Görünmez Bir Adam
Tarık Akan’la uzun yıllar önce biricik okulunun bahçesinde, küçük bir limon ağacının altında tanıştım.
Sinemasından bahsetmeyeceğim. Ne Yol var bu yazıda ne de Derman. Ne Neşeli Günler ne de Hababam. Elbet sinemadan edindiği duruş ve eda yazıya sızacak, belli.
Gölgesi, bahçedeki limon ağacının gölgesinin üstüne
düşmüş, orada kalmış. Sanırsın ki bir ağaç insan. Oturmuş, birkaç kediyle
konuşuyor. Onları ahbap bellemiş. İyi de etmiş. Birbirlerine, sadece
kendilerinin anlayabileceği bir dilde bir şeyler anlatıyorlar. Mırıldanmalar, miyavlamalar,
gülücükler… Cebinden birkaç lokma bir şey çıkarıp veriyor kedilere. Sonra
kalkıyor oturduğu yerden, Beşiktaşlı siyah beyaz bir kedi de peşinden tıpış
tıpış gidiyor. Bu, bahçenin yeni müdavimidir. ‘Sen bahçede kal’ diyor kediye.
Kedi, uzun gölge okuldan içeri girene kadar arkasından seyrediyor. Miyav ve
miyav…
Tarık Akan’la uzun yıllar önce biricik okulunun
bahçesinde, küçük bir limon ağacının
altında tanıştım. Halen onun emanet ettiği okulunda zevkle çalışıyorum.
Aramızdan ayrılışının ardından onunla ilgili bir şeyler yazmak istedim ama ne
elim ne de aklım bir türlü gitmedi kağıda, kaleme. Şimdiyse onunla ilgili
biriktirdiğim onca küçük yaşanmışlık sıraya girmiş bekliyor. Her gidenin
ardından çekinmeden, sahici olarak sormak lazım: Nasıl bir insandı? Hayatımı
nasıl etkiledi? Başkalarının hayatına olan etkisi neydi? Kedilerle, özellikle
kedilerle arası nasıldı, vs.
Onun sinemasından bahsetmeyeceğim. Ne Yol var bu yazıda ne de Derman. Ne Neşeli Günler var ne de Hababam.
Ama elbet sinemadan edindiği duruş ve
eda yazıya sızacak, belli. Bakırköy’de, kendi okuduğu okulu muhteşem bir
okula dönüştüren, biraz mahcup ve ‘içimizden biri’ olan Tarık Akan’ı
paylaşacağım. İçimiz dediğim, biraz
buruk. Hâlâ kederli.
Birkaç saptama: Onun merhametli bir insan olduğu
kesin. Sakin, sevecen, usturuplu, duyarlı, neşeli bir insan. Gösteriş düşkünü
değildi, mezuniyet veya ödül törenlerinde hep aynı siyah takım elbiseyi
giyerdi. Temiz, pak ve bakımlı edası olan bir insandı. Zaten ne giyse yakışır,
cuk otururdu üstüne. Onunla ilgili çevremde kötü bir söz işitmedim. Kendisi,
sanatçı kişiliğini bir yana koyun, Türkiye’nin en önemli okullarından birinin,
hadi tevazuyu bir kenara bırakayım, en iyi okulunun kurucusuydu. Akıllı bir
adamdı. Bir patrondu. Ama aslında değildi de. Tarık Akan, böyleydi, her şeyden
önemlisi, her şeyin üstünde, iyi bir insandı. Öyleydi.
Okulda Cuma günleri kapanış törenlerinde ve
okulların kapanış günlerinde mutlaka bahçede, tören alanında bulunur, biricik
öğrencilerinin başarılarını ilk alkışlayan da o olurdu. Müdürümüzün, okul
topluluğunun her bireyine teşekkür ettiği nazik konuşmalarında sıra Tarık
Akan’a ‘böylesine farklı, bir okul
kurduğu için’ teşekkür etmeye geldiğinde o mahcup olur, hemen dizlerini büker,
eğilir, bir süreliğine görünmez olmayı denerdi. Cüssesi itibarı ile pek
beceremezdi de. O ne kadar ‘kendince’ görünmez olsa da orada, arkalarda bir
yerlerde olduğunu bilirdik ama. Bütün okul topluluğu yüzünü bu görünmez adama
döner, kocaman alkışlardı. Alkışlar bittiğinde, dudağında bir tebessüm,
sessizce ayrılırdı tören alanından. Bu küçük oyun hoşuna giderdi. Bu küçük oyun
hepimizin hoşuna giderdi.
Yüzlerce öğrenci mezun etti. Sanatçı yönünden,
eserlerinden çok bununla gururlandı hep. Her mezuniyet töreninde yaptığı
konuşmalarda ilk önce öğretmenleri alkışladı, alkışlattı. Bu konuşmalarda
çocuklarına her zaman düşünmelerini, aklın izinden gitmelerini öğütledi. Her
mezuniyet konuşmasını özellikle kısa tuttu. İlkokul öğretmenini hiç unutmadı.
Gitti, izini buldu, elini öptü.
Atatürkçüydü. Bunu her fırsat bulduğunda
paylaşmaktan çekinmedi. Okulda Atatürk’le, Cumhuriyet’le ilgili bir program yapıldığında ilk
konuklardan biri Tarık Akan’dı. Salonun arkasında öylece durur, kollarını
göğsünün üzerinde bağlar, keyifli keyifli çocuklarını seyrederdi. Nazım’ın
yoldaşıydı. Deli gibi Nazım okurdu. Tekrar tekrar okurdu.
Sanatçı kişiliğinin hiçbir zaman okul kapısından
içeri girmesine müsaade etmedi. Onu büyük demir kapının dışında bıraktı
keyifle. Okulda, okul kültürünü yakından takip eden büyük ve meraklı, görünmez
bir çift gözdü ayrıca. Akşam vakitleri arka kapıdan çıkıp da sokağa, insanların
arasına karıştığında onu tanıyan birkaç kişiyle hafifçe selamlaşır, başı önünde
sokağın sonunda kaybolur giderdi.
Dedim ya, deli gibi okurdu. Küçücük odasının dört
bir yanı kitaplar, resimlerle doluydu. Masasının üstü kitaptan geçilmezdi.
Öğrencilerinin de okumasını desteklerdi. Ona göre gerçek başarı ve ilerleme
kitap okuma kültürünün gelişmesine bağlıydı. Bunun tohumları da burada
atılacaktı.
Son günlerinde, bahçede, yine o limon ağacının
yanında, biraz bitkin, dedi ki: “Birkaç yıla daha ihtiyacım var. İki yıl belki…
Yazmam lazım. Yazıya geçirmem gereken şeyler var. Anlatmam lazım.”
Göçüp gitmiş insanların arkalarında bıraktıkları iz
bir müddet sonra silinmeye yüz tutar. On yıl, elli yıl, yüz yıl, beş yüz yıl
sonraya bakmak lazım. Ben şimdi bakayım dedim. Pek az insan kalıcı iz
bırakmıştır. Bu kalıcı izlerin mutlaka insanlık tarihinin yazılmasına katkı
sağlamış olması beklenir. Bir müneccim edasıyla, Tarık Akan’ın kalıcı birçok iz
bırakmış olduğunu düşünüyorum. Onun arkasında bıraktığı en kalın ve derin iz
okuludur. Sanat hayatında üretmiş olduğu onca önemli film elbet sanat
tarihimize altın harflerle yazılmıştır, fakat kurmuş olduğu kültür ortamı
sorgulayan, araştıran, düşünen ve farkındalığı gelişmiş bireyler yetiştirmeye
devam edecek. Sonu olmayan bir akarsu gibi akacak, akacak, akacak, akacak… Durmamacasına.
Hayata.
Her törende gözlerimiz artık sahiden görünmez olmuş
bir adamı arıyor. Onun bahçenin bir köşesinde, dizlerini bükmüş, kalabalık
içinde saklanmış, kendince görünmezlik oyunu oynadığını düşünüyoruz. Öyle işte.
Özlediğimiz doğru. Gerisi hikâye.
Ender Macun, Mart 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder