Ziya / Yirmi Bir
özlerini koca koca açıp sağ elinin işaret
parmağıyla uzakları, şu inşaatı gösterir mesela, sonra da bu işaret parmağını
bileğiyle beraber havada ustaca döndürür, yavaşça iki gözünün ortasına
yaklaştırırdı. O parmağını gıdım gıdım yaklaştırdıkça gözleri şaşı olur,
dudakları ne de güzel gülümser, biz de o zaman işte gülmekten kırılırdık. Tin
tin yanımıza gelip de mahsuzcuktan öksürerekten, ‘bakın şimdi size şimdi ne
yapacağım’ dediğinde sadece onun o an önemli bir şey yapacağını değil, bu
yapılacak şeyle biz seyircilerin de kendimizi mutlaka önemli hissedeceğimiz
gibi nafile bir bilgiyle donatılmıştık sanki.
Nafile mi dedim, evet aynen öyle.
Gider yanına oturur, yanaşır biraz, sus pus olur, yapacağı şey için bizleri
seyirci olarak seçtiğine sevincimizi belli etmeden beklerdik. Sıkılmazdık
beklemekten. Hiç birimiz ama sıkılmazdık. Ellerini cebine sokar, ellerine
bakarız, ama gerçek hareket orada değil tam da kocaman yüzünün iki yanındadır.
İki kulağını tavşan nasıl tık tık tık oynatırsa o da öyle tık tık tık oynatırdı.
Gözlerimizi açar her defasında şaşkınlıkla seyrederdik bunu. Hatta bu tık tık
tık sesleri tam da kulaklarından gelir, kulaklarımızın çevresinde dolanır,
oradan uçsuz bucaksız evlerimizin kuytularında, kanepelerden birinin ayakları
altında şükür ki nihayet kaybolurdu. O giderdi bunları yaptıktan sonra.
Kalmazdı hiç. ‘Benden bu kadar’ derdi. ‘Sıra sizde’. Saatlerce ellerimiz
ceplerimizde, ayna karşısında, birbirimizin karşısında kulaklarımızı çene
marifetiyle oynatmayı dener, bir türlü başaramayınca da ona olan hayranlığımızı
birkaç puan daha artırarak oyunlarımıza kaldığımız yerden devam etmek için
çekilirdik huzurundan. ‘Marifetli adam şu Ziya’ derdi anneanne, ‘nereden
buluyor bu maskaralıkları? Kemal’e de öğretse bari.’
endermacun@yahoo.ca
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder