Camdan Kule
‘Bozdoğan Ortaokulu’
yazıyordu girişinde. Yeni okulum devasa bulvarın karşı tarafındaydı ve okula kendi
başıma gidip geliyordum bir süredir. Okuldan eve dönerken, annem hep pencerede
olurdu. İşten erken gelirdi ve anneannem Adviye Hanım’ın henüz demlediği çayını
ağzına kadar su bardağına koyar, sigarasını alır, hadi doğru pencereye… Bazen
orada, pencerenin yamacında, iki kolunu pervaza koyar, öyle durup bir şarkı
söylerdi. Hırıltılı araçların, türlü insan seslerinin, biçare renkli gölgelerin
ve bilumum kırık yaşam parçacıklarının doldurduğu, şu hazin arka sokağa, büyük
caddeye, âleme belki, kapalı pencerenin arkasından, ne benim ne de bir
başkasının hiç duymadığı bir kopuk şarkı... Adviye Hanım da, nedendir
bilinmez, duymazdı bu şarkıyı. Karşıdan
karşıya geçmek için caddenin kenarında temkinli beklerken görürdüm onu. ‘Önce
sola, sonra sağa, ortaya gelince tekrar sağa… Dur ama önce, bekle.’ Beklerdim.
Tıpkı okulda öğretildiği gibi, evde sıkı sıkıya tembih edildiği gibi uslu uslu beklerdim.
Orada öylece durup bekler ve annemi seyre dalardım. Onun dudaklarının
kıpırtısından anlardım, ağzından, gözlerinden. Şarkı söylerken gözlerini ne
güzel yumardı. Elimi uzatsam hani,
tutabilecek kadar yakın. Bir fotoğraf makinam olsaydı eğer, bu anın fotoğrafını
çekmek isterdim ölümsüzleştirmek için. Ya da bir resmini yapabilir miydi acaba
hemen eve varınca? Her şeyden öte, öyle dursa, orada beklese, insanlar hızlıca
geçse, arabalar, uslu sokak köpekleri, kediler ve yerlerde yiyecek arayan
kuşlar önünden uçup geçse… Ben öyle durup orada annemi doyasıya seyretsem… Yıllar
sonra annemden dinlediğim şarkıların hiçbirinde annemin temiz yüzü o kadar
hüzün dolu ve yalnız olmamıştı. Yalnız ve yorgun yüz. Tek başına bir yüz. Evet,
yüzündeki o tuhaf hüznü, ağlayışı, hatta zaman zaman gülüşünü bile tutkuyla
severdim. Bu yalnız, tek başına yüzün içinde yüzlerce yalnız yüz de görürdüm
hep.
Okuldan eve dönüş
zamanı. İşte bu, günün en önemli zamanıydı benim için. Bitiş. Okula pek istekli
ve heyecanlı gittiğim söylenemezdi. Sabahları zor zahmet uyandırırlardı. Beni
de kardeşimi de. Kalkıp giyinir, bezgin bir ifadeyle, memnuniyetsiz kahvaltımı
yapar, paşa paşa giderdim okuluma. Kardeşim cıvıl cıvıldı ama. ‘Bu kendini bırakmışlığın nedenini
öğrenebilir miyim Macun Efendi?’ derdi her seferinde kapıda karşılayan suratsız
müdür. ‘İlkokul değil burası, ortaokuldasın artık. Neymiş? Ortaokulmuş…’ İşte o
zaman sahte bir toparlanma hali takınır, yalandan, güle oynaya çıkardım sınıfa
giden, sonu olmayan merdivenleri. Uzunca bir süre çıkardım, çıkardım, çıkardım.
Sonra sınıfın kapısından içeriye adımımı atar atmaz yine bırakırdım kendimi
hülyalara. Bitişe kadar da zaman yavaş akardı. O yüzden sabırsızlıkla beklerdim
son zilin çalmasını. Okuldaki her bir ders işkence gibi gelirdi, evet, tam da
böyleydi.
Hele Cuma günleri... Dersler bitip de büyük bahçeye
çıktığımda… Avaz avaz bağırarak söylediğim marş, sanki istiklâl için değil de
eve dönüşün coşkusunu göstermek, herkese, cümle âleme duyurmak içindi. Öyleydi.
Ama hiç acele etmezdim de. Törenden sonra paslı büyük demir kapıdan en son
çıkanlardan biriydim hep. Çığlık çığlığa, alt alta, üst üste çocuklar kısa
sürede dağılır, ben, sonlara doğru yavaşça çıkardım. Ben çıkınca kapı kapanır.
Ben çıkınca sokak, âlem önümde bir çiçek gibi açılır. Anlamsız bir telaş ve bir
yerlere yetişme duygularından çok 'mutlu bir dönüş' olmalıydı benimkisi. Sakin
ve sessizce. Yavaş yavaş, usulca. Sonra da o eve bir anda giriş hali: ‘Ben
geldiiiim.’ Hiçbir şey olmamış gibi, o şarkıyı izleyen, o kederi caddenin
karşısında az önce izleyen, izlerken hayallere dalan, o hayalden bu hayale
sektire sektire zıplayan sanki o, koca adam değilmişim gibi…
Ev ile okul arasında
bulunan geniş ve tehlikeli ve uçsuz bucaksız gibi görülen caddenin bir
köşesinde trafiğin hafiflemesini beklerken, karşıda, caddeye bakan bir tozlu
dördüncü kat penceresinde, bir eli çenesine dayanmış o hayalsi gölge...
Karşıdan karşıya geçerken büyüyen, renk ve biçim kazanan, şöyle hafifçe uzansam
tutacakmış gibi hissettiğim kırılgan imge. Önce sola, sonra sağa… Sonra hep
karşıya… Bak, orada işte… Arkasında loş ve lakırdısı bol bir ev içi. Arkasında,
hep tozunu aldığı, biriktirdiği, koruduğu binlerce yaşam parçası. Tek ayağı
doğuştan kısa, dokunsan, aman ha, devrilecek küçük bir vitrin içinde. Karşıdan
karşıya geçerken hem arabalara hem de eve, penceredeki anneme bakardım. O, meşguliyetinden,
çoğunlukla görmezdi beni ama. Baksa bir, şöyle karşı kaldırıma. Bir baksa da
görse. ‘Karşıdan karşıya geçerken dikkatli ol. Temkinli geç e mi?’
Ona yaklaşırken o da
bana kusursuzca büyüyerek yaklaşıyordu sanki. Koca bir şehir, tarifsiz, arkamızda kalıyordu her ikimizin de. Seferber olmuş
insanlar, gürültülü araçlar, şaşalı kuleler, harikulade köprüler ve bütün
plastik evler arkada... Annem orada durup öyle, bütün bir yaşamı, yaşamın
ritmini ha gayret sırtına alıyor ve bir şarkı söylüyor iki susuyor gibiydi hep.
Benim önümde, göz hizamın biraz üstünde anne ve onu kuşatan bulutsu ev içi
oluyordu. Ve işte o şölensi ve sihirli an. Güneşli havalar için mavi, yağmurlu
havalar için yeşil, sisli havalar için sarı ve nadiren görülen karlı havalar
için kırmızı ışık yakan o süslü kulenin yansıması düşerdi kirli camın üzerine.
Annem, cama yansıyan o kulenin hemen yanında dururdu ve hiç bilmezdi.
Bazen şarkı söylüyordu,
dedim ya, usluca, bilinmez bir şarkı. Bak, benim bilmediğim bir şey işte. Ama
annem de kuleyi, kulenin yansımasını, hemen yanında durduğunu bilmiyordu. Onun
bir şarkısı, benim de o hikâyesiz şarkıyı, suskuyu, onu içine alan küçük bir
kulem vardı. İşte o an, o hikâyesiz şarkıyı söylerken, annemi çılgın gibi öpmek
isterdim. ‘Öpme öyle şapır şupur, her tarafım ne oldu bak!’ derdi o zaman.
Kulenin yanında, camın içinde. Yaptığım bütün yaramazlıklar, söylediğim bütün
çocuk yalanları, kırıcı tüm oyunlar ve yine yalanlar, küçük hikâyesi bol
yalanlar için ağlamak, kucağına oturup doyasıya öpmek, öpmek ve yine öpmek…
Kule yeşil yakardı herhalde. Yağmur yağardı o zaman. Delice bir yağmur
başlardı. Cama vururdu kulenin yeşil ışığı. Hem kulenin hem yağmurun ışığı. Bir
de üzerimize vururdu belki. Ama o zaman annem de, elinde değil, tutamazdı kendini, ağlardı. Eminim ağlardı. Onun karşısında, onun için, kendisi için ya da
başka bir şey için ağlamasını hiç istemezdim. Annemin gizliden ağlayışları,
tanrısına yakarışları, duaları, kendi kendiyle konuşmaları, herkesle
konuşmaları, fal açmaları vardı. Bir de, devamlı onu izleyen bir seyyah göz
olan ben. Devamlı beni izleyen bir şarkının içinde, devamlı o şarkıyı, o
şarkıya ait bedeni, o bedene ait karanlık evi, holü, yatak odasını, misafir
odasını, oturma odasını, banyo ve kullanılmayan küçük tuvaleti izleyen büyük
bir çift hercai göz. ‘Sen bakma, ben bakıyorum’ derdim kardeşime. ‘Ben bakmıyorum
ki zaten’ derdi kardeşim de. Neye bakıyor olduğumuz muamma.
O meçhul şarkının ne
olduğunu hiçbir zaman sormadım. Ama
yaşamımın belirsiz anlarında karşıma çıkan, yüzüme usulca ve şefkatle dokunan
bu sesi bile olmayan şarkı bana hep bir tuhaf bekleyişi anlattı durdu. Hazin ve
tuhaf bir bekleyiş. Çoğu zaman yeşil ışıklarını yakmış camdan, iğreti bir
kulenin yanında, bazen de o kulenin içinde, şeffaf bedeniyle titreyen,
gözlerini yuman bir şarkı. Ona bir isim bile vermiştim bir zamanlar. Sonra
unuttuğum, artık dilimin, aklımın ve kulağımın ucunda bile olmayan bir yalancı
isim. Camdan bir isim.
Ender Macun
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder