‘Çalışmak’ adı altında ‘çalıştırılmak’…
Emek, insanın varlığını sürdürmesinin ve varoluşunu yaratmasının başlıca yolu. Ne var ki, ancak mülk sahipleri ve yöneticilere faydalı olacaksa ‘çalışma hakkı’ verilmesi, hayatı insana yabancılaştırıyor.
Sabah, işbaşı saatinde
bir fabrikanın önü. Güne yorgun adımlarla başlayan yüzlerce insan içeriye
girmek için yürüyor. Bazıları aralarında şakalaşıyor. Bir delikanlı, servis
otobüslerinden birine kaçamak bakışlar atıp duruyor; belli ki, “tesadüfen”
karşılaşmayı umduğu biri var. Fabrikaya birlikte yürümeyi diliyor.
Akşam vardiyasının
başlangıç saatinde de benzer görüntüler ortaya çıkıyor. Sonra, gece
vardiyasının başında.
Ve Tarlalarda,
dükkanlarda, atölyelerde çalışanlar. Yılın herhangi bir gününde, günün herhangi
bir saatinde, gezegenin bir yerinde çalışmaya gitmek için yollara düşmüş
insanlar.
Yüz milyonlarca,
milyarca insan her gün işe gidip onca saat çalışıyor. “Karnımızı doyurmak için”
diyorlar. “Çocuklarımızı yetiştirmek için, güzel giyinmek, yaşlılık günlerine
güvence hazırlamak ve yılda birkaç gün tatil yapmak için.”
Paul Lafargue, 1800’lü
yıllardan bakıp “Bu kadar çok çalışmayın!” diye bizi uyarıyor. Çünkü hayatımızı
böyle çalışarak ve alışveriş merkezlerinde tüketerek yaşamamızın bize değil,
sadece ekonomik sisteme ve yöneticilere fayda sağladığını düşünüyor. Toplam
zenginlik artsa da, onu üreten halkın o zenginlikten aldığı oransal payın
azalacağına dikkat çekiyor. İşçilerin daha çok çalışmasının, kendilerini
yoksullaştıran bir sistemin işine yarayacağını anlatıyor.
YALAN VE ŞİDDET
Her gün milyarlarca
insanın ite kaka araçlara doldurulup taşındığını ve zor kullanılarak
çalıştırıldığını düşünün. Köleliğin çoktan aşıldığı bu dönemde, hiçbir şekilde
onaylanmaz ve büyük bir şiddet uygulaması kabul edilirdi.
Peki, aynı milyarlarca
insan işe gidip gönüllü çalışmayı “tercih” edecek biçimde eğitilince daha mı
özgür oluyor? Dünya kaynaklarından yoksun bırakıldıkları ve yoksulluğa mahkum
edildikleri için çalışmaya mecbur olmak, şiddete maruz kalmaktan çok mu farklı?
Gandi, böyle bir soruya
“evet” veya “hayır” diye yanıt vermeyi reddeder. Çünkü “yoksul bırakılmak” ile
“şiddete maruz kalmak” kavramlarını birbirinden ayırmaz. “Yoksulluk, şiddetin
en kötü biçimidir” der.
Okullar, güvenlik kurumları,
haber merkezleri, yayınevleri; yalan ve şiddet üreten mekanizmanın içindeki
çarklar, hep birlikte temel bir yalanı üretiyorlar: Çalışmak iyidir, çalışanın
faydasınadır.
Ve insanların sistemi
güçlendirecek biçimde çalışması için en büyük, en yaygın, en etkili şiddet
biçiminden faydalanıyorlar: Ancak mülk sahipleri ve yöneticiler için faydalı
olacaksa “çalışma hakkı” verilmesi.
Bu mekanizma, “çalışma
hakkı”nın aslında “yoksulluk hakkı”ndan başka bir şey olmadığı gerçeğini
gizlemek için işliyor. Birileri yalana itiraz edip örtülü temel şiddeti görünür
kılınca, elbette hapishanesiyle, gaz bombasıyla, polis copuyla şiddetin kaba
biçimleri de ortaya çıkıyor.
Açıktır ki, dünya
düzeni ancak yalanla ve şiddetle kendini sürdürebilir.
ÇALIŞMA VE YABANCILAŞMA
Peki, çalışmanın, yani
bir şey oluşturmak veya ortaya çıkarmak için emek harcamanın bu kadar zararlı
olması tuhaf değil mi?
Evet, burada bir
tuhaflık var. Çünkü emek, insanın hem varlığını sürdürmesinin hem de varoluşunu
yaratmasının başlıca yolu. Neyi tercih ettiğinize, ne yaptığınıza ve nasıl
yaptığınıza bağlı olarak, bir şey üretirken aynı zamanda kendinizi de
üretiyorsunuz. Onları yapan ve öyle yapan biri olarak yaşıyor, öyle tanınıyor,
dünyayı öyle algılıyorsunuz. Üstelik üretmenin toplumsal ve evrensel boyutları
konuyu daha da önemli hale getiriyor.
Dolayısıyla,
Lafargue’ın “çalışmanın zararları” ile ilgili geliştirdiği düşüncelerde hiçbir
yanlışlık göremeseniz de kafanızda soru işaretleri oluşuyor. “Yakalayamadığım
bir sorun mu var?” diye şüpheye düşüyorsunuz. Kafanızdaki olumlu “çalışmak”
kavramı ile Tembellik Hakkı kitabındaki “çalışmak” arasında bir fark olduğu
kesin. Lafargue’ın kitabını (tekrar) okurken, “çalışmak” sözcüklerinin hemen
hepsini, “çalıştırılmak” diye anlamak, bu karmaşayı önleyebilir.
Bilindiği gibi,
“çalışmak”, yabancılaşma meselesinin de en önemli kavramlarından biri. İnsanın;
emeğine, emeğinin ürününe, insan türüne ve kendine yabancılaşmasının özünde,
“çalışmak”a yabancılaşması yatıyor.
İnsan türünün günlük
üretim yeteneği günlük gereksinimlerini aşar hale gelince, sonraki günler için
saklama ve biriktirme gibi konular ortaya çıktı. Bu arada, mübadele aracı
olarak icat edilen para, önemli bir işlev yerine getirdi. Para, çeşitlenen
malların takası için büyük kolaylık sağladı elbette. Ama ‘artık değer’i
biriktirmenin ve sermaye oluşturmanın da aracı oldu.
Bu gelişmelerin
sonucunda, üretim, kâr amaçlı bir etkinlik haline geldi. Ve doğallığını yitiren
“çalışmak”, para ve mal sahipleri için “çalıştırmak”a dönüştü. Çoğunluğu
oluşturan parası ve malı eksik insanlar için de “çalışmak” değil,
“çalıştırılmak” geçerli olmaya başladı. İnsanların çoğunun emeği kendilerine
ait değildi artık; emeklerinin ürünü “çalıştıran”a ait hale geldi.
Demek ki, mesele sadece
emeğinin karşılığını alamamak değil. Bu elbette önemli, ama aynı zamanda,
emeğine yabancılaşmakla başlayan süreçte, aslında kişinin insani varlığı da
anlamsızlaşıyor.
TEMBELLİK HAKKI İÇİN,
HEP BERABER
Zaten Lafargue da, “her
türlü düşünsel yozlaşmanın ve her türlü öğrensel bozukluğun nedeni” derken “kapitalist
toplumda çalışma” diye vurguluyor. Yani toplumsal ve bireysel varlığın kaynağı
olan “çalışmak”ı değil, “çalıştırılmak”ı kastediyor.
Lafargue, günde üç
saatten fazla çalışmaya karşı çıkıyor. Elbette bunun kişisel tercihlerle
uygulanamayacağının farkında. İşçi sınıfına, “Burjuva devriminin metafizikçi
savunucularının hazırladığı hastalıklı İnsan Hakları’ndan binlerce kez daha
kutsal ve soylu olan Tembellik Hakkı’nı” ilan etmesini öneriyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder