Bir milyon kişi, üç kişi, hatta hayali birileri olabilir, ama yazar, okur için yazar.
Yaratıcılığa, ilginçliği amaçlayarak değil, okurda etki yaratmaya çalışarak ulaşılır.
Serveti
Fünun, Akbaba, Kadro, Yaprak, Çınaraltı, Marko Paşa, Büyük Doğu, Varlık, Mavi, Devrimci
Yol, Birikim, Halkın Dostları, Sanat Cephesi… Türkiye’de dergiler, genellikle
bir edebiyat anlayışının, bir dünya görüşünün, hatta bazen bir siyasal hareketin
merkezinde işlev yerine getirdiler. Kendi dünya görüşlerine uygun düşüncelerin
geliştirildiği, o anlayışa uygun tarzda öykü ve şiirlerin yayınlandığı,
mesajların verildiği yayınlardır bunlar. Birçoğunu okumamış da olsanız, siz
doğmadan önce yayını sonlanmış da olsa, bilirsiniz ki, farkında olduğunuz ve
olmadığınız büyük etkileri vardır benliğinizde.
Herhalde
dünyada da böyledir. Dergiler bir toplumun, bir kültürün başlıca düşünme
mekanizmaları, en önemli edebiyat kaynaklarıdır.
Bazılarının
dünya görüşünü zararlı bulabilirsiniz. Yine de her türlü yayının özgürce
varlığını sürdürmesini savunursunuz. Çünkü düşüncelerinizin doğruluğuna ve
güzelliğine sonuna kadar inanırsınız. Fakat böylesine sınırsız bir özgürlük
anlayışında olmanız, “herhangi bir yayında her türlü görüş savunulsun” diyorsunuz
diye yorumlanamaz. Çünkü bir yayında yazmak, o yayın çizgisine dahil olmak
anlamına gelir.
Bu açıdan
bakınca, bir yayın organının kendisine ulaşan her yazıyı yayımlaması
beklenemez. Hangi yazar denk gelirse onunla çalışması, olacak iş mi? Hatta
yayın organının dünya görüşüne aykırı yazmaya başlayan bir yazarın yazılarına pekâlâ
son verilebilir. Örneğin, emek değerlerini savunan özgürlükçü bir gazete, bir
yazarla yollarını ayırırken şöyle diyebilir: “Bizim bir dünya görüşümüz, bir habercilik
anlayışımız var. Muhabir ve yazarlarımızla bu çizgide yayın yapıyoruz. Son
zamanlardaki düşüncelerinizi, kendinize uygun liberal çizgideki bir yayında
yazmalısınız. Ancak engellenmeniz, hiçbir yerde yazamayacak biçimde sansüre
uğramanız durumunda, ‘ifade özgürlüğü’ kapsamında size sayfalarımızı
açabiliriz.”
Ne var ki, bu
kadar basit ve doğal bir konu bile, toplumun okuryazar kesiminde kafa
karışıklığına neden oluyor. Hükümete yaranmak için veya popülist kaygılarla bir
köşe yazarının işine son verilmesi ile yayın kurulunun ilkesel tercihleri aynı
kefeye konuyor.
İLKELER,
ÖZGÜRLÜKLER
Artık
neredeyse insanların atomize olduğu, bireyciliğin ruhlara ve genlere adeta
işlendiği bu dönemin bir ezberidir, “her görüşten insan burada yazsın” görüşü.
Çünkü insanlık, toplum, şehir… hangi ölçekte bakılırsa bakılsın toplulukların
tek tek insanların bir araya gelmesiyle oluştuğu sanılıyor. Sınıflar, farklı
kesimler, farklı kültürler yokmuş gibi, sadece bireyler var gibi düşünülüyor.
Üretim kolektif değilmiş, insan sosyal bir canlı değilmiş gibi. Son birkaç on
yıllık zamandaki koşullar ve tarzlar nasıl da “doğal” kabul ediliyor!
Sanki insan yüz binlerce yıldır ortaklaşa bir hayat yaşayan canlı türü değilmiş
gibi her kişinin tek başına hareket etmesi “normal” karşılanıyor.
Belli amaçlar
için bir ekip olarak hareket etmek, örgütlü yaşamak, bir grup kişiyle birlikte üretim
sürecinde yer almak… Böyle şeylere özenilmediği gibi, ne anlama geldiği bile
pek anlaşılamıyor.
Hele internet
ortamlarında! Bir site kurulurken “yayın kurulu” gibi, “yayın çizgisi” gibi,
“ilkeler” gibi sözler edince, çoğu zaman “polislik yapmak”la itham edilirsiniz.
Oysa bunun özgürlüğü kısıtlamakla veya yazmak isteyenlere engel olmakla bir
ilgisi yok.
Özgür
düşünmek, bağımsız yazar olmak başka bir şey. Ama herkes tek başına yaşadığı,
tek başına yazdığı duygusu içindeyse, o zaman neden farklı kişiler aynı yayın
organı içinde yer alıyor? Her kişi sadece kendisinin yazdığı bir sitede yayınlasın
düşüncelerini. Her yazar sadece “kendiadınoktakom”da yazsın.
ÜÇ ÇİZGİ, ÜÇ
YOL
Tamam,
internet ortamının niteliksel farkları var. Evet, insanlar artık sürekli bir
dergi takip etmeyi, bir yayın organının okuru olmayı tercih etmiyor. Sosyal
medyada, mesajlaşmalarında, e-posta gönderilerinde karşılarına çıkanları
okuyorlar.
Ama birden
fazla kişi bir araya gelip bazı çalışmalar yayınlıyorsa, ortada bir yayın
organı var demektir. En azından birlikte hareket eden çekirdek ekip olarak
yayın çizgilerinin ne olduğunu düşünmüş olmaları gerekmez mi? Aralarına
yenilerinin katılması söz konusu olursa, kimlerle birlikte yürüyeceklerine
nasıl karar verecekler? Bu yazının başında anılan dergiler gibi kesin
çizgilerle değilse de, en azından kabaca, ana hatlarla üç yayın çizgisinden söz
edilebilir:
1
Nazım-Yaşar
Kemal-Livaneli… çizgisi. Duruluk, derinlik. Gerektiğinde açıkça taraf olmak. Estetik-doğruluk-faydalılık
gibi değerleri birbiriyle çelişmeyen bütün olarak görmek. Okurun beğenisine,
onun taleplerinin peşine düşerek değil (popülizmle değil) en nitelikli
yapıtlarla ulaşacağına inanmak. Anlamı zenginleştirmek için gerekenler dışında,
yani içeriğin gerektirdikleri dışında süsten ve biçimsellikten uzak durmak.
Sait Faik,
Sabahattin Ali, Adnan Özyalçıner gibi birçok örnek isim üzerinde durulabilir.
2
Oğuz Atay-Metin
Kaçan-Emrah Serbes… Bu çizgi aslında arabeskin sosyetik hali gibi bir şey. Daha
da ileri aşaması. Kaybetmeyi yüceltmek, ama bunu sisteme uyum sağlamama tercihi
gibi göstermek. Bazen argo ve bazen kenar mahalle dilini tercih etmek, ama
politik bir tavırdan çok bireyci-nihilist bir atmosfer yansıtmak.
Doğrusu, yazdıklarıyla
karşılık bulamayışı ve piyasadaki “başarı” ölçütleriyle uyuşmayışı nedeniyle
mağdur dili kullanabilecek, birçok mazeret üretebilecek yazarlar az değildir.
Doğal olarak çok azını tanıyabilirsiniz. Ama yine de bu edebiyat çizgisini
kendine yakın bulmayanlar olduğunu biliyorsunuz. Onlar, birinci çizgiye uygun
biçimde şöyle demeyi tercih ederler: “Kazanan tarafta değil, haklı tarafta yer
almak istiyorum; yenilgiyi olabilir ama ezikliği, inançsızlığı, teslimiyeti kabul
edemem.”
3
Ahmet Hamdi
Tanpınar-Orhan Pamuk-Elif Şafak… Gizemli olaylara, hayattan kopuk konulara
eğilimli olmak. Veya konuları hayattan kopuk biçimde ele almak. Okurun ve
halkın gerçek hayatıyla, yaşadığı koşullarla ilgilenmemek.
Bu çizgiye
yakın kişiler, iyi bir kitabı “beni alıp uzaklara götürdü” diye tanımlar. Hatta
birinci çizgideki Kürk Mantolu Madonna gibi bir roman için bile öyle diyenleri
duyarsınız. Çünkü başka türlü “iyi kitap” tanımı bilmezler, bir kitabı sevmeyi
başka türlü tarif edemezler.
Bu çizgideki
edebiyat, var olan hayatın aynı şekilde devam etmesine katkı sağlıyor. Şarjı
biten aletlerin şarj edilip sahibine faydalı hale getirilmesi gibi işlev
görüyorlar. İnsanları alıp farklı diyarlara, gizemli hikayelere götürüyorlar,
sonra da “normal” hayatına devam edecek şekilde geri getiriyorlar. Patronlara,
sisteme uyumlu yaşamak üzere… Yaşanan gerçek koşullarla, hayatın gidişatıyla
bir dertleri yok. Olsaydı, başka bir dünyaya götürerek de hayata dair anlatılar
kurulabilirdi elbette. Körlük, Yüz Yıllık Yalnızlık, Son Ada gibi.
Böylesine
kaba ayrımlarla anlatırken verilen isimler tartışılabilir elbette. Özellikle Tanpınar
üçüncü çizgiye örnek olmayabilir, ama bu çizgidekiler onu çarpıtarak da olsa
seviyorlar. Online bir yayının çizgisini belirlemek için, kapsamlı bir kitap
çalışması olabilecek bu konu üzerinde ayrıntılı durmak pek gerekmeyecektir. Ana
hatlarda anlaşıp, site ekibi (yayın kurulu demeyelim) olarak yola devam edilebilir.
Hele
dışarıdan yazı gönderenlerin ürünlerini değerlendirirken bu ayrımlara da sıra
gelmez herhalde. Fakat “ilkesiz” veya “kişisel paylaşımlar” gibi bir izlenim
yaratmaktan da kaçınmak gerek, değil mi?
KENDİNE
DEĞİL, OKURA YAZMAK
Yayınlanacak
yazılar alt düzeyde de olsa “metin” niteliğinde olmalı.
Metin yazmak için
öncelikle okurun varlığı kabul edilmelidir. Bir milyon kişi, üç kişi, hatta
hayali birileri olabilir, ama yazar, okur için yazar. Yazmak, “yazarın duygu ve
düşüncelerini anlatması” diye kabul edilemez. Okurda duygu yaratmak, okurda
düşünce oluşturmak, belki yeni bir bakış açısı sağlamak… Yani yazmak, bir üretim işi; okurda bir etki
“yaratmak” amacıyla metin üzerinde çalışmak. Yaratmak…
Bu
anlaşılamadığı için galiba, “yaratıcılık” hep bir “ilginçlik yapmak” veya
“kendini şaşırtıcı biçimde ifade etmek” gibi şeylerle karıştırılıyor. Hugo’nun
“Yağmuru anlatma, yağdır” sözü de “okurda etki yaratmak” açısından yorumlanabilir.
Hazırdan yemeden, var olan duygusallıkları, kalıpları kullanmadan, ezberlenmiş
düşünceleri tekrarlamadan, ama ilginç biçimsellikleri de amaç haline
getirmeden, etki yaratmak!
Her yazıda,
her çalışmada bu başarılamaz elbette. Her seferinde yağmur yağdırılamaz. Şart
da değil. Ama yazarın kendi işine nasıl yaklaştığı bu açıdan anlaşılabilir. Ne
kadar sıkıldığını, ne kadar sevindiğini falan mı anlatıyor; zaten moda haline
gelmiş bir düşünceyi, farklı görünmek hevesiyle ilginç biçimlerle mi anlatıyor;
yoksa söyleyecek sözü var da ona uygun bir dil mi kurmaya çalışıyor? İnternet
ortamında yaygın biçimde rastlandığı gibi “kendi kendine” bir havada mı yazıyor,
okur için bir metin mi üretiyor? Aklından geçenleri o anda konuşur gibi mi bırakıyor;
bir çalışma mı ortaya çıkarıyor?
Bunları
düşündükçe, bu kargaşa döneminin atlatılacağına inanıyorsunuz; internet
ortamındaki yayınlardan umutlusunuz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder