Yalan Ülkesinin Bayrağı - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Yalan Ülkesinin Bayrağı - Ender Macun

Yalan Ülkesinin Bayrağı - Ender Macun

Paylaş

Dün (23 Ekim 2018) sonsuzluğa uğurladığım dostum Tarık Sipahi ile 1993’te birlikte yazdığımız ‘Yalan Ülkesinin Bayrağı’  adlı öykü Varlık dergisinin 1993 Eylül sayısında yayınlanmıştır. Noktasına, virgülüne dokunmadan, 25 yıl sonra yeniden yayınlıyorum. Onun yapmış olduğu güzel bir resimle birlikte…Bu kez, Tarık’ın aziz hatırası için…

Ender Macun

yalan ülkesinin bayrağı

Marc Perrone ve Leo Ferre için…


bir rüya

Issız bir sokakta tek başına yürüyorsun. Karanlık, izbe sokak. Ana yola erişip erişemeyeceğin muallak. Sen yürüdükçe yol da yürüyor. Milyonlarca çakıltaşı akıyor ayakların altından...Uzakta köpek havlamaları. O yöne doğru hızlı adımlarla yürüyorsun. Korkuyorsun, çünkü yalnızsın. Tek başına. Ah, biri daha olaydı yanında...Ellerin terliyor, başını ablukaya alan yastığın da. Korkunun göbeğindesin Oğuz, oğlum. Garip bir irkilme, böğrünün tam ortasında, bağdaş kurmuş oturuyor...Daha önce de geçtiydin bu sokaktan. Ya da, sadece bir dejavü. Düş içinde "Ben buraya daha önce de..." Yağmur başlıyor. "Dur ve dinle..." Durup dinliyorsun. Biri daha mı var sokakta? Evet, ileride, yavaş adımlarla ilerleyen biri. Elinde büyücek bir kutu...Bavul...Çanta mı? Hayır, bir kütle. Yavaş adımlarla...Beyaz gömleği karanlıkta gözünü alıyor. Onun gözlerinin olmadığını farkediyorsun. Sonra, yüzü kayboluyor. Dur ve bak. Durup bakıyorsun. Berabersiniz. Yağmur daha bir hızlı akmaya başlıyor. İçine içine akıyor. İki kişisiniz. Köpekler size doğru yaklaşıyor. Havlıyorlar. Hiç bu kadar büyük köpekler görmüş müydün? Korkuya beraberce gidecek biri var yanında; unutma bunu. Gözün adamın elinde sıkı sıkı tuttuğu kütlede. Köpeklerde...Sonra, ansızın, adam havaya yükseliveriyor. Korkunun göbeğinde kalakalıyorsun. Böğründe bir sızı...Yukarıya, daha da yukarıya bakıyorsun. Büyük bir martı geçiyor ölü  gözleriyle, başının üzerinden; süzülüyor. Köpekler her yanına dadanıyor. O kadar büyükler ki. Yavaş yavaş ölüyorsun. Yoksa planlamış mıydın bunu? Bir süre önce yanında olan adamın da yukarılarda bir yerlerde ölmüş olduğunu düşünerek huzur içinde gülümsüyorsun. Ölüyorsun Oğuz, ölüyorsun. Yine, yine ölüyorsun. O, elinde büyük bir kütle, seni yüksekçe bir kulenin bayrak direğinden seyrediyor. Gözlerini görebiliyorsun.

Selanik, Mayıs 1983

Limanı ikiye bölen geniş caddenin, sebze pazarına açılan beş karışlık gizli geçidi, aynı zamanda, Saloniki Bahçe Sineması'nın da gayrı resmi kapısı. Bir haftadır devam etmekte olan büyük bir organizasyona ev sahipliği yapan yazlık sinema, çevre kahvelerin sandalyelerini dahi gasp  etmiş durumda.
Hınca hınç kalabalık metalize bir sesle sus pus olup bekleşecek birazdan. Yakın evlerin balkonları ve uzak olanların teraslarından sarkan eller, tarihi bahçedekilerle birlik olup kocaman kocaman alkış tutacaklar. Ilık bir bahar yağmuru başlayacak. Hırkalar başlara, tek tük şemsiyeler de tepelere örtülecek.
Akşamın bu saatinde, yağmurun göbeğinde tango dinlediniz mi hiç? Şşşşş. Bakın, mikrofona yaklaşan bir çift el, ağız ve "Hazır mısınız?"

- Hazırız, değil mi? Evet, bugün, bir haftadır devam eden, Birinci uluslararası akordeon yarışması'nın final gecesi...Yarışmaya elli iki ülkeden toplam altmış üç akordeon ustası renk kattı...
Bu çirkin ve okunaksız sesin sahibi, aynı zamanda Saloniki Bahçe Sineması'nın da sahibi olarak tanınıyor...Durun, durun, kolunu havaya kaldırdı. Birini mi çağıracak ne. Biz de sabırsızlanıyoruz ama.
- Ve işte...Bu muhteşem maratonun birincisi, komşumuz Türkiya'dan Sayın Oğuz Akçalı. (Alkışlar)
Artık ezberlediği sahnenin ortasına gelinceye değin kan revan içinde tam dokuz buçuk adım attı. (Demek ki daha ezberleyememiş) Sahne ucundan düşmesine ramak kala da tecrübeli iki kol tarafından sımsıkı kavrandı ve doğru adrese tıpış tıpış yürütüldü...Sonra, mikrofona yaklaşan titrek bir çift el, ıslak gözler, kuru ağız ve "Artık hazırız."

- Ne söyleyeceğimi bilemiyorum doğrusu (Tercüme). O kadar heyecanlıyım ki (Tercüme). Bundan on iki yıl evvel (Parmaklarıyla sayıyor), beni bu yarışmaya yetiştirmeye çalışırken, yolda elim bir trafik kazası...(Tercümandan müdahale)

- Elim, nedir abi?
- Kötü bir şeydir evladım.
- Trafik kazasının iyisi kötüsü olur mu beybaba?
- Kaza, dersin olur biter be çocuğum (Mikrofona tekrar yönelen ağız)
- Bir trafik kazası sonucu vefat eden...(Tercümandan yine müdahale var)
- Bir dakika.
- (Devam)...arkadaşım (Güler), her şeyim Oğuz'u saygıyla anıyorum. Çok kötü  bir kazaydı. O olayda benim hayatımı kurtaran...(Gözyaşları)...Neyse, o da burada olaydı da göreydi keşki (tercüme). Bana inanan, bana güvenen yegane insandı Oğuz (Yanlış tercüme)...Şimdi...onun içün yazdığım içli bir parça çalacağım...(Gök gürültüsü, tercüme, hızlanan yağmur, tek tük kalkan, evlerine yollanan insanlar). Her şey için teşekkür ederim. (Tercüme)

Oğuz ağlıyor. Seyirciler...Alkışlar, tek kişiye, Oğuz'a yönelmiş pis bir spot ve güçlü iki elle bir kucağa sıkı sıkı bastırılan akordeon. On iki yıl öncesinde olduğu gibi sıkı, sımsıkı.
Siz hiç yağmurda, akşamın bu en güzel vaktinde içli bir tango dinlediniz mi? Hazırız artık, evet, şimdi hazırız.

eski bir yolculuk

- Geliyor musun?
- Geliyorum ama...Bilmem ki.
- Sen eşyalarını hazırla, ben de yarım saate kadar burada olurum.
- O kadar çabuk mu?
- Eeee anca. Ne var ki, şunun şurasında toplam beş saat, bilemedin altı saat yolumuz var.
- Daha uzun sanıyordum.
- Yok, değil. Ama bir saate kadar yola çıkalım ki karanlığa kalmayalım.
- Eh, sen öyle diyorsan...
- Saat on iki. Birde yola çıktık mı akşamüstü otele yerleşiriz.
- Maaşallah, sen bütün her şeyi hazır etmişsin yahu.
- Sen toparlan.
- Alacak pek bişeyim yok zati. İki beyaz frenk gömleği, bi kravat, çorap, don, bi de şu çilekeş körük.
- Eh işte...Hadi, yarım saat sonra kapıda ol...Ya da, ben gelir alırım seni.
- Yok yok, inerim ben.
- Peki, sen bilirsin.
- Oğuz, dur bi dakika.
- Hı...N'ooldu?
- Her şey için teşekkür ederim.
- Yok canım, ne için bu şimdi.
- Öyle deme, işin var, gücün var. Gerçi, eksik olma, sen önerdin, ama...Üzülüyorum işte. O kadar yol, o kadar emek, masraf. Bak, biliyorsun o kadar da usta akordeoncu değilim ben.
- Allahaşkına yine başlama, e mi. Tamam işte, karar verdik ve gidiyoruz. Hem, bana da iyi gelir belki yol. Biliyorsun ben de kötü hissediyorum kendimi. Bunaldığımın farkında değil misin?
- Tamam, tamam, kızma lütfen. Ben seni düşündüğümden öyle konuştum. Yoksa, şunun şurasında bi tek bu koca kutum var, biliyorsun.
- Ben çıkıyorum şimdi adaş. Dediğim gibi, tamam mı?
- Oldu, tamam...Bi tek bu akordeon...
- Biliyorum.

Önceden planladıklarından tam kırk beş dakika rötarlı olarak yola koyulan Oğuz ve arkadaşı Oğuz, Yunanistan'a gidiyorlar. Akordeon yarışması mı varmış ne. Hesapta, beyaz Anadol'un arkasında süklüm püklüm oturan adamcağızı yarışmaya yetiştiriyor Oğuz. Üç gün önce, öylesine ortaya atılan bir sözle yola koyuldular. Böyle bir yarışmadan bizim haberimizin olmayışı garip ama Oğuz bu işte, kulağı deliktir. Akordeoncumuz, doğuştan kör olduğu için geçtikleri yolların güzelliğinden, sahil şeridinden, araçlardan ve arkadaşının (Birbirlerine arada sırada böyle hitab ediyorlar) donuk simasından bihaber. Aracın arkasında, hareketsiz oturuyor. Gözleri dışarda ama bakışları tam otuz iki yıldır içeride. İçinin bir köşesinde, bağdaş kurmuş oturuyor. Hareketsiz.

- Oğuz, hızlı kullanma, e mi canım.
- Bak, burası Sultanköy.
- Bakıyorum da göremiyorum be arkadaşım (Resimsiz gülücükler).
- Özür dilerim...Beeen (Resmi utanç).
- Yok yok, öyle demek istemedim canım, alınma hemen.
- Bi çay molası verelim mi, he, ne dersin? Hem, kayıntı da yaparız.
- Eh, sen bilirsin. Karanlığa kalmayalım da. Gerçi senin için söylüyorum, ben kalsam ne yazar kalmasam ne yazar.
-       Yok, kalmayız.
-      
Kahvede oturuyorlar. Hemen yanlarında bir bakkal dükkanı. Karşı sokaktan davul zurna sesleri geliyor kulaklarının ucuna. Bu bir düğün olsa gerek. O meşhur Sultanköy düğünlerinden birine yakalandılar anlaşılan. Oğuz konuşmuyor. Yapmak zorunda olduğu şeyi düşünüyor. Oyunun parçasını. Öteki Oğuz ise, maaşallah, susmak bilmiyor. Yol yaradı anlaşılan. Derken, bir öneri:

- Çalsana.
- Ne? Akordeon mu? Çıldırma.
- Üç beş kuruş toplarız belki, fena mı?
- Valla, bilmem ki Oğuzcuğum. Bunlar anlarlar mı ki?
- Olsun, hem pasını atarsın.
- Atarım, di mi?

Görülmeyen insanlar arasında, onlara karışan bir akordeoncu, görünen insanları, uluyan köpekleri umarsızca seyreden bir Oğuz. Bir de görünür görünmez insanlar. Burnunu karıştıran yaşlılar, Oğuz'un orasını burasını çekiştiren çocuklar, gizli saklı kadınlar...Kalabalık. Ses. Sessizlik. Karanlık.
Oğuz bir kaptırdı ki, sormayın gitsin. Art arda sekiz tango çaldı. Para mara hak götüre. Neşe ve hüzün. Birlikte, kolkola.

- Bi daa çalmam bunlara.
- Belki de hiç...Sahi, bi daha hiç akordeon çalamayacağını düşündüğün oldu mu?
- Allah korusun Oğuz, o ne biçim laf öyle. Ben "Bunlara çalmam." dedim. Neden düşüneyim böyle bir şeyi ki?
- Öyle diil yaaa. Yani hiç düşündüğün oldu mu, mesela, yani...zaten...Hani, hastalığı var, ustalığı var, ölümü var...Değil mi ya.
- Sus, ağzından yel alsın. Yaradanım bir kere vurmuş zati...Peki senin kaybetmekten korktuğun bir şey var mı?
- Yok valla.
- Eeeee?
- Eee'si, yok işte. Rahatça ölebilirim yani (Gülücükler).
- Töööbe töööbe...Ya, Keşan'ı geçtik mi?
- Bak bak. Sen Keşan'ı nereden biliyorsun ulan?
- On iki yıl evvel orada çalışmıştım. Erikli'li Nubar'ın gazinosunda. Sonradan Nubar, tası tarağı toplayıp Selanik'e yerleşmiş. Babadan kalma bir yazlık sineması olduğunu söylerdi garibim. Hep oraya gidip sinemayı işletmek isterdi. Yapabildi mi yapamadı mı, Allah bilir. Belki, diyorum ki, belki onu da görürüz Selanik'te ha?
- O kadar yıl geçmiş, nerededir, ne yapar, bilmiyoruz ki abi.
- Öyle çok konuşurdu ki. Tabi ben de küçüğüm o zamanlar.
- Sen de fena sayılmazsın be usta.
- Sıkıldın mı Oğuzcuğum? (Alınganlaşır)
- Yok yahu, dalga geçiyorum...Keşan'ı geçeli yarım saat oluyor. Az ileride Orman Dinlenme Tesisleri var. Bak, şimdi dik bir yamacı çıkacağız, araba tekleyebilir.
- Aman Allah korusun, bu dağda bayırda kalmayalım da.
- Sağda deniz. Bu mavi başka hiçbir yerde bu kadar alımlı olamaz. Ada mı yoksa kara uzantısı mı olduklarını hiç bilemediğim ilerideki kara parçaları...
- Karadır kara...Bahtım gibi kara...
- Ah bi görebilseydin.
- Alıştık be Oğuz.
- Alışmak kötüdür ama.
- Kim demiş ki onu. Gül gibi alıştım işte.
- Eski karım demişti.

Bir mola daha. Bu gidişle Selanik'e varıncaya kadar 'karanlığa' kalacaklar. Bu sefer de konuklar var. Ama bunlar ecnebi, yaşlı turistler. Acaba? Belki bunlar anlar. Medeniyet görmüş insanın hali başka olur tabi. Olur mu? Olur olur.
Kaptığı gibi akordeonunu, turistlerin arasına dalıverecek birazdan. İçini karıncalandıran bir şeyler var çünkü. Bir şeyler. Bu sefer on tango. Dans eden yaşlı insanlar, gülücükler. Daha doğrusu, acı mı yoksa gülücük mü olduğunu hiçbir zaman anlayamayacağımız o kör mimikleriyle...Oğuz bu, başkası değil. Kurumuş bir gülücük, evet evet işte buldum: Kurumuş gülücük.
En azından yol yorgunu üç beş turist keyiflenecek, en azından çevrede piknik yapan insanlar, yerli turistler şenlenecek ama Oğuz değil. Arkadaşını bir akordeon yarışmasına yetiştirmeye çalışan Oğuz hiç değil. Beyninin içinde, kuytularda, ürpertisiz, garip bir düşünce...Bütün yalanlar aynı yöne yolculuk ederler değil mi Oğuz? Yalan söylemek günahtır, değil mi Oğuz? Kötü bir şeydir, di mi? Çocukken nasıl da çekerdi kulaklarını anne...Yolculuk ne tarafa?

- O kadar çaldık, beş kuruş bile yok.
- Boşveeer. Alışmış olmalısın.
- Hani kötüydü alışmak?
- Aaaa, bi dakika şimdi, o benim kötüm. Seninkisi değil ki.
- Berabersek...
- ...
- Geç kalıyoruz oğlum, hadi gidelim.
- Hiç bir yere geç kalınmaz ki.
- Yine saçmalamaya başladın sen.

Yine yol ha. Peki nereye? Selanik'e mi? Peki, öyle olsun. Akordeon yarışması mı. Tamam tamam. Ama kimsiniz siz Allah aşkına? İki Oğuz. İki adet Oğuz. Kimsiniz?

- Kimsin sen?
- Hı...Ne saçmalıyorsun yahu.
- Nesin, kimsin, biliyor musun?
- Heee, anladım, yine o eski yalan oyunu. Oğuz, sevmiyorum anacım ben bunu.
- Korkuyor musun?
- Nereden çıkarıyorsun yahu. Hem, konuşacak başka bir şey yok mu?
- Bak, ben söyleyeyim. Bir zavallısın.
- Oğuz.
- Sen bir za val lı sın.
- Oğuz ne diyorsun sen Allahaşkına?
- Ben de öyle. Yani biz aynıyız. İki ölümcül vaka. İsmen ve cismen.
- Herkes ölümcül değil mi?
- Bak, sen de girmeye başladın oyuna...Evet, ama sen ve ben çok özeliz.
- Çünkü yalan oyunu oynuyoruz, değil mi?
- Değil.
- Daha temincek zavallı olduğumu söylediydin.
- Yok yok, yanlış anlama, özürlü olduğun için değil, zavallı olmaktan başka çaren olmadığı için zavallısın. Seni anlıyorum ve değer veriyorum. Onun için buradayım zaten.
- Anlıyorum Oğuz, keselim mi?
- Hemen karşıda küçük motorlar var. Arabaları karşıya geçiriyorlar. Üç ya da beş araba sığıyor motorlara. Kapasiteleri bu motorların. Başkasını yapamaz, batarlar...Yan yana üç beş araba. Bitişik, iç içe.

Kilitbahir'de çiş molasıııı.

- Yahu, binelim geçelim işte.
- Daha ileriden...Daha...Hem biraz daha vaktimiz var.

Bir kale. Duvara sırtlarını dayamış iki Oğuz. İki yolcu. Hemen karşılarında, denize yakın kayalıklara oturmuş iki sevgili. Oğuz, cebinden ince bir kitap çıkarıyor. Bu Şehrin Melekleri.  Karıştırıyor.  Diğeri sabırsızca bekliyor. Sabırsızca. Biraz daha vakitleri var. Oğuz böyle söylediydi. Biraz daha...Bir masal, bir düş zamanı kadar uçsuz ve kulpsuz biraz zaman.
Oğuz okuyor. Oğuz dinliyor. Yavaş yavaş, tane tane. Bir bir. Şşşşş...




Çok eski zamanlarda, Ormanlar Padişahı'nın yakışıklı mı yakışıklı bir oğlu, Denizler Padişahı'nın da güzeller güzeli bir kızı varmış. Birbirlerini çok seven iki genç, günün birinde büyük bir düğünle dünya evine girmişler. Düğün gününün ertesi sabahı, müneccim başı ağlayarak Ormanlar Padişahı'nın huzuruna çıkmış ve gece gördüğü rüyayı anlatmaya koyulmuş. Yirmi üç gün içerisinde, bir vakit, yeni evli çiftin başına gelecek ölümcül felaketten bahsetmiş. Aynı anda, sarayın başka bir tarafında Denizler Padişahı'nın müneccim başısı da gördüğü rüyayı padişahına anlatıyormuş. İki padişah hemen birbirlerine koşmuşlar. Olay inanılır gibi değilmiş. Meğerse ülkenin tarihinde ilk kez iki kahin aynı anda aynı rüyayı görmüş. Kraliçeler hemen çocukları alıp ayrı ayrı şatolara yerleştirmişler ilk önlem olarak. Saraydaki yetkililer de hemen çare aramaya başlamış.

Felaket yeri, şekli ve zamanı...İşte edinilmek istenen gerçek bilgi. Önce Ormanlar Padişahı'nın müneccim başısı çıkmış ortaya. Yüzyıllardır kullanılmayan bir Şaman davulunu mahzenden çıkarmış. Kör bir flütçü ile yedi gün yedi gece meşk etmişler. Yedinci gece, yere düşüp bayılırken sadece 'Felaket açık havada olacak,' diye haykırabilmiş. Padişahlar tabi ki tatmin olmamışlar.

Sonra, Denizler Padişahı'nın müneccim başısı gelmiş. Onu da masmavi bir havuzun içine üç kere batırıp çıkarmışlar. Her seferinde bir kelime haykırmış. "Uzakta...Akşamleyin...Kalabalıkta." Denemeler böylece sürmüş gitmiş. Çömezler, müneccim başıların mahzeninden, yine  yıllardır kullanılmayan büyük bir cam küre getirmişler. Tüm büyücüler toplanıp ay doğup batıncaya değin küreye bakmışlar ve sabahleyin sadece akları kalmış kör gözlerini padişahlara dikerek fısıldamışlar: "Deniz...Gözyaşı...Neş'e."

Daha sonra, Ormanlar Padişahı'nın müneccim başısı padişahtan mor mahzenin açılması için müsaade istemiş. Bu mahzen geleneklere göre on yılda bir, gece açılırmış. İlk kez anane bozulup o gece mahzen açılmış. Ve müneccimler içeriye girmişler. İçeride değişik büyüklükte kağıt tomarları duruyormuş. Bunlar, ince deri parçalarıyla kördüğüm yapılmış olarak beklermiş. Müneccimler girer ve o kördüğümleri çözmeye uğraşırlar, eğer çözebilirlerse tomarı almaya hak kazanırlarmış. Doğrusu, bu çok küçük bir olasılıkmış. Sabaha karşı parmakları ve tırnakları kan içinde olan müneccim başı sadece iki tomar kağıtla çıkabilmiş mahzenden.  Günlerce okuduktan sonra anlaşılmış ki edinilen yeni bilgiler işe yaramıyor.

Sonra sonra, Denizler Padişahı'nın müneccim başısı kutsal havuzda yıkanıp beyaz elbiselerini giymiş. En uç noktadaki kuleye çıkıp leylak rengi bir su içmiş. Bu, ölüm suyuymuş. Bir saat sonra içeriye girmişler. Ölmeden önce bütün geleceği ayrıntılarıyla görebilen müneccim başının cansız vücudu yanında duran kağıtta aynen şunlar yazıyormuş: Balıklar, havai fişekler, kahkahalar...Derin bir sessizlik çökmüş odaya. Herkes bir anda diğer müneccime bakmış. Onun da bir önerisi varmış elbet. Beş gün boyunca yanmış toprak hazırlayıp bunu ahşap bir sala yüklemiş. Denize açılmış. Sal su aldıkça ahşaptan gelen sözcükler çıtırdıyormuş. Sonuçta, yine üç kelime belirmiş: Aydınlık, karanlık, hüzün...

İki padişah salonda oturup düşünmeye başlamışlar. Bu arada yanlarına çömez bir müneccim gelmiş. İzin isteyip fısıltıyla konuşmaya başlamış. "Bir de aşka soralım dilerseniz, şimdiye kadar hep yaşama sorduk. 'Peki bu aşk ne kadar sürecek?' diye soralım." Sabaha karşı, ülkenin tek erkek cadısı elini pembe mermerli havuza batırmış; kendine ait olmayan bir çocuk sesiyle konuşmaya başlamış: Prens ve prenses, deniz şenliklerinin ikinci günü, bir deniz kazasında boğulacaklar, ne yazık ki. Önce kimseden tek laf çıkmamış. Sonra da çığlıklar, ağlamalar, bayılmalar...Öyle ya, geleneksel deniz şenlikleri o günlerde olacakmış. Tez olarak hazırlıklar başlatılmış. Yer, mekan ve zaman belliymiş nasıl olsa. Öyleyse tedbir de alınabilirmiş. Üzerlerine prenses ve prensin giysileri giydirilen iki kukla bir tekneye yerleştirilmiş ve şenliklerin ikinci günü de denize bırakılmış. Bu arada birbirinden ayrı kalmaya dayanamayan prenses ve prens de başka bir şatoda buluşmuşlar. Nerede olduklarını bildirir bir kağıdı da sarayda, herkesin görebileceği bir yere koymuşlar. Neyse, uzatmayalım, sahtekar tekne kısa süre içinde diğer teknelerin arasında yerini almış. Almış ama, nereden geldiği belli olmayan küçük bir dalga bir anda tekneyi alaşağı edivermiş. Tekne batmış. Kuklalar da...İşi bilen izleyicilerden çığlıklar, bağırışlar yükselmiş. Bir de sahte gözyaşları. Herkes koşarak saraya gitmiş. prens ve prensesin yazdığı mektubu bulmuşlar. Okuyup doğruca adı geçen eski şatoya koşmuşlar. Eski şatoya  vardıklarında bir de ne görsünler. Avludaki havuzun pembe mermer kaplamaları arasında...

*

Burada okumayı kesti. Belli ki otomobil kornalarından, motor seslerinden ve insanların bitmek tükenmek bilmeyen sözcüklerinden rahatsız olmuştu. Yanındaki, masalın sonunu hiç merak etmediğinden, üstelemedi, "Devam et." diye. Okuyan da bir an önce yola koyulmak istiyordu zaten....Zaten karanlığa bile kalacaklardı bu gidişle. Karşıdan el eden motorcunun "Hadi, son tur." demesi bile kurtaramayacaktı onları karanlıktan. Zaten yaklaşmışlardı. Zaten...Sadece...Her şeyi belirlemeye çalışan 'zaten ve bile' sözcükleri  üzerine...Yüzlerce, binlerce cümle...Zaten...Bile...Bile...Bile...Kilitbahir'den sonra biraz daha yol.

yolculuğun sonunda, bir kehanet

Kilitbahir'den sonra, düşüncelerin iyice silikleşecek. Settülbahir'e yaklaştığında ise otomobilin arkasında oturan bedenle aranda hiçbir bağ kalmadığını anlayacaksın. Ama, unutma, siz özelsiniz. Beraberce, bir yerlere...Sen tango  yapabilir misin Oğuz? Yapabilirsin, yapabilirsin. Hadi, göstersene şimdi. Vites boşa, ayak geri...İkinci ayak da geri, döşemenin üzerine. Hız ve his. Vites hemen üçe, tekrar gaza, tekrar boşa. Ayaklar bitişik. Eller, elleri bırak...Hadi, şimdi. Kavuştur göğsünün üzerinde. Sonra hemen...Birden fren...Sıkı. Direksiyonu tut. Üçüncü vites. Sarsıntı. Tekrar boşa...Bitti işte, burada bitti. Şimdi selam.

Otomobili bozuk yolda dengeli kullanma uğraşın hepten boşa çıkacak. Settülbahir'i de geçtin işte. Son noktaya doğru...Ondan sonrası yok. İstersen haritaya bak. Marmara Bölgesi'ne. Milyonlarca çakıltaşı hızla akacak aracın altından. İki mavinin, göğün ve denizin, içiçe girdiği  o inanılmaz yamacın sağında badem ağaçları, solunda zeytinlar. Hiç bu kadar bademi bir arada görmüş müydün? Yukarıda eski bir kilise çanı, aşağıda kayalıklar. Beynin bunlarla haşır neşir olurken, aynada gördüğün bir çift göz seni sükunete davet edecek. Ya, o iki eliyle kucağına sıkı sıkı bastırdığı akordeon kutusu...Tırnaklarından başlayıp bileklerine kadar uzanan o mavi damarlar...O inanılmaz hayat damarları...Direksiyonu öylesine tutan ellerinin damarları okunaksız. Ya yüzün. Daha bir sıkı kavrayacaksın direksiyonu. Daha sıkı. Ne o, bakışların donuklaştı yine. Sağ elini aşağı, sol elini yukarı...Yeniden tango vaziyetleri, öyle mi? Sağ elini aşağı, solu yukarı...Yukarı...Yukarı...Daha da yukarı. Bir daire çevresinde, aniden. Hızlı. Anadol, havada beyaz bir martı gibi süzülecek. Sonra, kayalıklardan aşağıya, denize. İki mavi birbirine karışacak. Bütün aynalar bunu gösterecek. Mavi içinde mavi. Arka koltukta oturan Oğuz, akordeoncu, ne olduğunun  farkına bile varamayacak belki. Ama nedensizce, daha bir sıkı kavrayacak kucağındaki akordeonu. Düşüş. Aniden...Yalan Ülkesi'nin bütün bayrakları, flamaları dolduracak gökyüzünü. Kuru kalabilmiş bir akordeon ve onu kucaklayan bir beden, yıllar sonra sayıklayacak bütün olup biteni, aklı erdiğince. Ölüm başka nasıl sayıklanabilir ki, hele hele görülmeyen görüleni bastırabilirse bir anda. Aniden değil ama, asla aniden değil.

Ender Macun






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder