Camdan Kule - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Camdan Kule - Ender Macun

Camdan Kule - Ender Macun

Paylaş

Camdan Kule

‘Bozdoğan Ortaokulu’ yazıyordu girişinde. Yeni okulum devasa bulvarın karşı tarafındaydı ve okula kendi başıma gidip geliyordum bir süredir. Okuldan eve dönerken, annem hep pencerede olurdu. İşten erken gelirdi ve anneannem Adviye Hanım’ın henüz demlediği çayını ağzına kadar su bardağına koyar, sigarasını alır, hadi doğru pencereye… Bazen orada, pencerenin yamacında, iki kolunu pervaza koyar, öyle durup bir şarkı söylerdi. Hırıltılı araçların, türlü insan seslerinin, biçare renkli gölgelerin ve bilumum kırık yaşam parçacıklarının doldurduğu, şu hazin arka sokağa, büyük caddeye, âleme belki, kapalı pencerenin arkasından, ne benim ne de bir başkasının hiç duymadığı bir kopuk şarkı... Adviye Hanım da, nedendir bilinmez,  duymazdı bu şarkıyı. Karşıdan karşıya geçmek için caddenin kenarında temkinli beklerken görürdüm onu. ‘Önce sola, sonra sağa, ortaya gelince tekrar sağa… Dur ama önce, bekle.’ Beklerdim. Tıpkı okulda öğretildiği gibi, evde sıkı sıkıya tembih edildiği gibi uslu uslu beklerdim. Orada öylece durup bekler ve annemi seyre dalardım. Onun dudaklarının kıpırtısından anlardım, ağzından, gözlerinden. Şarkı söylerken gözlerini ne güzel yumardı.  Elimi uzatsam hani, tutabilecek kadar yakın. Bir fotoğraf makinam olsaydı eğer, bu anın fotoğrafını çekmek isterdim ölümsüzleştirmek için. Ya da bir resmini yapabilir miydi acaba hemen eve varınca? Her şeyden öte, öyle dursa, orada beklese, insanlar hızlıca geçse, arabalar, uslu sokak köpekleri, kediler ve yerlerde yiyecek arayan kuşlar önünden uçup geçse… Ben öyle durup orada annemi doyasıya seyretsem… Yıllar sonra annemden dinlediğim şarkıların hiçbirinde annemin temiz yüzü o kadar hüzün dolu ve yalnız olmamıştı. Yalnız ve yorgun yüz. Tek başına bir yüz. Evet, yüzündeki o tuhaf hüznü, ağlayışı, hatta zaman zaman gülüşünü bile tutkuyla severdim. Bu yalnız, tek başına yüzün içinde yüzlerce yalnız yüz de görürdüm hep.

Okuldan eve dönüş zamanı. İşte bu, günün en önemli zamanıydı benim için. Bitiş. Okula pek istekli ve heyecanlı gittiğim söylenemezdi. Sabahları zor zahmet uyandırırlardı. Beni de kardeşimi de. Kalkıp giyinir, bezgin bir ifadeyle, memnuniyetsiz kahvaltımı yapar, paşa paşa giderdim okuluma. Kardeşim cıvıl cıvıldı ama.  ‘Bu kendini bırakmışlığın nedenini öğrenebilir miyim Macun Efendi?’ derdi her seferinde kapıda karşılayan suratsız müdür. ‘İlkokul değil burası, ortaokuldasın artık. Neymiş? Ortaokulmuş…’ İşte o zaman sahte bir toparlanma hali takınır, yalandan, güle oynaya çıkardım sınıfa giden, sonu olmayan merdivenleri. Uzunca bir süre çıkardım, çıkardım, çıkardım. Sonra sınıfın kapısından içeriye adımımı atar atmaz yine bırakırdım kendimi hülyalara. Bitişe kadar da zaman yavaş akardı. O yüzden sabırsızlıkla beklerdim son zilin çalmasını. Okuldaki her bir ders işkence gibi gelirdi, evet, tam da böyleydi.

Hele Cuma günleri... Dersler bitip de büyük bahçeye çıktığımda… Avaz avaz bağırarak söylediğim marş, sanki istiklâl için değil de eve dönüşün coşkusunu göstermek, herkese, cümle âleme duyurmak içindi. Öyleydi. Ama hiç acele etmezdim de. Törenden sonra paslı büyük demir kapıdan en son çıkanlardan biriydim hep. Çığlık çığlığa, alt alta, üst üste çocuklar kısa sürede dağılır, ben, sonlara doğru yavaşça çıkardım. Ben çıkınca kapı kapanır. Ben çıkınca sokak, âlem önümde bir çiçek gibi açılır. Anlamsız bir telaş ve bir yerlere yetişme duygularından çok 'mutlu bir dönüş' olmalıydı benimkisi. Sakin ve sessizce. Yavaş yavaş, usulca. Sonra da o eve bir anda giriş hali: ‘Ben geldiiiim.’ Hiçbir şey olmamış gibi, o şarkıyı izleyen, o kederi caddenin karşısında az önce izleyen, izlerken hayallere dalan, o hayalden bu hayale sektire sektire zıplayan sanki o, koca adam değilmişim gibi…
Ev ile okul arasında bulunan geniş ve tehlikeli ve uçsuz bucaksız gibi görülen caddenin bir köşesinde trafiğin hafiflemesini beklerken, karşıda, caddeye bakan bir tozlu dördüncü kat penceresinde, bir eli çenesine dayanmış o hayalsi gölge... Karşıdan karşıya geçerken büyüyen, renk ve biçim kazanan, şöyle hafifçe uzansam tutacakmış gibi hissettiğim kırılgan imge. Önce sola, sonra sağa… Sonra hep karşıya… Bak, orada işte… Arkasında loş ve lakırdısı bol bir ev içi. Arkasında, hep tozunu aldığı, biriktirdiği, koruduğu binlerce yaşam parçası. Tek ayağı doğuştan kısa, dokunsan, aman ha, devrilecek küçük bir vitrin içinde. Karşıdan karşıya geçerken hem arabalara hem de eve, penceredeki anneme bakardım. O, meşguliyetinden, çoğunlukla görmezdi beni ama. Baksa bir, şöyle karşı kaldırıma. Bir baksa da görse. ‘Karşıdan karşıya geçerken dikkatli ol. Temkinli geç e mi?’

Ona yaklaşırken o da bana kusursuzca büyüyerek yaklaşıyordu sanki. Koca bir şehir, tarifsiz,  arkamızda kalıyordu her ikimizin de. Seferber olmuş insanlar, gürültülü araçlar, şaşalı kuleler, harikulade köprüler ve bütün plastik evler arkada... Annem orada durup öyle, bütün bir yaşamı, yaşamın ritmini ha gayret sırtına alıyor ve bir şarkı söylüyor iki susuyor gibiydi hep. Benim önümde, göz hizamın biraz üstünde anne ve onu kuşatan bulutsu ev içi oluyordu. Ve işte o şölensi ve sihirli an. Güneşli havalar için mavi, yağmurlu havalar için yeşil, sisli havalar için sarı ve nadiren görülen karlı havalar için kırmızı ışık yakan o süslü kulenin yansıması düşerdi kirli camın üzerine. Annem, cama yansıyan o kulenin hemen yanında dururdu ve hiç bilmezdi.

Bazen şarkı söylüyordu, dedim ya, usluca, bilinmez bir şarkı. Bak, benim bilmediğim bir şey işte. Ama annem de kuleyi, kulenin yansımasını, hemen yanında durduğunu bilmiyordu. Onun bir şarkısı, benim de o hikâyesiz şarkıyı, suskuyu, onu içine alan küçük bir kulem vardı. İşte o an, o hikâyesiz şarkıyı söylerken, annemi çılgın gibi öpmek isterdim. ‘Öpme öyle şapır şupur, her tarafım ne oldu bak!’ derdi o zaman. Kulenin yanında, camın içinde. Yaptığım bütün yaramazlıklar, söylediğim bütün çocuk yalanları, kırıcı tüm oyunlar ve yine yalanlar, küçük hikâyesi bol yalanlar için ağlamak, kucağına oturup doyasıya öpmek, öpmek ve yine öpmek… Kule yeşil yakardı herhalde. Yağmur yağardı o zaman. Delice bir yağmur başlardı. Cama vururdu kulenin yeşil ışığı. Hem kulenin hem yağmurun ışığı. Bir de üzerimize vururdu belki. Ama o zaman annem de, elinde değil,  tutamazdı kendini, ağlardı. Eminim ağlardı.  Onun karşısında, onun için, kendisi için ya da başka bir şey için ağlamasını hiç istemezdim. Annemin gizliden ağlayışları, tanrısına yakarışları, duaları, kendi kendiyle konuşmaları, herkesle konuşmaları, fal açmaları vardı. Bir de, devamlı onu izleyen bir seyyah göz olan ben. Devamlı beni izleyen bir şarkının içinde, devamlı o şarkıyı, o şarkıya ait bedeni, o bedene ait karanlık evi, holü, yatak odasını, misafir odasını, oturma odasını, banyo ve kullanılmayan küçük tuvaleti izleyen büyük bir çift hercai göz. ‘Sen bakma, ben bakıyorum’ derdim kardeşime. ‘Ben bakmıyorum ki zaten’ derdi kardeşim de. Neye bakıyor olduğumuz muamma.

O meçhul şarkının ne olduğunu hiçbir zaman sormadım.  Ama yaşamımın belirsiz anlarında karşıma çıkan, yüzüme usulca ve şefkatle dokunan bu sesi bile olmayan şarkı bana hep bir tuhaf bekleyişi anlattı durdu. Hazin ve tuhaf bir bekleyiş. Çoğu zaman yeşil ışıklarını yakmış camdan, iğreti bir kulenin yanında, bazen de o kulenin içinde, şeffaf bedeniyle titreyen, gözlerini yuman bir şarkı. Ona bir isim bile vermiştim bir zamanlar. Sonra unuttuğum, artık dilimin, aklımın ve kulağımın ucunda bile olmayan bir yalancı isim. Camdan bir isim.

Ender Macun



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder