Okumak, Okutmak, Devam Etmek - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
Okumak, Okutmak, Devam Etmek - Zafer Köse

Okumak, Okutmak, Devam Etmek - Zafer Köse

Paylaş

Okumak, Okutmak, Devam Etmek

Sevdalım Hayat Okuma Atölyesinde, okuduğumuz kitapların dışında da iletişimler kuruyoruz, bazı konularda görüş alışverişinde bulunuyoruz. Örneğin, mavitoprak kullanıcı adlı arkadaşımız bir tartışma başlığı oluşturup şöyle sormuş: “Beğenmeseniz de ya da sıkılsanız da başladığınız kitabı bitirir misiniz? Yoksa hoşlanmadıysanız bırakır mısınız?”

Doğrusu, bu yazı, Word dosyasını açıp mavitoprak’ın sorusuna çabucak yanıt yazarken ortaya çıktı. Baktım kapsam genişlemiş, ufak bir çalışma yaparak yayımlanabilecek gibi bir metin haline gelecek, başa dönüp “bir yazı” hazırlamaya karar verdim.

mavitoprak’ın açtığı konuda bir yanıt yazmaya niyetlendikten sonra sözcüklerin alıp başını yayımlanacak bir metne doğru ilerlemesini, kendi açımdan internet ortamında yazma deneyimine özgü bir durum olarak görüyorum. Çünkü bir iki yıl öncesine kadar, yazının boyutunu baştan düşünmeden kafamda bir yazı oluşmuyordu. Bilirsiniz, bir dergi veya kitap eki için yazı istendiğinde, kağıda basılacak o yayında yazımız için ayrılan yer genellikle belirlenmiştir. Dolayısıyla, hangi konuda veya hangi kitap hakkında yazmamız beklendiği bilgisiyle birlikte, yazının uzunluğu da “sipariş” edilir. “6 bin vuruş” veya “4 bin vuruş”… Ben klavye vuruş sayısını yazı boyutu olarak kafamda somutlaştıramadığım için, belirtilen rakamı hemen sözcük sayısına çevirmeyi tercih ederim. Türkçe metinlerde yaklaşık sekiz vuruşun (7,7 – 7,8) bir sözcüğe karşılık geldiğini biliyoruz sonuçta. Yani 6 bin vuruşluk yazı, 8 yüzden birazcık daha az sözcük demek oluyor.

Kişisel gibi görünen sözlerime devam edeyim izninizle; kendimi o konumda asla görmediğim için, Montaigne gibi “ben” diye sözler ederek düşüncelerimi yazmaktan genellikle kaçınırım. Okurlar, minik bir kısmı hariç, elbette beni tanımaz, bir kişi olarak ne düşündüğümü merak etmez, ama “ben” diliyle yazmak ille de kişisel bir metin sunmak anlamına gelmiyor. Bu sefer böyle olsun; devam… Başladığımız bir kitabı bitirmek için gayret etmeli miyiz?

METNİN KENDİNİ OKUTMASI

Eskiden, yani yazılar-kitaplar yayınlamadığım zamanlar, daha çok televizyonu dikkate alarak düşünürdüm, buna benzer konularda. İzleyicilerin elindeki uzaktan kumanda aletini bir tür silah gibi görürdüm. O filmleri, o programları hazırlayanlara silahı doğrultmuşuz ve tehdit ediyormuşuz gibi hissederdim: “Bana hemen ilk dakikalarda hareketli sahneler göster, kolay algılayacağım, eğleneceğim, görüşlerimi onaylayıp memnun kalacağım şeyler getir ekrana!” Elimdeki kumanda silahının biz izleyicilere böyle bir güç verdiğini, film çekenleri zorladığını düşünürdüm.

Okur olarak da benzer konumdayız aslında. Ama biraz fark da var. Kitap okurken, televizyon izlerkenki halimizden daha sadık bir kişiyizdir. Ne var ki, bu sadık halimiz, internet üzerinden okuduğumuz metinler için geçerli değil galiba.

Sonra, yazma süreçleriyle uğraştıkça, özellikle de editörlük gibi konularla ilgilendikçe, daha çok karşı açıdan bakmaya başladım. Evet, yapıta devam etmeyi izleyiciden-okurdan çok o yapıtı üreten sağlamalı. İzleyici olarak “sorumluluğumuz”, ancak başladığımız filmin yüzde 10’luk veya 20’lik kısmına kadar takip etmek olabilir. Aynı şekilde okur olarak, kitabın sağlıklı fikir verecek orandaki kısmına kadar okumak zorunda hissedebiliriz kendimizi. Daha fazlasına neden mecbur olalım? Yapıt bizim devam etmemizi sağlamıyorsa bırakırız. Elbette o sıradaki moral durumumuz, kafamızın uygunluğu gibi bizden kaynaklı sorunlar olabilir ve kısa bir erteleme seçeneği de işin içine girebilir.

Bu arada, internet ortamında yazı yayınlamak, tıpkı elinde uzaktan kumanda aleti bulunan televizyon izleyicine yapıt sunmak gibi, onu ekranda tutmak için daha dikkatli olmayı, dolayısıyla metnin daha erken bölümlerinde biraz daha yüksek gerilim yaratmayı gerektiriyor. Bu da bazı olumlu yönleriyle birlikte elbette bazı sorunlara da neden oluyor.

“REYTİNG TAVİZİ” YALANI

E, mavitoprak’ın sorusuna kendimce yanıt vermiş oldum. İyi de, lafı bunca uzatmaya ne gerek vardı, kısaca söyleseydin ya, diyebilirsiniz. Aslında, sadece o soruyu değil, onunla birlikte, genellikle üzerinde pek durulmadan dile getirilen bir yargıyı da düşündüm de o nedenle konuyu biraz genişletmeye çalıştım.

Medyanın reyting uğruna nitelikten taviz verdiği çok sık dile getiriliyor. “Halk bunu istiyor” gerekçesiyle kalitesiz yayınlar yapıldığı, neredeyse herkesin anlaştığı bir eleştiri. Dikkat ederseniz, medya tarafında da buna ciddi bir itiraz yok. Yani bütün taraflar güzel güzel anlaşıyorlar.

Bu eleştiri, “İnsanlar düşük düzeyli programları daha çok izler, niteliksiz kitapları daha çok okur” mantığına dayanıyor. Medya tarafı da, kendi sefillikleriyle ilgili asıl gerçeğe karşı bu yanlış eleştiriyi büyük ölçüde kabul ediyor. Bir anlamda “Ne yapalım, işimizin doğası bunu gerektiriyor” gibi yaklaşıyorlar konuya.

Oysa medya, kesinlikle halkın tercihlerini referans almıyor. Bir süredir Sevdalım Hayat’ta yazan Ender Macun’la, yanlış hatırlamıyorsam 1996 başlarında (o zamanlar Sabah grubunda çalışıyordu), tamamlayamadığımız (veya yayınlayamadığımız) küçük bir çalışma yapmıştık. Son bir ay içinde piyasaya çıkan kasetlerin (albümler kaset biçiminde piyasaya çıkıyordu) durumunu incelemiştik. Rakamlar aklımda farklı kalmış olabilir, ama bizim araştırdığımız günlerden yaklaşık bir ay önce piyasaya çıkmış beş kasetle ilgili durum şöyleydi:

Rahmi Saltuk’un satış rakamı 100 bin, Burak Kut’un 20 bin, Yonca Evcimik’in 80 bin, Grup Yorum’un 200 bin, Livaneli’nin 300 bin. (Sonraki aylarda bu sayılar katlanmıştır mutlaka.)

Peki, biz bu bilgileri toplayıp eve gittiğimizde, televizyonlarda bunlardan hangilerini görüyorduk, dersiniz? Bildiniz: Burak Kut ve Yonca Evcimik. Bu sadece bir örnek, ama başka kaynaklardan da biliyoruz ki, medya kesinlikle “halk bunu istiyor” mantığıyla yayın yapmıyor; tersine “halk bunu istesin” diye sürekli ve etkili manipülasyon çalışması yürütüyor.

Medyanın engelleyemediği sanatçılar-yazarlar çıkıyor kuşkusuz, ama önlediklerinden haberimiz bile olmuyordur ki. Ve sanıyorum, gittikçe azalsa da, önlenmiş nitelikli yazar sayısı, ortaya çıkması engellenmiş sanatçı sayısı korkunç boyutlardadır. Bu alanda bir tür katliam yaşandığını, soykırım düzeyinde (Anadolu kültürünün tahribatı anlamında) sonuçları olan dengesiz bir güç kullanıldığını düşünüyorum.

Bu konuda dikkate değer düşünceler ve veriler için, izninizle editörlüğünü yaptığım Anıl Ural’ın “Medya-Sermaye-Siyaset Üçgeni” kitabını referans göstermek isterim.

Son yıllarda bu “katliam” azaldı gibi görünüyor. Bunun en önemli nedeni, artık belli ölçüde “halk bunu istesin” çalışmaları sonuç vermiş durumda. Yani artık yayınevleri ve genel anlamda medya gerçekten de “halk bunu istiyor” politikasına uygun hareket edebilecek duruma yaklaşıyor. Çünkü edebiyatta ve sinemada kendi kontrollerinde bir “halk beğenisi” yaratmayı başardılar. Zaten böyle olmasaydı, kontrol altına almanın pek mümkün olmadığı internet ortamı bu medya iktidarı için felaket sonucunu yaratırdı.

A, bu kontrolsüz ortamda nasıl da uzamış yazı! Bari bin kelimeye ulaşmadan bitireyim: Direnişimiz devam edecek; elbette internette de ve elbette halkın tercihlerine ve estetik değerlerine güvenerek…



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder