Çıkmaz Sokak - Gülcan Sural - Sevdalım Hayat
Çıkmaz Sokak - Gülcan Sural

Çıkmaz Sokak - Gülcan Sural

Paylaş

 Çıkmaz Sokak
Mutfak penceresi önündeki masada oturuyoruz. “Bir bardak çay iç, sonra çıkarsın. Olur mu?” diyor. Kendi evimde ilk defa böyle bir soruyla karşılaşıyorum. Ev tanıdık, ama kendimi yabancı hissediyorum. Soğuk soğuk ter atıyorum. “Olur, içerim son bardak çayını.”

Derin bir iç çekişle, ayaklarını sürte sürte uzaklaşıyor yanımdan. Arkasını döndüğü an, uzaklardaki sisler içinden uzanan kollar gibi, onca anı beliriyor Tek tek, hepsinin avuç içlerinden öpüyorum. Dudaklarım kupkuru.

Buzdolabının üzerindeki magnetler, fotoğraflar, askıdaki kupalar, Bursa’dan aldığım havlu, kulpu kırık 18 senelik cezve... 18 yıl oldu!

“Gidince hatıralar da silinse keşke.” diye geçiriyorum içimden.

“Pat!” İrkilerek ayağa sıçrıyorum. Hemen sese doğru çeviriyorum başımı. “Kulpunu yaptır diye tembihlemiştim seni.” diyorum. “İyi ki yanmadın...”

“Unuttum.” diye karşılık verdiği sırada çatılan kaşlarından anlıyorum, neler söylemek istediğini. Sandalyeye pişmanlıkla geri oturuyorum. Halının üzerine dökülen kaynar suyu mutfak beziyle silmeye çalışıyor. Elleri yanıyor, ama inadına silmeye çalışıyor. “Havlu bas üstüne. Buncacık bez suyu çekmez.”

Daha sözümü tamamlamadan, kullanmaya kıyamadığım, ucu etamin işlemeli havluyu bir çırpıda alıp kirli halıya basıyor, var gücüyle siliyor halıyı. İçten içe kendime gülüyorum, kıyamadığına kıyarlarmış Çağıl Hanım.

Kaynaya kaynaya acımış demliği ve en sevdiğim ince belli bardağı bırakıyor önüme. Çekmeden çay kaşığı alırken, “Biraz demli, suyu döküldü ama sen seversin.” diyor.

“10 sene önce bıraktım şekeri. Kaşığa gerek yok.” diyorum bezgince.

“Hadi ya... Sen şekeri bırakmış mıydın?” diyor.

Şekeri bıraktığım sene seni de bıraksaydım keşke, demli çayı da hiç sevmem, diyemiyorum. İçim yansın, ağzımın içi daha da acısın diye bir yudum alıyorum çaydan.

“Kitaplarını aldın mı yukarıdan? Senin istediklerini koliye koymuştum.”

“Kitap kolisi görmedim.”

“Yatak odasındaydı, kitaplığın yanında.”

“Girmedim...”

“Ben yukarıdan indireyim.”

“İkinci raftaki kitapları da koliler misin?” diyorum. Hiçbir şey söylemeden çıkıyor mutfaktan.

Üçüncü çekmecedeki defterimi alıyorum hızla, bir hırsız gibi sesiz sessiz. Ara ara aklıma esince iki kelime yazardım. Son yazdığım sayfada şu notum duruyordu: “Yağmuru, denizi, kitapları, türküleri, şiirleri seven kadınlar hep kırıktır. Denizin dibindeyim.”

Evden ayrılmadan bir hafta önce yazmışım, 6 ay geçmiş üstünden. Zamanın suyla yarıştığı bir evde, saatler zamansızlığı, yok oluşu çağırıyor. Uçurumun bir adım ilerisindeyim, hem uçmak isteyip, hem de ölümden bu denli korkmak neden? 18 yıl soyadını taşıdığım kimliğimden anne kızlık soyadıma geri geldiğim gibi, 18 yıl önce başladığım yere dönmek istiyorum.

Her zamanki gibi elimi başımın altına koyup Eylül’ün ilk yağmuruna dalıyorum. Sonunu bilse yaşayabilir miydi insan? Ya da ölümü bildiği halde neden ölümsüzlüğü giyinmiş gibi davranır? Tırabzanlara damlayan damlalara dikkat kesiliyorum. Bir damla bile yere düşmemek için son anına kadar dayanıyor. Büyüyor, büyüyor ve en sonunda bırakıyor kendini toprağa. Karışıp gidiyor. Diyorum ki “damlayana kadar sende iyi dayandın kadın.”

“Seni çok seviyorum. Ömrümün sonuna dek seninleyim... Üniversiteyi de evlenince okursun. Tut elimi de gidelim...” dediği gün inanmıştım. Yanılgımın 18. yıldönümünde bu kimlikten çıkmak kâr kalıyor. Yaş 36. Elde var dünya kadar sıfır. Başladığım noktaya bile yabancıyım.

“Sırat köprüsünden geçiyorum a dostlar!” diye bağırıyorum içime içime... Kolumdan tutması gerekenlerin içime attıkları kütük sesinin çıtırtısından başka cevap yok.

Patırtılı gürültülü bir ses geliyor içerden. Gidip “Ne oldu?” diyecek dermanım yok. Bir yudumuyla sarhoş olduğum bardağı tezgâha bırakıp çıkıyorum.

“Ne yapacaksın bu kadar kitabı, anlamıyorum seni? Zaten okumamış mıydın bunları. Satacak mısın? Ya da yakar yakar ısınırsın.” diyor.

Yüzünün orta yerine var gücümle vursam ne olur diye düşünüyorum, düşen kitabı yerden alırken.

“Şaka yaptım. Topladım hepsini.” diyor. Dış kapının önündeyken, buraya gelinliğimle girdiğim an geliyor aklıma. Dedim ya, anıları da yok etmeli. Bitti dediğin an hatırları da yok saymalı beyin.

“Telefonum çalıyor, çok önemli.” diyor. Bir tebessüm ilişiyor dudaklarıma. Gözlerine bakarak “Her zamanki gibi.” diyorum.

Tek tek asansör kapısına dizdiğim eşyalarımı, hiç kullanmadığım sandıkta duran çeyizlerimi teker teker taşıyorum. Meraklı komşular camda, kimi acıyarak bakıyor, kiminin yüzünden hiçbir şey anlamıyorum. Başımı öne eğdiğimde “Anne, evi tuttun mu?” diyor oğlum. “Tuttum ya oğlum.” diyorum, boynunu öpüp koklarken gözyaşlarım da yağmura karışıp akıyor. “ Ağlama anne, lütfen ağlama.”

“Mutluluktan ağlıyorum, kurtulduk...” Yüzünü avuç içime alıp gözlerine bakıyorum, sol gözünün kenarındaki morluğu görüyorum.

“Baban mı?”

“Çok sinirliydi, ilaçlarını aksatmış bu ara. Elinin tersiyle itmeye çalışırken yüzüğü çarptı. Vurmadı yani...”

“Anladım oğlum.”

Derin bir iç çekiyoruz beraber. Aynı anda, “Kurtulduk...” diyoruz.

“Eve çık hemen, ver poşeti gel. Bekliyorum...”

“Tamam anne. Sen de beni merak etme. İyiyim.” diyor. Gözlerim mosmor, yüzüm kanlar içinde sokağa kaçtığım gün geliyor aklıma. İlk defa kararımdan korkmuyorum.

Arkamı dönüp bir an evvel bu sokaktan uzaklaşmak istiyorum. İstenildiği gibi değil, istediğim gibi yaşamak için her şeyi yağmura bırakıyorum. Parmağımdaki yüzüğü de o an çıkartıp atıyorum.

Huzurun başkenti diye sevdiğim adamın gün gelip huzurumun çıkmaz sokağı olacağını nerden bilebilirdim ki.

Yol boyu gözlerimden sevinçle karışık huzurlu yaşlar akıttım. Beni korkutan bir gelecek olması gerekirken ben korkmuyordum hiçbir şeyden. Kalbime dolan bu umut dolu duyguyu hissettirmemek istedim o an. Bilirlerse kalabalıklar, bunu da alırlar benden. Yüreğimdeki serçe kalbi atışlarımı, bilmesin kimse. Bilmesinler pamuklarda çimlendirilen filiz cılızlığındaki umutlarımı...

Gülcan Sural
gulcansural@hotmail.com

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder