Aslında edebiyat anlayışları arasındaki farklar, temelde dünya görüşü farklarına dayanıyor.
Savsöz niteliğinde olması bir roman için ne kötüdür!
Yapıtını sloganlaştırmak, yazarın kendi çocuğuna kıyması gibi bir şey.
Bu görüşe karşı çıkan yoktur. Ama 90’lardan beri edebiyat
dergilerini ve peotika tartışmalarını izlemeye çalışanlar farkındadır, sanki çok
savunan varmış gibi tekrar tekrar sloganlaşmaya karşı tavır alınıyor. Acaba bu,
pek tartışmaya girmeden, “savsız roman” yanlısı olmayı mı sağlıyor?
Piyasada onaylanacak biçimde,
romanı “oyun” kabul edebilir bir yazar. İnsanlara içinde bulundukları
koşullarla ilgili söz söylemek yerine yaşadığı hayattan alıp uzaklara götüren
anlatımları tercih edebilir. Pili biten aletlerin şarj edilip sahibine faydalı
hale getirilmesi gibi, okuru biraz dinlendirip uyumlu biçimde devam etmesi için
gündelik hayatına geri getirme işlevini üstlenebilir. Yalan söylemekte
ustalaşabilir. Hayata dair söz söyleyen romanlara tepkisini açıkça değil de “savsöze
karşı durmak” biçiminde gösterebilir.
Peki, romanın öncelikli amacı sav geliştirmek midir? Bir
düşünce ileri sürerek savunmak? Olamaz elbette. Bunun için başka yazı türleri
var. Ama her romanda ağırlıklı veya belirsiz, açık veya örtük mutlaka “düşünce”
vardır. Bu düşünceleri, yaratılan bir atmosfer içinde okuruz. Kendi
gerçekliğiyle, bir anlamda duygusuyla birlikte işlenen düşüncelerdir onlar.
Konuyu biraz somutlaştırmak için, üç önemli yazarımızın sanat
tavrına bu açıdan bakmaya çalışalım. Kısaca, çok özet biçimde…
YAŞAR KEMAL’İN MESELESİ
Yaşar Kemal İstanbul’da, Ege’de, Çukurova’da; dağlarda,
kentlerde, adalarda geçen hikayeler anlatıyor. Memed gibi, Zeynel, Nişancı,
Meryemce gibi onlarca unutulmaz karakteri içimizde yaşamaya devam ediyor. Bunca
çeşitliliğe rağmen, romanlarında “İşte Yaşar Kemal’in meselesi” denebilecek bir
ortak yön apaçık görülüyor.
Bilindiği gibi, Yaşar Kemal’in başlıca teması, korku.
Karakterlerini, kendi söyleyişiyle, insanı yaratan en temel duygudur, korku. Korku
karşısındaki tavrı insanın hain, alçak, bağnaz bir kişilik geliştirmesi kadar;
onurlu, güzel, yiğit bir kişi haline gelmesinde de belirleyicidir. Ve en
önemlisi; başkaldırmak, onun kahramanlarında her zaman bilinçlenmekten
öncelikli bir olgu olarak ortaya çıkar.
Yaşar Kemal’in temel savı: Başkaldırı, insanlığın en kadim
halidir.
Yarattığı karakterlerde sadece birer kurgu kahramanın özellikleri
değil, insanlığın evrensel değerleri de canlanır. Hepsi olumlu değildir bu
özelliklerin. Ama gerçekçidir. Öncelikle, umut yaratırlar, okuru
canlandırırlar. Yaşar Kemal’in hayata dair bunca anlatısının derinliklerinde,
her şeyden çok, sevgi vardır. Hesapsız, tereddütsüz, yalansız bir sevgi!
Tam da bu nedenle karşısına çıkan modaları, tuzakları,
yalanları devirip yoluna devam etti, son nefesine kadar “Ben angaje bir
yazarım” demekten vazgeçmedi.
KARA KİTAP NEDEN KARA?
Orhan Pamuk’un rüyası 1990’da yayımlanan Kara Kitap
romanındaki kahramanının arayışında somutlaşmıştı. Galip, kendisini terk eden
karısı Rüya’yı arıyordu. Ama sadece Rüya’yı değil, Celal’i de arıyordu. Çünkü
Rüya’nın, amcasının oğlu Celal’in yanında olduğu anlaşılıyordu.
Celal, ülkenin önemli entelektüellerinden biriydi. Rüya
ise, polisiye ve bulmaca meraklısı, popüler ürünlere ilgi duyan bir kadındı.
Galip’in ikisini birden araması Pamuk’un rüyasına karşılık geliyordu: Hem
entelektüel anlamda değerli hem de popüler bir yazar olmak.
Sevimli bir rüya. Peki, “Pamuk’un rüyası”, nasıl “bir
altrüya” haline geldi? Bu olguyu basit bir reklam çalışması gibi görmek yanılgısına
düşmemeli.
İçinde yer aldığı sistemin ayrılmaz bir parçası olan
medya, insanları ancak onların ilgisini çekerek yönlendirebilir. Bu nedenle,
medyanın bir işlevi de yıldız yaratmaktır. Çünkü onlar sayesinde izlenirlik
sağlayacaktır.
80’lerden itibaren romancılıkta yaratılacak bir yıldız
için aranan özellikler nelerdi?
Bir kere 70’lerin siyasi ortamında yazmamış olsa iyi
olurdu. Seçtiği temalar gündelik hayatlarla, sıradan insanlarla değil de
yazınsal ve felsefi konularla ilgili olmalıydı. Hayata dair söz söylemekten
çok, kurgular âleminde bir oyun gibi yaklaşmalıydı edebiyata.
Orhan Pamuk, hem nitelikli hem de zararsız bulunan
özellikleriyle, tam aranan kişiydi.
Egemenlere ait evvel ve ahir bir “üstrüya” zaten vardı:
Edebiyatın hayattan kopuk bir uğraş haline gelmesi. Pamuk’un “Celal’e ve
Rüya’ya aynı anda ulaşmak” rüyası, işte bu büyük rüyanın içindeki bir rüya olmaya
çok uygundu. Yani, yetenekli ve çalışkan bir postmodern yazarın yaygınlaşmasıyla
iktidarların edebiyat anlayışının yaygın biçimde benimsenmesinin örtüştüğü bir konjonktürde
“star”laştı Pamuk. Büyük bir rüyanın altrüyası haline gelmek; böylesine bir postmodern
duruma en çok da kitabın adı uyuyordu. Kara Kitap…
Kitabın adındaki “kara”, bir edebiyat anlayışının
ifadesiydi. Bilindiği gibi, maddeler, üzerine düşen ışığın bir kısmını tutup
bir kısmını yansıtırlar. Yansıyan ışıkların insan gözüne ulaşmasıyla onların
rengini görürüz. Işığı yansıtmayan maddeleri ise siyah renkte görürüz. Ana
teması “yazılı metin” olan, gerçek hayata gönderme yapmayan, bunu açıkça ilan
eden bir kitabın rengidir kara.
Bu durumda, Pamuk’un temel savı, “Roman savsız olmalıdır”
diye özetlenebilir. “Roman, bir şey anlatmaz, oyun oynar, kitapta düşüncelere
yer verilse bile, yazar bunlardan birini savunmaz.”
Ve Kara Kitap’la birlikte Orhan Pamuk kitleselleşti. Bu
kitap, Türkiye’deki düzenli roman okuyan insan sayısından çok daha fazlasına
ulaştı.
Kitap dağıtım ve satışı da artık eskisinden farklı bir
sektör haline gelebilirdi.
HALK BEĞENİSİNİN DİRENİŞİ
Matbaa ne kadar kısa süredir kullanılıyor dünyada. Hele
televizyon! İnsanlığın büyük kısmı okur niteliklerine ulaşma fırsatı bulamadan
görsel iletişim içinde kaldı. Peşinden internet. Alabildiğine özgür ama tamamen
başıboş, kontrolsüz, süzgeçsiz bir dünya.
Sadece iletişim biçimlerinin değişmesi değil, kişiler
arasında iletişim de müthiş bir hızla gerçekleşiyor artık. Oturup beslenmek
ancak özel durumlarda uygulanır oldu. İnsanlar ruhunu, duygularını, zihnini
ayaküstü biçimde besliyor.
Oysa binlerce yıl, on binlerce yıl boyunca, sanat ancak
bir zaman süzgecinden geçerek varolabiliyordu. Yayıncı, menajer, organizatör
gibi aracılar yoktu. Gündelik hayattaki duygulara, hayallere, insanlık
durumlarına karşılık gelen yapıtları üretenler kitleselleşiyordu. Derin düşünceler geliştirenler, başka
bölgelerde ve başka zamanlarda da geçerli olacak biçimde hayata dair söz
söyleyenler kuşaklar boyunca dilden dile yaşıyordu. En kitlesel sanatçılar, en
nitelikli olanlardı.
Kitle iletişimi, geliştikçe, halkın manipüle edilmesine
yarayan bir iktidar aracına dönüştü. Yine halk seçecekti her şeyi, ama farkında
bile olmadan yönlendirilerek. Basit, hatta yozlaşmayı yansıtan yapıtlar,
yönlendirilen halk beğenisi sayesinde toplumda karşılık bulacak, tarihte
görülmemiş bir hızla yaygınlaşacaktı.
Bu geçiş döneminin son anında ortaya çıktı Livaneli.
Ortaya çıkışında halkın tercihi belirleyici olsa da, aracıların ve kitle
iletişim araçlarının etkili olduğu bir dönemde varlığını sürdürecekti. Dolayısıyla,
Livaneli’nin varlığı, medya yönlendirmelerine karşı halkın direnişi haline
gelecekti. Birçok durumda, medyanın içinde de yürütülen bir mücadele biçiminde
gerçekleşecekti bu.
Haberleşme hızının korkunç düzeye ulaştığı, yüzeysel
anlatımların ve anlık algılamaların yaygınlaştığı internet döneminde ise Livaneli,
daha çok, romancı olarak halkla iletişimini sürdürüyor.
Hızlı ve parçalı anlatımları yücelten modaya kapılmadan
ortaya çıkardığı romanlarıyla, ülkenin en çok okunan yazarlarından biri haline
geldi. Çünkü koşullarına teslim olmayan milyonlarca insanın derin duygular,
sistemli düşünme, doğru odaklanma gibi beklentilerini karşılıyor. Romanlarında
işlediği binlerce yıllık temalar, aynı zamanda internet çağına bir tepki yerine
de geçiyor.
Livaneli romanlarında öne çıkan üç tema şöyle sayılabilir:
İktidar hırsı, gündelik hayattaki faşizmler, farklı kişilik ve kültürlerin
karşılaşması.
Temel savı ise şöyle özetlenebilir: İnsanlar tüm
farklılıklarıyla, rekabet koşuşturmalarında ömürlerini harcamadan, yüzeysel
duygu ve düşünceler içinde boğulmadan, hayatı anlamanın bahtiyarlığıyla
yaşayabilirler.
Böylece, Livaneli’nin toplumsal işlevi ortaya çıkıyor: Dönemin
ve coğrafyanın hakkını vermek için insanın onlara uyum sağlaması değil,
direnmesi gerektiğini kanıtlıyor.
SLOGAN KÖTÜ MÜDÜR?
Sloganlaşmanın romanı tahrip edeceğini anlatmanın ne
anlamı var? Roman zaten savsözü aşan bir yapıt ortaya çıkarmak için yazılıyor.
Savsözü aşmak, elbette, hayata dair söz söylerken de başarılabilir. Farklı dönemlerde
ve bölgelerde geçerli kalacak anlamlı sözler ve derinlikli hikayeler, zaten
başka türlü yaratılabilir mi?
Aslında edebiyat anlayışları arasındaki farklar, temelde
dünya görüşü farklarına dayanıyor. Sloganla ilgili farklı yaklaşımlar da öyle. Hayata
müdahale etmeyi, zalim ve sömürücü iktidarlara direnmeyi tercih etmek, birçok
durumda slogan kullanmayı gerektiriyor. Bir eylemi desteklemek, bir düşünceyi vurgulamak
için kısa ve kalıplaşmış sözler… Özgürlük, eşitlik, direniş sloganlarımız. Savsözler,
bazı sanatçıların derin ve katmanlı çalışmalarında ortaya çıkan anlamlarla hiç
de çelişmeyebiliyor.
Yaşasın edebiyatımız! Yaşasın sloganlarımız!
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder