını okuyorsunuz. Olaylar bazen bir karakterin bazen diğerinin gözüyle, bazen de hâkim bakış açısıyla anlatılıyor. Bir kahramanın iç sesi anlatıcının sesinin arasına giriyor. Bir Sovyetler Birliği’ne gidip geliyorsunuz bir İstanbul’a. Geçmiş zamandan birdenbire şimdiki zamana, oradan gelecek zamana atlanıyor. İç içe geçen hikayeler biçiminde gelişiyor anlatı. Roman ilerledikçe, araya giren hikayelerin ağırlığı artıyor, yer yer iyice öne çıkıyor.

Böyle eşsiz bir anlatımla, içeriğe uygunluğu bile aşıp içerikle bütünleşen bir biçim yaratılıyor. Sanki yazarın ustalığı değil de, anlatılan olayların içli olması sizi etkiliyormuş gibi hissediyorsunuz. Sanki hikayeyi Nazım anlatmıyor, hikaye kendisi dile geliyor gibi. Bu sayede, romanın eli yüreğinize uzanıyor, dokunuyor. İçinizden hüzün, öfke ve yaşama sevinci taşıyor.

Öylesine uygun bir mesafeden anlatılıyor ki olaylar, her şeyi ancak gerektiği kadar görüyor ve daha iyi görmek için metne yaklaşmaya çalışıyorsunuz. İçtenliğini kanıtlama derdinden ve duyarlığını anlatma telaşından öyle uzak bir metin ki bu, samimiyet iliklerinize kadar işliyor.

Bir kahraman, merdiven tırabzanlarından kayarak ölüme atlıyor. Hiç sitem etmeden, hayata küsmeden.

Bir kadın, siyasi nedenle hapiste yatan kocasına, kendilerine uygulanan baskıyla bağlantılı olarak öğretmenlikten atıldığını söylüyor. Hiç dertlenmeden, yakınmadan.

Bir köpek tarafından ısırılan ama kaçak yaşamak zorunda olduğu için doktora gidemeyen genç, kuduz belirtileri başlarsa gerekeni yapması için, arkadaşına tabancasını veriyor. Çok üzülerek, korkarak.

Bir kez daha anlıyorsunuz ki, büyük edebiyat, derin duyguları konu edinince ortaya çıkıyor. Bunları gözünüze parmak sokar gibi anlatmadan.

DİRENEN ANLATI

Yaşamak Güzel Şey Be Kardeşim, yazıldıktan onlarca yıl sonra mücadeleye devam eden bir roman. Öncelikle, soysuzluğun sanattaki yansıması olan arabesk anlayışın karşısında anıt gibi dikiliyor. Duygusallığın karşısına duyarlılığı çıkararak yapıyor bunu. Vıcık vıcık sululuğa karşı, okura güvenen bir mesafeli duruş sergiliyor.

Piyasadaki “entelektüellerin” arabesk kültürüne hoşgörülü yaklaşmalarının, aslında topluma karşı “alçak gönüllü davranmak” hevesine karşılık geldiğini düşünmenizi sağlıyor. Gerçekte, halkın hiçbir değerini benimseyememiştir onlar.

Romanın bakış açısı, ezberlenmiş bazı siyasal yorumları geçersiz hale getiriyor. Özellikle, 1950’de Demokrat Parti ile başlayan dönemin, Cumhuriyet’in ilk döneminden bir kopuş olduğuna yönelik yargının doğru olmadığını, bu açıdan bakınca görüyorsunuz.

Evet, Cumhuriyet’in kurucu kadrosu bağımsızlıktan yanaydı, sonraki iktidarlar ise ekonomisi dışa bağımlı bir ülke yarattılar. Ama bunun nedeni, ekonomik sistemi değiştirmeleri değildi. Söz konusu olan, “serbest rekabet” ortamında kâr amaçlı üretime dayanan bir ekonomi anlayışının ilerleyen yıllarda uluslararası piyasalara entegre olabilecek boyuta ulaşmasıydı.

Aynı şekilde, sonrakilerin tek parti rejimini eleştirmeleri, farklı bir dünya görüşüne dayanmıyordu. Tek parti dönemiyle ilgili eleştirilen bütün uygulamalara ortak olan kişilerdi, onlardan ayrılıp iktidara gelenler.

Yani kültürel yozlaşmanın ve siyasal bağımlılığın ortaya çıkmasının nedeni, Cumhuriyet’in kuruluş dönemindeki anlayışın değişmesi değil, tersine değişmemesi olarak kabul edilmeli. Ne tek parti döneminin İsmet Paşa’sına karşı Marko Paşa dergisini çıkararak direnenlere, ne emeğin hakkını savunanlara yaşam hakkı tanındı. Ülkeyi işgal edenlere bile gösterilmeyen bir düşmanlıkla, korkunç bir nefretle ezdiler onları.

“Ortada işçi sınıfı yok; sanayisi olmayan bir ülkede sosyalizm olmaz, demokrasi olmaz!” diyen aydınlar popüler yapılarak onlara kanaat oluşturma fırsatı verildi. Oysa aynı aydınlar, sanayisi olmayan bir ülkede milli burjuvazi yaratma kararını sorgulamadı.

Ve burjuvazinin “milli” kalmasının nasıl mümkün olacağı açıklanmadı. En önemlisi, ilk yıllardaki “milli burjuvazi yaratmak” amacının sonraki yıllarda ülkeyi “Küçük Amerika” yapma hayalinin temelini oluşturduğu gerçeğinin üstü örtüldü.  Demokrat Partinin o meşhur “Her mahalleye bir milyoner” anlayışı, kuruluştaki ekonomik yapının sonraki adımı değil midir?

ANLATMADAN ANLATTIKLARI

Nazım, elbette Atatürk’ü takdir ederdi, severdi; Cumhuriyet değerlerini gericiliğe karşı savunurdu. Ama 1920’lerden 2020’lere, Nazımlar, yani sosyalistler, bu rejimin savunucusu değil, muhalifidir.

Kurtuluş Savaşı’nda yer alanlar da dahil, on yıllar boyunca sol dünya görüşündeki insanların öldürülmesi, barbarca engellenmesi sonucunda, muhalefetin kitlelere ulaşması önlendi. Bir zamanlar “sosyalist tehlikeye” karşı desteklenen dinci “muhalefet” ise, sonunda büyüyüp iktidara geldi. Çünkü düzenin değişmesini isteyen kitlelere, sadece onların “muhalif” gibi görünen sözleri ulaşıyordu.

Yazılışından on yıllar sonraki tartışmalardan söz edilmiyor elbette romanda. Anlatmadan anlatıyor bunları. Tıpkı, hiç telaffuz etmeden, arabeskin ve AKP’nin bir bütünün iki parçası olduğunu görmemizi sağladığı gibi.

Ve dinciliğe gerçekten karşı çıkmak için, onun nedeni olan önceki baskıcı düzene de karşı olmak gerektidiğini anlıyorsunuz.




soL Kitap, 29.05.2013

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder