Böylece
pınara fısıldarız şikayetimizi
ve sularız düşlerimizin susuzluğunu
yeniden yaşarız bilinen rüzgarı
ardı ardına sıralarız kayıp hüzünlerimizi
Rüyamda Kırıldı Kırılacak
Gelecek / Nazik El MELAIKE
Devasa ve metruk
Çırağan Sarayı bin dokuz yüz seksen altı yılının sonbaharında otel olmak üzere
Japon ve İngiliz ekiplere törenle teslim edilerek restore edilmeye başlandı. Batı’daki
Türk algısını ve yeni Türk turizmini çiçeklendirecek bu değişim haberini bizzat
başbakan Turgut Özal (Tonton) ve dönemin Kültür ve Turizm Bakanı Mükerrem
Taşçıoğlu beraberce, gururla duyurdu. Temel atma töreninde bir araya gelen
Sakıp Ağa ve Tonton, tören sonrası verilen muhteşem yemekte afiyetle ıstakoz
yediler. Bir süre, yedikleri ıstakozların yerli mi yoksa ithal mi olduğu
konusunda hasbıhal ettiler. Istakozlar yerliydi, bizim boğazdandı.
Bu harabe sarayla
birlikte bahçesindeki meşhur Şeref Stadı ve deniz kenarı da restorasyon ve
inşaattan paylarını alıp taçlandırıldılar. Sarayın caddeye paralel kuytu bir
bahçesinde bulunan, eskiden güreş müsabakalarının, basketbol maçlarının
yapıldığı Beşiktaş Yüzme Havuzu da seksen altı yılının yaz aylarında kapılarını
son kez açıyordu misafirlerine. Burası yetmişli yıllardan beri bir halk
havuzuydu ve yaz aylarında İstanbul’un dört bir semtinden misafirlerini
ağarlardı. Sezen Aksu Git albümünü o yaz çıkarmıştı ve havuzun daimi orkestrası
her Çarşamba kadınlar matinesinde mutlaka birkaç parça seslendirirdi plaktan.
Büyük Çernobil faciası daha birkaç ay önce yaşanmıştı ve Karadeniz üzerinden
gelen felaket bulutları üzerimizde tur atıyordu. Beşiktaş sezonu gururla ve şampiyon
olarak kapamış, Celal Bayar birkaç yıl önce dalya dedikten ve Güney Kore
büyükelçisi Myung-Ha Chang’ın hediye ettiği Ginseng gençlik iksirini ‘şimdilik
ihtiyacım yok, birkaç yıl sonra belki alırım’ diyerek reddettikten, ilk kez dişçiye gidip bir dişini çektirdikten
birkaç ay sonra, tam 104 yaşında hakkın rahmetine kavuşmuş, Eylül başında yayın
hayatına başlayan TV2 birkaç gün sonra Neve Şalom katliamını kınayan mesajlarla
duyurmuştu. TV1’de Altın Kızlar, Alf ve Uykudan Önce ailece, merakla ve uykulu
gözlerle ‘renkli’ olarak izleniyordu.
Beşiktaş Kulübü saraydaki
yorgun tesisini kapatmış, Saba’nın Fulya tesislerine çoktan taşınmıştı. Stat
bölgesi iyice sahipsiz kalmıştı. Bu sahipsiz sarayda geceleri katledilmiş padişahların,
cariyelerin, bilumum tellal ve tayfanın kederli hayaletleri bir aşağı bir
yukarı gezinir dururdu. Havuzun gece bekçisi
Bekir bizzat şahit olmuş, dili tutulmuş, ondan sonra da zaten bir daha konuşamamıştı.
Kulübün taşınmasından
önce Şeref Stadında Şeref Bey’e mi yoksa Çırağan sarayına mı olduğu bilinmez, küçük
bir de veda ve vefa maçı düzenlenmişti. Türk futbolunun altın karması işte bu
maç için son bir kez sahadaydı. Cihat Arman, Lefter, Fikret Kırcan, Çengel
Hüseyin, Naci Özkaya, Faruk Sağnak ve Hakkı Yeten (Baba Hakkı) pırıl pırıl bir yaz
gününde Şeref Stadında, üzerinde Türkbank yazılı formalarını giyip nefes nefese
top peşinde koştular. Şampiyon Beşiktaş’ın problemli teknik direktörü Stankoviç
hoca hiç tanımadığı bu bir avuç ihtiyar adamın, belki gülünç bulduğu maçlarına
gitmek istemediğinden olacak, hani katılmak zorunda da değil yani, taraftarla
başının uzunca süredir belada olduğunu beyan ederek bir şekilde maçı izlemeye
gelmemiş, iki futbolcu eskisi çalıştırıcısını göndermişti kendi yerine. Beşiktaş`ın
efsane topçusu Hakkı Yeten maçın sonuna doğru Fenerbahçe`nin ‘uçan adam’ı kaleci
Cihat Arman’a Şeref Stadı`nda son penaltıyı attığında taş tribünlerde yirmi,
bilemedin otuz seyirci vardı. Top, yan direğe hızlıca çarpıp doğruca yarısı
yırtık, öteki yarısı da perişan, fileye girdi. Taş ve toprak üzerinde
savrulmaktan ateş gibi olmuş meşin topu havuzda çalışan cankurtaranlardan biri
o an kaptı ve koşa koşa ihtiyar futbolcuların yanına gidip tek tek kırmızı
tükenmezle imzalattı.
Beşiktaş camiasında, restorasyon söylentileri birkaç yıl önce yayılmaya başlamıştı. Havuzun işletmecisi Bahri Bey ha kapandı, ha kapanacak diye huzursuzlukla beklerken, bir yandan da bir Zeki Müren şarkısını ıslıkla çalarken, birden, bir yaz günü uzun boylu genç mühendislerle karşılaşıvermişti havuzda. Gerçi birkaç gün boyunca sadece fotoğraf çekip gitmişlerdi ama yine sadece birkaç hafta sonra da olan olmuştu işte. Havuzun kapısı bir daha açılmamak üzere kapatılmıştı. Bahri Bey’e de, diğer çalışanlar gibi yol görünmüştü. Naylon torbasına birkaç defter, kalan bilet koçanları ve Beşiktaş bayrağını tıkıştırıp Murat 124’üne atladığı gibi doğruca evinin yolunu tuttu.
Beşiktaş camiasında, restorasyon söylentileri birkaç yıl önce yayılmaya başlamıştı. Havuzun işletmecisi Bahri Bey ha kapandı, ha kapanacak diye huzursuzlukla beklerken, bir yandan da bir Zeki Müren şarkısını ıslıkla çalarken, birden, bir yaz günü uzun boylu genç mühendislerle karşılaşıvermişti havuzda. Gerçi birkaç gün boyunca sadece fotoğraf çekip gitmişlerdi ama yine sadece birkaç hafta sonra da olan olmuştu işte. Havuzun kapısı bir daha açılmamak üzere kapatılmıştı. Bahri Bey’e de, diğer çalışanlar gibi yol görünmüştü. Naylon torbasına birkaç defter, kalan bilet koçanları ve Beşiktaş bayrağını tıkıştırıp Murat 124’üne atladığı gibi doğruca evinin yolunu tuttu.
Büyük iş
makineleri saraydan içeri düzenli bir ordu birlikleri gibi uygun adım girmiş,
ortalığı kısa zamanda darmaduman etmişti. Cankurtaran Tayfun’un sarayın içinde
yaptığı kulübe, Fahri’nin deniz kenarındaki derme çatma restoranı, havuzun
tuvaletleri, gardırop, sahne, kabinler, kulvarlar hepsi üst üste alt altaydı
şimdi. Beton bloklar, taşlar, tuğlalar, biriketler ve sıva parçaları büyük bir
tepe oluşturmuştu havuz bölgesinde. Bu tepenin üstüne şaşkın kuşlar konup konup
uçuyordu. Ne olacaktı şimdi? Statta bulunan dört azman iş makinesi dört koldan
saldırıya geçip stadın altını üstüne getirdiklerinde deniz kenarında artık
hiçbir kimse kalmamıştı. İnşaat sahası (ki oldukça büyük bir alanı kaplıyordu)
güvenlik bariyerleriyle kuşatılmış, içeriye girişler de yasaklanmıştı. Boğazdan
geçen tekneler sarayın önünde motorun ritmini düşürüp bir müddet yolcuların
seyretmesine izin veriyordu bu harbi. Sonra yeniden motorlara tam yol
veriliyordu. Deniz kenarındaki büyük kayalar vinçlerle kaldırıldı. Kıyıya
dümdüz gri, temiz bir beton atıldı. Böylece biraz daha denizin içine doğru
girmiş oldu kıyı. İnşaat mahalli alttan üstten ve yanlardan büyük makinelerle
alabildiğine kuşatılmıştı. Çırağan Caddesi üzerinden geçen araçlar büyük
duvarlar ardından yükselen ve sonra caddeye inen toz bulutu içinde güçlükle
ilerliyordu. Havuzun küçük demir kapısı çürük bir dişin çene kemiğini
kanırtarak çıkarılması gibi yerinden sökülmüş, inşaat arabaları ve araçları
buradan rahatça giriş - çıkış yapsınlar diye, kalın taş duvarlar yıkılarak,
büyükçe bir oyuk açılmıştı.
İnşaat şirketi
koordinatörlerinden biriyle anlaşan iş bitirici bir hurdacı yıkıntılardan çıkma
koca kale direkleri, Atatürk büstü, havuzun branda demirleri, tuvalet
bataryaları, büyük su boruları, motor, havuz merdivenleri gibi envai çeşit
hurda demiri, alüminyumu ve sarıyı parçalara ayırıp kırmızı, külüstür Dodge
kamyonuna yüklemiş, Sultanbeyli’deki hurda toplama arazisine üst üste
gelişigüzel yığmıştı. Bu hurdaların içinden çıkan sadece Atatürk büstü ve kale
direkleri parçalanmamıştı. Hurdacı İsmail arazideki boş bir bölgeye iki kale
direğini el kadar çocuk, hurdacı çırağıyla beraber bin bir zahmetle kurdu.
Direklere de balıkçılardan aldığı çürük balık ağlarını çeke çeke gerdi. Atatürk
büstünü de bu iki kaleden birinin arkasına dikti, durdu, eserini keyifle
seyretti. ‘Bak’ dedi çırak Sait’e, ‘Burası yeni Şeref Stadı. İsmail’in Şeref
Stadı olsun adı.’ Sait daha sonra eline aldığı beyaz yağlı boyayla ağlara boya
değdirmeden ama, dikkatlice kale direklerini boyadı. İki kale kısa zamanda
yepyeni görünüme büründü. İsmail sahanın ortasına bir iskemle attı, tam üzerine
tüneyip keyifli bir sigara yakacak, alemi seyre dalacaktı ki bir anda koca gri
bir bulut tüm Sultanbeyli’nin üzerini kaplayıverdi. Çok geçmeden de bardaktan
boşanırcasına bir yağmur başladı.
Havuz
boşaltılırken lokantacı Fahri bazı eşyaları aldı götürdü. Tost makinesi,
sosisli tablası, koca bıçaklar, büfe, buzdolabı, şemsiyeler, tenteler, askılar,
gülle gibi ağır yeşil kasa, kendi restoranındaki tabak çatal, kaşık bıçak,
tencereler, tezgahlar, masa ve sandalyeler. Tüm bu eşyaları bir kamyonet tutup
Topkapı’da, surların orada büyük bir arsaya yığdı. Üzerine de tente çekti.
Havuzun, deniz kenarının bütün kullanılmış eşyaları buradaydı şimdi. Günlerce
bu eşyaların başında bekledi. Tek tük sattıkları oldu. Askıları, tabakları ve
bıçakları kolayca elden çıkarttı. Koca Mustafa Paşa’da küçük bir lokanta
işleten iki kadın gelip, yok pahasına, ufak tefek ne varsa topladı gitti. Her
şeyin satılması fazlaca zaman alacaktı. Fahri bu durumdan sıkıldı. İşini bilir
bir Topkapı esnafına kalan eşyaları az bir paraya verdi, ceketini alıp otobüse
atladı. Otobüs Topkapı’dan tıngır mıngır uzaklaşırken arkasında bıraktığı üzgün
eşyalara son bir kez baktı Fahri. İki
durak sonra otobüsten indi, biraz yürüdü. Bir sigara yaktı. Bir ağacın önünde
durdu, ağaca yaslanıp ağlamaya başladı.
Aylar sonra
derin ve kederli uykusundan uyanan Bahri Bey, kış aylarında, çocukluğunun
geçtiği, Beşiktaş’taki Kamburun
Bahçesinde, bir kahvehaneyi işletmeye
başladı. Kahvehane eski yazlık sinema sahnesinin içindeydi. Devasa sahnede
yıllar önce Beyaz Kelebekler dahil bir çok ünlü grup da sahne almıştı. Bahri
Bey gençliğinin yaz aylarında tahta iskemlelere kurulur James Dean, John Wayne ve
Humprey Bogart filmleri seyrederken arkadaşlarıyla gazoz içerdi. Kahvehaneyi
işletmeye başladığı ilk gün, soğuk ve
beyaz sahneye çıkıp bir iskemle çekti, elli
ikinci doğum gününde, Kamburun bahçesini ve onu saran alemi bir de bu boş,
bomboş sahneden seyretti.
Sefil lâkin vakur ömrümüzün, kuşkusuz, en keyifli, en
neşeli, en harcıâlem zamanlarıydı havuz yılları. Başlangıcından bitişine değin
biz melülleri içine aldı, mucizelerini, meziyetlerini gösterdi her birimize.
Her birimiz o zamanlar her birimizi önemser, severdik hem. Her birimizin kederi
her birimizi ziyadesiyle kederlendirir, sevinci top yekûn hepimizin sevinci
olurdu. En hummalı maçlarımızı o toprak sahada yaptık, en gösterişli ve ama
beyhude kulaçlarımızı o havuzda attık. Sarayda yaşadığımız bütün küçük
maceralar daha sonraları başka başka hikâyelere dönüştü, dilden dile, kulaktan
kulağa aktı da sonunda işte yok oldu. Gazozların en feriştahını, sosislilerin
en görkemlisini burada yedik, içtik. Bedenimizi okşayan asude güneş burada, bu
taş basamaklarda tenimizi bir başka güzelleştirdi. Hepimiz burada serpilip
büyüdük, koca koca adamlar olup şehre yayıldık. Burası, bu havuz, bu saray ve
toprak saha bizim meşru cumhuriyetimizdi. O cumhuriyette var olmayı ölesiye
sevdik. Her yer yıkılıp da ortaya koca bir otel çıkınca anladık ki biz artık
yokuz. Sarayın üzerinde akşam uçuşlarını heyecanlı bir şekilde icra eden neşeli
kırlangıçlar da terk etti burayı. Kertenkeleler yukarıya, sırtlara doğru
çekildiler. Sürüngenler, böcekler ve zümrüt kanatlılar, hepsi bir anda yok
oldu. Biz kanatsızlar da değişik mahallelere, semtlere dağıldık ve oralarda
tütsülenip yok olmayı bekledik. Günlerce, aylarca, yıllarca rüyalarımıza girdi
saray. Kimimiz bu rüyalardan hiç ama hiç kurtulamadı. Kimimiz de kurtuluşu
başka başka yollarda aradı durdu, ah, çaresizce.
Hayatlarımızda netameli değişimler oldu. Kimi ahbabımız
sessiz sedasız kayboldu, kimi dostumuz başka bir şeye dönüşerek ve isteyerek
bunu, yaşamın harbi çarkına yeniden katıldı. Kimimiz biraz büyüdü, serpilip boy
attı, kimi de eksile eksile yitip hüzzam makamında gıdım gıdım yok oldu. Ne
yapacaklarını bilemediler. Kime soracaklarını da bilemediler. Biz o sene, yani
bin dokuz yüz seksen altıda topyekun gittik kendimizden. Alıştık buna da. İyi
ki gittik kendimizden. Sarayın yetimleri, cahil cüheyla canileri, bizler, çil
yavrusu gibi oraya, buraya dağıldık. Ne Fahri kaldı ne Bahri Bey. Ondan sonra
da zaten birbirimizi tanımaz olduk. Sarayla birlikte havuz, top sahası, deniz
kenarı, sahipsiz ölüler, kertenkeleler, kaplumbağalar ve bilumum kayıp eşyalar
da gri inşaat betonu içinde eriyip kayboldu. Yıllarca ürküp, önünden
geçemediğimiz inşaat bir gün bitti de şükür herkes rahata erdi. Yeni, görkemli
saray ortaya çıkmıştı işte. Önünden geçerken kapısında durduk. Bekledik.
Pencerelerine baktık da bir tek kırlangıç göremedik. Çocukluğumuz, gençliğimiz,
yaşlılığımız eski sarayla birlikte yok oldu gitti. Büyüdük, büyüdük sandık.
Ömrümüzün en kıymetli, en keyifli günlerini yaşamışız orada. En güzel dansları edip en harikulade kulaçları temkinli bir keyifle atmışız havuzda. En fiyakalı hallerimizmiş o çektirdiğimiz fotoğraflarda çıkan. En güzel giysilerimizmiş meğer üzerimizdeki pırtılar. Bilemedik.
Ender Macun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder