Okur, Yazar, Yayın - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
Okur, Yazar, Yayın - Zafer Köse

Okur, Yazar, Yayın - Zafer Köse

Paylaş
Bir milyon kişi, üç kişi, hatta hayali birileri olabilir, ama yazar, okur için yazar.
Yaratıcılığa, ilginçliği amaçlayarak değil, okurda etki yaratmaya çalışarak ulaşılır.

Serveti Fünun, Akbaba, Kadro, Yaprak, Çınaraltı, Marko Paşa, Büyük Doğu, Varlık, Mavi, Devrimci Yol, Birikim, Halkın Dostları, Sanat Cephesi… Türkiye’de dergiler, genellikle bir edebiyat anlayışının, bir dünya görüşünün, hatta bazen bir siyasal hareketin merkezinde işlev yerine getirdiler. Kendi dünya görüşlerine uygun düşüncelerin geliştirildiği, o anlayışa uygun tarzda öykü ve şiirlerin yayınlandığı, mesajların verildiği yayınlardır bunlar. Birçoğunu okumamış da olsanız, siz doğmadan önce yayını sonlanmış da olsa, bilirsiniz ki, farkında olduğunuz ve olmadığınız büyük etkileri vardır benliğinizde.

Herhalde dünyada da böyledir. Dergiler bir toplumun, bir kültürün başlıca düşünme mekanizmaları, en önemli edebiyat kaynaklarıdır.

Bazılarının dünya görüşünü zararlı bulabilirsiniz. Yine de her türlü yayının özgürce varlığını sürdürmesini savunursunuz. Çünkü düşüncelerinizin doğruluğuna ve güzelliğine sonuna kadar inanırsınız. Fakat böylesine sınırsız bir özgürlük anlayışında olmanız, “herhangi bir yayında her türlü görüş savunulsun” diyorsunuz diye yorumlanamaz. Çünkü bir yayında yazmak, o yayın çizgisine dahil olmak anlamına gelir.

Bu açıdan bakınca, bir yayın organının kendisine ulaşan her yazıyı yayımlaması beklenemez. Hangi yazar denk gelirse onunla çalışması, olacak iş mi? Hatta yayın organının dünya görüşüne aykırı yazmaya başlayan bir yazarın yazılarına pekâlâ son verilebilir. Örneğin, emek değerlerini savunan özgürlükçü bir gazete, bir yazarla yollarını ayırırken şöyle diyebilir: “Bizim bir dünya görüşümüz, bir habercilik anlayışımız var. Muhabir ve yazarlarımızla bu çizgide yayın yapıyoruz. Son zamanlardaki düşüncelerinizi, kendinize uygun liberal çizgideki bir yayında yazmalısınız. Ancak engellenmeniz, hiçbir yerde yazamayacak biçimde sansüre uğramanız durumunda, ‘ifade özgürlüğü’ kapsamında size sayfalarımızı açabiliriz.”

Ne var ki, bu kadar basit ve doğal bir konu bile, toplumun okuryazar kesiminde kafa karışıklığına neden oluyor. Hükümete yaranmak için veya popülist kaygılarla bir köşe yazarının işine son verilmesi ile yayın kurulunun ilkesel tercihleri aynı kefeye konuyor.

İLKELER, ÖZGÜRLÜKLER

Artık neredeyse insanların atomize olduğu, bireyciliğin ruhlara ve genlere adeta işlendiği bu dönemin bir ezberidir, “her görüşten insan burada yazsın” görüşü. Çünkü insanlık, toplum, şehir… hangi ölçekte bakılırsa bakılsın toplulukların tek tek insanların bir araya gelmesiyle oluştuğu sanılıyor. Sınıflar, farklı kesimler, farklı kültürler yokmuş gibi, sadece bireyler var gibi düşünülüyor. Üretim kolektif değilmiş, insan sosyal bir canlı değilmiş gibi. Son birkaç on yıllık zamandaki koşullar ve tarzlar nasıl da “doğal” kabul ediliyor! Sanki insan yüz binlerce yıldır ortaklaşa bir hayat yaşayan canlı türü değilmiş gibi her kişinin tek başına hareket etmesi “normal” karşılanıyor.

Belli amaçlar için bir ekip olarak hareket etmek, örgütlü yaşamak, bir grup kişiyle birlikte üretim sürecinde yer almak… Böyle şeylere özenilmediği gibi, ne anlama geldiği bile pek anlaşılamıyor.

Hele internet ortamlarında! Bir site kurulurken “yayın kurulu” gibi, “yayın çizgisi” gibi, “ilkeler” gibi sözler edince, çoğu zaman “polislik yapmak”la itham edilirsiniz. Oysa bunun özgürlüğü kısıtlamakla veya yazmak isteyenlere engel olmakla bir ilgisi yok.

Özgür düşünmek, bağımsız yazar olmak başka bir şey. Ama herkes tek başına yaşadığı, tek başına yazdığı duygusu içindeyse, o zaman neden farklı kişiler aynı yayın organı içinde yer alıyor? Her kişi sadece kendisinin yazdığı bir sitede yayınlasın düşüncelerini. Her yazar sadece “kendiadınoktakom”da yazsın.

ÜÇ ÇİZGİ, ÜÇ YOL

Tamam, internet ortamının niteliksel farkları var. Evet, insanlar artık sürekli bir dergi takip etmeyi, bir yayın organının okuru olmayı tercih etmiyor. Sosyal medyada, mesajlaşmalarında, e-posta gönderilerinde karşılarına çıkanları okuyorlar.

Ama birden fazla kişi bir araya gelip bazı çalışmalar yayınlıyorsa, ortada bir yayın organı var demektir. En azından birlikte hareket eden çekirdek ekip olarak yayın çizgilerinin ne olduğunu düşünmüş olmaları gerekmez mi? Aralarına yenilerinin katılması söz konusu olursa, kimlerle birlikte yürüyeceklerine nasıl karar verecekler? Bu yazının başında anılan dergiler gibi kesin çizgilerle değilse de, en azından kabaca, ana hatlarla üç yayın çizgisinden söz edilebilir:

1
Nazım-Yaşar Kemal-Livaneli… çizgisi. Duruluk, derinlik. Gerektiğinde açıkça taraf olmak. Estetik-doğruluk-faydalılık gibi değerleri birbiriyle çelişmeyen bütün olarak görmek. Okurun beğenisine, onun taleplerinin peşine düşerek değil (popülizmle değil) en nitelikli yapıtlarla ulaşacağına inanmak. Anlamı zenginleştirmek için gerekenler dışında, yani içeriğin gerektirdikleri dışında süsten ve biçimsellikten uzak durmak.

Sait Faik, Sabahattin Ali, Adnan Özyalçıner gibi birçok örnek isim üzerinde durulabilir.

2
Oğuz Atay-Metin Kaçan-Emrah Serbes… Bu çizgi aslında arabeskin sosyetik hali gibi bir şey. Daha da ileri aşaması. Kaybetmeyi yüceltmek, ama bunu sisteme uyum sağlamama tercihi gibi göstermek. Bazen argo ve bazen kenar mahalle dilini tercih etmek, ama politik bir tavırdan çok bireyci-nihilist bir atmosfer yansıtmak.

Doğrusu, yazdıklarıyla karşılık bulamayışı ve piyasadaki “başarı” ölçütleriyle uyuşmayışı nedeniyle mağdur dili kullanabilecek, birçok mazeret üretebilecek yazarlar az değildir. Doğal olarak çok azını tanıyabilirsiniz. Ama yine de bu edebiyat çizgisini kendine yakın bulmayanlar olduğunu biliyorsunuz. Onlar, birinci çizgiye uygun biçimde şöyle demeyi tercih ederler: “Kazanan tarafta değil, haklı tarafta yer almak istiyorum; yenilgiyi olabilir ama ezikliği, inançsızlığı, teslimiyeti kabul edemem.”

3
Ahmet Hamdi Tanpınar-Orhan Pamuk-Elif Şafak… Gizemli olaylara, hayattan kopuk konulara eğilimli olmak. Veya konuları hayattan kopuk biçimde ele almak. Okurun ve halkın gerçek hayatıyla, yaşadığı koşullarla ilgilenmemek.

Bu çizgiye yakın kişiler, iyi bir kitabı “beni alıp uzaklara götürdü” diye tanımlar. Hatta birinci çizgideki Kürk Mantolu Madonna gibi bir roman için bile öyle diyenleri duyarsınız. Çünkü başka türlü “iyi kitap” tanımı bilmezler, bir kitabı sevmeyi başka türlü tarif edemezler.

Bu çizgideki edebiyat, var olan hayatın aynı şekilde devam etmesine katkı sağlıyor. Şarjı biten aletlerin şarj edilip sahibine faydalı hale getirilmesi gibi işlev görüyorlar. İnsanları alıp farklı diyarlara, gizemli hikayelere götürüyorlar, sonra da “normal” hayatına devam edecek şekilde geri getiriyorlar. Patronlara, sisteme uyumlu yaşamak üzere… Yaşanan gerçek koşullarla, hayatın gidişatıyla bir dertleri yok. Olsaydı, başka bir dünyaya götürerek de hayata dair anlatılar kurulabilirdi elbette. Körlük, Yüz Yıllık Yalnızlık, Son Ada gibi.

Böylesine kaba ayrımlarla anlatırken verilen isimler tartışılabilir elbette. Özellikle Tanpınar üçüncü çizgiye örnek olmayabilir, ama bu çizgidekiler onu çarpıtarak da olsa seviyorlar. Online bir yayının çizgisini belirlemek için, kapsamlı bir kitap çalışması olabilecek bu konu üzerinde ayrıntılı durmak pek gerekmeyecektir. Ana hatlarda anlaşıp, site ekibi (yayın kurulu demeyelim) olarak yola devam edilebilir.

Hele dışarıdan yazı gönderenlerin ürünlerini değerlendirirken bu ayrımlara da sıra gelmez herhalde. Fakat “ilkesiz” veya “kişisel paylaşımlar” gibi bir izlenim yaratmaktan da kaçınmak gerek, değil mi?

KENDİNE DEĞİL, OKURA YAZMAK

Yayınlanacak yazılar alt düzeyde de olsa “metin” niteliğinde olmalı.

Metin yazmak için öncelikle okurun varlığı kabul edilmelidir. Bir milyon kişi, üç kişi, hatta hayali birileri olabilir, ama yazar, okur için yazar. Yazmak, “yazarın duygu ve düşüncelerini anlatması” diye kabul edilemez. Okurda duygu yaratmak, okurda düşünce oluşturmak, belki yeni bir bakış açısı sağlamak… Yani yazmak, bir üretim işi; okurda bir etki “yaratmak” amacıyla metin üzerinde çalışmak. Yaratmak…

Bu anlaşılamadığı için galiba, “yaratıcılık” hep bir “ilginçlik yapmak” veya “kendini şaşırtıcı biçimde ifade etmek” gibi şeylerle karıştırılıyor. Hugo’nun “Yağmuru anlatma, yağdır” sözü de “okurda etki yaratmak” açısından yorumlanabilir. Hazırdan yemeden, var olan duygusallıkları, kalıpları kullanmadan, ezberlenmiş düşünceleri tekrarlamadan, ama ilginç biçimsellikleri de amaç haline getirmeden, etki yaratmak!

Her yazıda, her çalışmada bu başarılamaz elbette. Her seferinde yağmur yağdırılamaz. Şart da değil. Ama yazarın kendi işine nasıl yaklaştığı bu açıdan anlaşılabilir. Ne kadar sıkıldığını, ne kadar sevindiğini falan mı anlatıyor; zaten moda haline gelmiş bir düşünceyi, farklı görünmek hevesiyle ilginç biçimlerle mi anlatıyor; yoksa söyleyecek sözü var da ona uygun bir dil mi kurmaya çalışıyor? İnternet ortamında yaygın biçimde rastlandığı gibi “kendi kendine” bir havada mı yazıyor, okur için bir metin mi üretiyor? Aklından geçenleri o anda konuşur gibi mi bırakıyor; bir çalışma mı ortaya çıkarıyor?

Bunları düşündükçe, bu kargaşa döneminin atlatılacağına inanıyorsunuz; internet ortamındaki yayınlardan umutlusunuz.




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder