Mutfak penceresi önündeki masada oturuyoruz.
“Bir bardak çay iç, sonra çıkarsın. Olur mu?” diyor. Kendi evimde ilk defa
böyle bir soruyla karşılaşıyorum. Ev tanıdık, ama kendimi yabancı hissediyorum.
Soğuk soğuk ter atıyorum. “Olur, içerim son bardak çayını.”
Derin bir iç çekişle, ayaklarını sürte sürte
uzaklaşıyor yanımdan. Arkasını döndüğü an, uzaklardaki sisler içinden uzanan
kollar gibi, onca anı beliriyor Tek tek, hepsinin avuç içlerinden öpüyorum.
Dudaklarım kupkuru.
Buzdolabının üzerindeki magnetler, fotoğraflar,
askıdaki kupalar, Bursa’dan aldığım havlu, kulpu kırık 18 senelik cezve... 18
yıl oldu!
“Gidince hatıralar da silinse keşke.” diye
geçiriyorum içimden.
“Pat!” İrkilerek ayağa sıçrıyorum. Hemen sese
doğru çeviriyorum başımı. “Kulpunu yaptır diye tembihlemiştim seni.” diyorum.
“İyi ki yanmadın...”
“Unuttum.” diye karşılık verdiği sırada çatılan
kaşlarından anlıyorum, neler söylemek istediğini. Sandalyeye pişmanlıkla geri
oturuyorum. Halının üzerine dökülen kaynar suyu mutfak beziyle silmeye
çalışıyor. Elleri yanıyor, ama inadına silmeye çalışıyor. “Havlu bas üstüne.
Buncacık bez suyu çekmez.”
Daha sözümü tamamlamadan, kullanmaya
kıyamadığım, ucu etamin işlemeli havluyu bir çırpıda alıp kirli halıya basıyor,
var gücüyle siliyor halıyı. İçten içe kendime gülüyorum, kıyamadığına
kıyarlarmış Çağıl Hanım.
Kaynaya kaynaya acımış demliği ve en sevdiğim
ince belli bardağı bırakıyor önüme. Çekmeden çay kaşığı alırken, “Biraz demli,
suyu döküldü ama sen seversin.” diyor.
“10 sene önce bıraktım şekeri. Kaşığa gerek
yok.” diyorum bezgince.
“Hadi ya... Sen şekeri bırakmış mıydın?” diyor.
Şekeri bıraktığım sene seni de bıraksaydım
keşke, demli çayı da hiç sevmem, diyemiyorum. İçim yansın, ağzımın içi daha da
acısın diye bir yudum alıyorum çaydan.
“Kitaplarını aldın mı yukarıdan? Senin
istediklerini koliye koymuştum.”
“Kitap kolisi görmedim.”
“Yatak odasındaydı, kitaplığın yanında.”
“Girmedim...”
“Ben yukarıdan indireyim.”
“İkinci raftaki kitapları da koliler misin?”
diyorum. Hiçbir şey söylemeden çıkıyor mutfaktan.
Üçüncü çekmecedeki defterimi alıyorum hızla, bir
hırsız gibi sesiz sessiz. Ara ara aklıma esince iki kelime yazardım. Son
yazdığım sayfada şu notum duruyordu: “Yağmuru, denizi, kitapları, türküleri,
şiirleri seven kadınlar hep kırıktır. Denizin dibindeyim.”
Evden ayrılmadan bir hafta önce yazmışım, 6 ay
geçmiş üstünden. Zamanın suyla yarıştığı bir evde, saatler zamansızlığı, yok
oluşu çağırıyor. Uçurumun bir adım ilerisindeyim, hem uçmak isteyip, hem de
ölümden bu denli korkmak neden? 18 yıl soyadını taşıdığım kimliğimden anne
kızlık soyadıma geri geldiğim gibi, 18 yıl önce başladığım yere dönmek
istiyorum.
Her zamanki gibi elimi başımın altına koyup
Eylül’ün ilk yağmuruna dalıyorum. Sonunu bilse yaşayabilir miydi insan? Ya da
ölümü bildiği halde neden ölümsüzlüğü giyinmiş gibi davranır? Tırabzanlara
damlayan damlalara dikkat kesiliyorum. Bir damla bile yere düşmemek için son
anına kadar dayanıyor. Büyüyor, büyüyor ve en sonunda bırakıyor kendini
toprağa. Karışıp gidiyor. Diyorum ki “damlayana kadar sende iyi dayandın
kadın.”
“Seni çok seviyorum. Ömrümün sonuna dek
seninleyim... Üniversiteyi de evlenince okursun. Tut elimi de gidelim...”
dediği gün inanmıştım. Yanılgımın 18. yıldönümünde bu kimlikten çıkmak kâr
kalıyor. Yaş 36. Elde var dünya kadar sıfır. Başladığım noktaya bile
yabancıyım.
“Sırat köprüsünden geçiyorum a dostlar!” diye
bağırıyorum içime içime... Kolumdan tutması gerekenlerin içime attıkları kütük
sesinin çıtırtısından başka cevap yok.
Patırtılı gürültülü bir ses geliyor içerden.
Gidip “Ne oldu?” diyecek dermanım yok. Bir yudumuyla sarhoş olduğum bardağı tezgâha
bırakıp çıkıyorum.
“Ne yapacaksın bu kadar kitabı, anlamıyorum
seni? Zaten okumamış mıydın bunları. Satacak mısın? Ya da yakar yakar
ısınırsın.” diyor.
Yüzünün orta yerine var gücümle vursam ne olur
diye düşünüyorum, düşen kitabı yerden alırken.
“Şaka yaptım. Topladım hepsini.” diyor. Dış
kapının önündeyken, buraya gelinliğimle girdiğim an geliyor aklıma. Dedim ya,
anıları da yok etmeli. Bitti dediğin an hatırları da yok saymalı beyin.
“Telefonum çalıyor, çok önemli.” diyor. Bir
tebessüm ilişiyor dudaklarıma. Gözlerine bakarak “Her zamanki gibi.” diyorum.
Tek tek asansör kapısına dizdiğim eşyalarımı,
hiç kullanmadığım sandıkta duran çeyizlerimi teker teker taşıyorum. Meraklı
komşular camda, kimi acıyarak bakıyor, kiminin yüzünden hiçbir şey anlamıyorum.
Başımı öne eğdiğimde “Anne, evi tuttun mu?” diyor oğlum. “Tuttum ya oğlum.”
diyorum, boynunu öpüp koklarken gözyaşlarım da yağmura karışıp akıyor. “ Ağlama
anne, lütfen ağlama.”
“Mutluluktan ağlıyorum, kurtulduk...” Yüzünü
avuç içime alıp gözlerine bakıyorum, sol gözünün kenarındaki morluğu görüyorum.
“Baban mı?”
“Çok sinirliydi, ilaçlarını aksatmış bu ara.
Elinin tersiyle itmeye çalışırken yüzüğü çarptı. Vurmadı yani...”
“Anladım oğlum.”
Derin bir iç çekiyoruz beraber. Aynı anda,
“Kurtulduk...” diyoruz.
“Eve çık hemen, ver poşeti gel. Bekliyorum...”
“Tamam anne. Sen de beni merak etme. İyiyim.”
diyor. Gözlerim mosmor, yüzüm kanlar içinde sokağa kaçtığım gün geliyor aklıma.
İlk defa kararımdan korkmuyorum.
Arkamı dönüp bir an evvel bu sokaktan uzaklaşmak
istiyorum. İstenildiği gibi değil, istediğim gibi yaşamak için her şeyi yağmura
bırakıyorum. Parmağımdaki yüzüğü de o an çıkartıp atıyorum.
Huzurun başkenti diye sevdiğim adamın gün gelip
huzurumun çıkmaz sokağı olacağını nerden bilebilirdim ki.
Yol boyu gözlerimden sevinçle karışık huzurlu
yaşlar akıttım. Beni korkutan bir gelecek olması gerekirken ben korkmuyordum
hiçbir şeyden. Kalbime dolan bu umut dolu duyguyu hissettirmemek istedim o an.
Bilirlerse kalabalıklar, bunu da alırlar benden. Yüreğimdeki serçe kalbi
atışlarımı, bilmesin kimse. Bilmesinler pamuklarda çimlendirilen filiz
cılızlığındaki umutlarımı...
Gülcan
Sural
gulcansural@hotmail.com
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder