imdi bu Ziya yetim büyümüş. Anasına babasına ne olduğunu
kimse bilmiyor. Önceleri teyzesinin yanında, sonra bir yerlerde, çok sonrasında
kendi imkânlarıyla tuttuğu, işte şuracıktaki tek göz evde yaşamış. Bildiğim,
matbaalarda, marangozhanelerde, mücellithanelerde çalışmış. Evlenmiş, çoluk
çocuk sahibi olmuş. Genç yaşlarında işsiz kalmış. Eve para pul götüremez olmuş.
Bu da çareyi evi terk etmekte bulmuş. Herkes başka bir şey anlatır Ziya
hakkında ama en doğrusu benim anlattığımdır. Şimdi gelelim başa…Ziya uzaktan
akrabamız olur bizim. Tabi. Öyle. Anası babası ortadan kaybolduğunda ben genç
kızdım. Dedeniz Süleyman Efendi ile yeni evlenmiştim daha. On altı, on yedi
yaşlarındayken yani. Bu daha çocuk. Kaldı mı ortada. Teyzesi Müyesser sahip
çıktı, yanına aldı. O zamanlar bunlar Karamürsel’de oturuyorlar. Biz duyuyoruz
ama tam da ne olmuş anlayamıyoruz yani. Uzaktan bu Ziya’nın durumuna
üzülüyoruz. O zamana kadar bir kere görmüşüm Ziya’yı. Bu doğduğunda. Teyzesi
Müyesser’le sık sık yazışıyoruz. O bana mektup gönderiyor, böyle sayfalar
dolusu, ben de ona gönderiyorum. Yıllar sonra Süleyman Efendi’yle kalkıp
Karamürsel’e gidiyoruz, bak dinle… Şükran, Feriha, annenle…Şükran daha bebek
kucağımda. Tren Karamürsel’de duruyor. Bizi bu Ziya karşılıyor. On, on iki
yaşlarında. Feriha teyzenle arkadaş oluyorlar hemen. Müyesser ve kocası bizi
iyi ağırlıyorlar evlerinde. Üç beş gün kalıyoruz orada. İstanbul’a tren bileti
aldık, döneceğiz, annen ve Feriha tutturuyorlar Ziya da gelsin bizimle diye.
Süleyman Bey de oğlu gibi seviyor bunu. Kara kuru, cana yakın bir şey yani. Alıyoruz yanımıza, hoop trene.
Haydarpaşa’dan Mevlanakapı’daki eve geliyoruz. Şu bizim eski ev. Ziya on gün
kadar kalıyor bizimle. Onuncu günün sonunda trene bindirip gönderiyoruz gerisin
geriye. Gelgelelim trenden inmiyor bizim oğlan Karamürsel’de. Müyesser perişan.
E biz bindirdik, yolladık oğlanı diyoruz. Telefonlar ediliyor, mektuplar gidip
geliyor. Oğlan yok ortada. Kayıp ilanları veriyoruz iki koldan. Hem burada
İstanbul’da hem orada. O karakol senin bu karakol benim
dolaşıp duruyoruz Süleyman Bey’le, ama nafile. Ziya yok ortalarda. Müyesser’e
utana sıkıla yine bir telefon… Müyesser fena tabi. Deli divane olmuş.
Kardeşinin tek çocuğu. Ne yapsın garibim. Bakamadınız el kadar çocuğa diyor. O
oradan öyle konuşuyor, Süleyman Bey buradan bana sinirleniyor. Haklı, ikisi de
haklı. Ben de Feriha’yla ananı suçluyorum. Sabah akşam temiz birer sopa
yiyorlar.
Böyle böyle zaman geçip gidiyor. Unutuyoruz bizim garip Ziya’yı.
Çocuklar büyüyor. Büyüyor da nasıl büyüyor… Siz oluyorsunuz. Evler değişiyor,
hayat hepten değişiyor. Derken bir gün Ziya gelip bizi buluyor nasıl yapıyorsa.
Elinde tepeleme dolu kese kâğıtları. Bir sürü meyve almış. Sen daha bebeksin.
‘Adviye teyze’ dedi, bak dün gibi hatırlıyorum. ‘ben ne diyeceğimi bilemiyorum.
Size karşı mahcubum.
Çok şeyler geçti başımdan. Şimdi elim ekmek tutuyor.’
Aynen böyle dedi işte. Sonra da pek bir şey konuşmadı zaten. Geldi işte ahan da
şu karşımızdaki Miyase’nin üst katına yerleşti. Bir döşek verdik, iki de
sandalye. Evin arkasında küçük bir bahçe vardı. Böyle bakımsız bir şey. Oraya
el atmış. Erik, kiraz, şeftali dikmiş. Öyle işte. Bakkala koşup Müyesser’e
telefon açtım hemen, durur muyum. Telefonu yüzüme kapatmaz mı… Utanmaz
cibiliyetsiz seni. Tüüh, yazıklar olsun.
Ne suçum varmış benim. Söyle bakiim, ne suçum varmış benim? O kadar emek… Eline
gözüne dursun.”
Ender Macun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder