Ben daha yokum 'Sizi kendi şehirlerime
götürmeliydim' demişti adam. 'Kendi
sokaklarıma, çıkmazlarıma, durmadan
taşındığım,
hiçbirini unutmadığım evlere'.
Enis Batur / Fugue IV
Önce tuhaf bir çukur kazarsın ve oradaki büyük boşluğa durup bakarsın. Bir kuyu… Bir boşluk… Çekilmiş bir dişten geriye kalan koca oyuk. Lâkin, boşluk sana bakmaz… Orada kazılan ne ilk çukurdur bu, ne de son. Boşluk orada öyle durur, içine silme yağmur suyu dolar. Boşluk çamurla kardeş, yağmur suyunu hüüp emer, taa diplere, yerkürenin kılcallarına taşır. Sonra yine dolar ve boşalır. İşte bu, dibi ve kenarları taş ve topraktan, kemik ve kiremitten boş havuz, sonradan doğacak olan evin yerleşeceği koca rahimdir. Tam da öyledir yani. Rahmin çeperleri eski yaşanmışlıkları, hayat artıklarını kendinde saklar; sonradan hınzırca kullanmak için saklar. Ev, bu boşluğun ortasında, hızlıca ve sancıyla büyümeye başlar. Adı inşaattır. An be an büyümesini görürsün. Dikine, yanlara… Yanındaki evlere yaslanır. Onlara sarılır. Adı bina olur. İnsan canlısının aksine, ev o kocaman ıslak rahimden cansız beden olarak sessizce doğar. Cansız doğmak nedir, diye sorarsan tam da budur işte… Sonra, evin içi insanla dolmaya başladığında ilk sessiz soluk alıp vermeler de başlar. İnsan o ılık soluğunu eve aheste aktarır. Ev yavaşça, telaşsız soluk almaya, vermeye başlar. Bu soluk alıp verişleri, eğer dikkatle dinlersen, duyarsın; daha çok da geceleri duyarsın. Ev de içindeki her şey gibi, garip eşyalar topluluğu gibi mesela, düşünüldüğünün aksine, canlıdır artık. Bu gizli bilgi en çok evde yaşayan yaşlı ve tuhaf insanlar ve meczuplar tarafından bilinir ama zikredilmez hiç. Gecenin bir yarısında yattığı yerden bir hayalet gibi doğrulup bir saat ve üç beş resim asılı duvarlarla hasbıhale girişen, ardından bir sigara tellendiren yaşlı ve meczup insanlar topluluğu ev halkını uzunca bir süre tedirgin eder durur. Sonra onlar da alışırlar bu tekinsiz sohbete. Resimler, saat ve belki de bir takvimle konuşma halleri… Duvarlar kimsenin aklına gelmez. Zaten yorgun, hasbinallah’larla yatıp uyurlar.
Yanlış anlaşılmasın, bir evi ev yapan tek şey insan
değildir ki. Evi gerçek bir ev yapan kullanılabilirliğidir. Kullanılabilirliği
olmayan ev metruktur. Metruk ev tekinsizdir. Ve asıl gerçek de şudur ki, İnsan
evin gelip geçici, tedirgin ve mutsuz olan konuğudur. Malumunuz, bu konukluk
hali bazen oldukça kısa, bazen de uzun süreli olur. İnsan ömrünü tek bir evde
konuk olarak geçirebileceği gibi bir çok eve de ziyadesiyle, konuk olabilir, ki
bu ahir ömründe daha çok rastlanan bir durumdur. Ve, fakat, ev tüm konuklarına
şefkatle kucak açmaz. Öyledir. Adam kayırır. İnsan seçer. İstemediğini tez def
eder başından. Çirkeftir de. Küfürler savurur, duyamazsınız. Bütün
huzursuzlukların kaynağı olarak evdeki başkasını gösterirsiniz, buna ölesiye
inanırsınız. Bakmayın masum ve sessiz görünüşüne evin. Arkasından ağlamaz
hiçbir şeyin. Kimsenin ardından gözyaşı döktüğü görülmemiş, işitilmemiştir. Oysa
ağlama yeteneği de vardır evin. Öyle olduğu söylenir. Ben inanırım buna… Görmüşlüğüm
de vardır. İstediğini, istediği zaman buyur eder; birlikte gül gibi geçinip
giderler. Ev istemiyorsa, orada kalamazsınız. Kalmayı bırakın, kapısına
varamazsınız. Anahtar deliğine eliniz gitmez olur. Pılınızı pırtınızı toplayıp,
kaçıp kurtulmak istersiniz. Başınızı derde sokar. Söylemedi demeyin. Belalıdır.
Oysa konuklarıyla uyum içinde olan evler pek nadirdir. Yani, diyeceğim o ki, ev
kolay kolay beğenmez konuklarını. Asıl efendi, evin ta kendisidir yani.
Konuklar gelip geçici… Ev, konuklarını kendi emelleri için bir güzel kullanır
da. Bakımını yaptırtır mesela… Boyasını, badanasını, tadilatını, ekleyip
çıkartılacak şeyler mesela… Bir veranda, bahçe, kuyu… Süslü püslü bir evse, vay
haline içinde yaşayan konuğun. Yetişemez isteklerine… Ah, tabii, bakmayın
canlılığına, sonunda ev ölür de. Aynı insan gibi… Miadını doldurunca, durup beklemez,
ölür. ‘Ev öldü’ deriz. Demez miyiz? Ben derim mesela. Başka diyen var mı ki? Ev
öldü…Ölür ve orada öylece kalır. Biri gelecek de yıkacak. Paslı demirlerini
betondan söküp götürecek. Kiremitlerini tek tek ayıklayıp at arabasına yükleyip
gidecek… Ya da kendini bir anda ateşe verir ev. Sobayı, elektrikli ocağı falan
suçlarsınız. Bir tekme savurursunuz hurda sobaya… Ocağınızı söndüren evin
kendisidir oysa. Kendi intiharıyla başkalarını da peşinden götürür. Öyledir. Hayatını
böyle cayır cayır da sonlandırabilir. Yazık, yer sarsıntılarını bir doğa olayı
olarak görenler ne kadar da yanılıyorlar… Aslında yer sarsıntılarının ne
olduğunu burada anlatmak isterdim ama buna yüreğim ve satırlarım el vermez.
Karanlık, izbe, rutubet kokulu bodrumunda, elyaf, demir,
çimento, çivi, keser, kiremit ve bilumum malzeme boca edilmiş çatı aralığında,
su ve kanalizasyon borularının paslı, ıslak ve bilumum artık, dışkı kokan dolambaçlı
yollarında hep aynı iniltiyi duyarsınız. Ev kendi kendiyle konuşur da konuşur. Ev
hiç susmaz. Arada dinlenir, sesini soluğunu yavaşlatır ama durmaz.
Bir de şu var, tüm evler dişidir. Evet, dişidir.
Rezidansından gecekondusuna, apartmanından müstakiline, tüm evler diyorum. Ve
tüm evler, sözüm meclisten dışarı, piçtir. Fakat, şunu da söyleyeyim ki,
evlerin de sınırlı bir akrabalık ilişkileri vardır kendi aralarında. Buna da
inananlardanım yani. Ölen ve paldır küldür yıkılan bir evin ölü çukurundan,
rahminden çıkma yeni yetme ev, ölü evin biricik evladıdır. Biraz değişiktir
anasından, zamanedir ama evladıdır işte.
Evler başka başka evlerin ölüsü üzerine kurulur. Yeni evler eski evlerin
tekinsiz ruhlarını az çok barındırır da içlerinde. Merdivenlerinin ahşap,
alüminyum ve akıl almaz başka malzemeden
tırabzanlarında, buram buram yalnızlık kokan, karanlık asansör boşluklarında,
önünden her araba geçtiğinde zangır zangır titreyen balkon demirlerinde,
plastik ve yapış yapış pencere pervazlarında hep bir efsunlu iz taşırlar. Bu
izler birbirlerini tanır ve gece, el ayak, eş dost çekildiğinde aynı yaşlı
insanlar gibi birbirleriyle hasbıhal etmeye başlarlar. Ben duyarım… Başka duyan
var mıdır ki?
Ender Macun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder