Eşitlik ve Özgürlük Yolunda Kadın
1917’de Rusya’da sosyalist devrim gerçekleştirilmişti.
Sonraki on yıllar boyunca dünya genelinde aşılamayacak kadın hakları yasaları,
ilk üç yılda çıkarılmıştı.
Kadınlara eşitlik sağlamak için gerekli yasalardı bunlar:
Oy kullanma, devlet işlerinde görev alabilme, boşanma, eşit işe eşit ücret,
doğum öncesi ve sonrasında dörder ay ücretli izin, devlet tarafından giderleri
karşılanan çocuk bakımı, ücretsiz ve sadece kadının kararıyla uygulanabilen
kürtaj...
Oysa dünyanın birçok yerinde bunların sözü bile edilmiyor,
nüfus sayımlarında sadece erkekler dikkate alınıyordu. İnsanlığın avcı-toplayıcı
döneminden sonra başlayan kadına yönelik baskıları önlemek için, tarihteki en etkili
adımlar atılıyordu.
Bir kadın hareketi değildi devrim. Ama kadın sorunu,
aşılmak istenen sınıflı toplum yapısının, yani emek sömürüsünün temel bir
bileşeni olarak ele alınıyordu. Öyle ya; ailenin, özel mülkiyetin ve devletin kökeni
aynı olduğuna göre, bu kökenden kaynaklanan sorunların çözümü de birbiriyle
bağlantılı olmalıydı.
ESKİDEN BERİ
İnsan türü, günlük gereksiniminden fazlasını üretebilme
aşamasına ulaşınca, büyük olanaklarla birlikte büyük dertlerle de karşılaştı. Dünya
kaynakları nasıl kullanılacak, üretilenler nasıl paylaşılacak, bir sonraki
kuşağa nasıl aktarılacak? Bugün “doğal” kabul edilen birçok yanıt, üretilen artık
değeri yöneten sistemlerin icadıydı. Aile, kadın, miras gibi konulardaki genel
düşünceler de öyle. Evlilik uygulaması bir yandan mülkiyet ilişkisi biçiminde
kurumsallaşıyor, bir yandan da bu gerçeğin üstü örtülüyordu. İnsanlar
yaşadıkları koşulların belirlediği kavrayış biçimiyle algılıyordu hayatı.
Ekim Devrimi, işte bu hayatı yıkacaktı. İlkel dönemlerdeki
yaşam biçimine dönmek söz konusu olamayacağına göre, çağdaş koşullarda geçerli
yeni bir bilinç yaratmak gerekiyordu.
Elbette, eşit ve özgür ilişkiler geliştirmek sadece
düşünsel veya duygusal bir mesele değildi. Üretim ve paylaşım süreçleriyle
doğrudan ilişkili bir konuydu bu. Zaten kadıların evde ve sosyal hayatta eşitlik
talepleri, çalışma hayatında eşit haklar istemeye başladıkları için
somutlaşmıştı.
Örneğin 1857 yılında, Amerika’da 40 bin dokuma işçisi
kadın grev yapmıştı. Ve 8 Mart’ta başlayan eylemlere polisin müdahalesiyle
çıkan olaylar sonucunda, 129’u hayatını kaybetmişti. İster ev işleri söz konusu
olsun, ister sokakta özgürce dolaşabilmek; kadınlara yönelik baskıyla mücadele,
bu 8 Mart geleneğinden kopuk bir şekilde yürütülemezdi.
Erkeklerin bu yoldaki desteği, hiçbir zaman “kadına
yardımcı olmak” anlamına gelmiyordu. Çünkü her alandaki eşit haklar sadece
kadınların hayatını değil, dünyayı güzelleştirecekti. Özgür bir dünyada yaşamak
isteyen erkekler, kadınlar olmadan bu yolda ilerleyemeyecekti.
İnsanın insana kulluğu yok edildikçe, insanın insana lütufta
bulunacağı koşullar da kaybolacaktı. Böylece, kadına “ev işlerinde yardım etmek”
anlayışı aşılacaktı. Çünkü “yardım” yaklaşımı, aslında kendi işi olmayan bir
konuda, birine “iyilik” yapmayı kabul etmek anlamına geliyordu. Özgür
insan, birilerinin lütfuyla değil,
ortaklaşa üretimlerin ve dayanışmanın sonucu ortaya çıkacaktı.
DÜNYA İKTİDARLARININ TELAŞI
Ne var ki, emeğin, dolayısıyla insanın özgürleşmesine
dünya egemenleri kayıtsız kalamazdı. Nitekim
gelişmiş Batı ülkelerinin desteğiyle kısa sürede güçlü bir Beyaz Ordu
oluşturuldu ve devrim sürecinden çok daha kanlı bir karşıdevrim hareketi
başladı. İtilaf devletleri de ülkenin her tarafına asker çıkartarak iç savaşa
dahil oldu.
Bolşevikler bu iç savaştan da zaferle çıktılar. Ancak
1922’ye kadar süren savaş dolayısıyla ülkenin çok büyük bir yıkıma uğramasına
ve ekonominin neredeyse tamamen çökmesine engel olamadılar. Daha kötüsü ise, kıtlık
koşullarında yaşayan ve yoksulluğu iyice ağırlaşan halk kitlelerinden
beklendiği kadar destek elde edilemedi.
Avrupa’nın gelişmiş ülkelerinde ilk yıllarda beklenen
sosyalist uyanış da gerçekleşmedi. Bu nedenle Rusya’daki devrim yönetimi, köklü
değişimler için mücadele etmekten uzaklaşmaya ve kazanımları korumak için
baskıcı bir niteliğe bürünmeye başladı.
Kadınlar ve Sosyalizm kitabında Sharon Smith, 1930’larda
Stalin yönetiminin kadın haklarında kısıntıya gitmesini, pek gizlemediği bir
öfkeyle anlatıyor. Oysa Lenin, 1918–19 yıllarında peş peşe çıkartılan eşitlikçi
yasaların bile yeterli olmadığını düşünüyordu. Daha doğrusu, yasal eşitliğin
sadece bir başlangıç olduğuna, büyük bir dönüşüm yaşanması gerektiğine dikkat
çekiyordu.
MUHALEFETTE BİLE KAZANDIRAN SOSYALİZM
Sonuçta, Ekim Devrimi, insanlığın büyük bir girişimi
olarak tarihte yerini aldı. Özellikle 1945–1975 arasında Batılı ülkelerdeki
sosyal devletin gelişmesinde çok etkili oldu. Bu ülkelerde kadın haklarında da
en büyük kazanımlar aynı dönemde gelişti.
Sosyalizm Batı’da bir “tehdit” olmaktan uzaklaştığı
oranda, 1980’lerden sonra emekçilerin kazanımlarıyla birlikte, kadın haklarında
da gerilemeler ortaya çıkmaya başladı. Açıkça görülüyor ki, Batılı ülkelerde
gelişen sosyal devlet anlayışı, sosyalist muhalefeti önlemek için verilen
tavizlerden kaynaklanıyordu.
Kadınların erkeklerle eşit değerde olmadığını düşünenler
hâlâ var dünyada. Ama kadın haklarının geliştirilmesi gerektiği görüşü, yüz yıl
öncekine göre çok yaygınlaşmış durumda.
Sharon Smith, kitabı oluşturan beş denemede farklı konulara
değinmekle birlikte, her birinde, kadın sorununun tek başına ele alınıp
çözülemeyeceğini anlatıyor.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder