Kibrit Kutusunda Yolculuk - Hande Çiğdemoğlu - Sevdalım Hayat
Kibrit Kutusunda Yolculuk - Hande Çiğdemoğlu

Kibrit Kutusunda Yolculuk - Hande Çiğdemoğlu

Paylaş
KİBRİT KUTUSUNDA YOLCULUK

Ben vapur çocuğuyum. Küçüğüne deniz otobüsü az daha büyüğüne hızlı feribot denilen şu deniz taşıtlarına alışamadım bir türlü. Uçakta mısın, feribotta mısın belli değil. Denizin üstünde olduğuna dair neredeyse hiç emare yok. Ne etrafta deniz kokusu var, ne duvarlarda lacivert resimler. Ara sıra Marmara akıntısına denk geldiğinde yaşanılan sarsıntıya da basbayağı türbülans diyebilirsin. Ambalajlı sandviçler, şişelenmiş portakal suları, dergiler, caffé latteler. Çay bile sallama. "Ben istemem böyle sallama seyahati" diyemiyorsun üstelik. Yalova'dan İstanbul'a gitmek için körfezi dolaşma zamanın yoksa, otobüsten hoşlanmıyor ya da marinaya bağladığın koca bir yatın hiç olmadıysa eğer, mecburen bu feribotlara bineceksin.

Bileti önceden internetten alıp, eskiden iskele dediğimiz, şimdinin klimalı terminallerine gidip, kredi kartını sevimsiz cihazdan cıırt diye çekersin, elinde afilli bir bilet. Jeton gibi harcı alem değil, adın soyadın kabak gibi görünür. Biletini aldıktan sonra, valizin varsa cihaza koyarsın, çantanı dedektörlü FBI ajanı kılıklı, üniformalı güvenlik görevlilerine gösterirsin. Genellikle "dııt dııt" diye öter ama kimse umursamaz. Maksat dostlar alışverişte görsün. Sürekli bir anons, bir telaşe. "Altı üstü karşı kıyıya geçeceğiz, nedir bu tantana!" dersin. Jetonu atıp turnikeyi çevirmenin tadıyla uzaktan yakından ilgisi yoktur geçişin. Biletinin üstündeki şaşı bak şaşır resimlerine benzeye qr kodunu, turnike cihazındaki kırmızı bölgeye denk getirebilirsen ne ala, okutur geçersin. Olmadı, orada da üniformalı bir memur biletine bakar, altındaki kısmı koparıp sana geri verir. Nihayet feribota geçişe hak kazanmışsındır. Oysaki terminalle feribot arasında uzun ve sıkıcı bir yürüyüş seni beklemektedir. Valizin çoksa, yaşlıysan, çocukluysan ya da ne bileyim canın yürümek istemediyse, shuttle denilen üstü açık tuhaf araçlara binersin.

Neyse ki artık karadan denize adım atmışsındır. Ama dediğim gibi bunun bir deniz taşıtı olduğuna inanmak zordur. Uzaktan bakınca büyük bir kibrit kutusuna benzeyen, altı otomobil garajı, tuhaf bir taşıt. Valizlerini zemin kattaki sana ayrılan bölmelere koyar, dar ve metal merdivenlerden yukarı çıkarsın. Öyle istediğin yere oturma, eskisi gibi önden gidip cam kenarından gurubu seyretmek için yer tutayım muhabbetleri yok. Biletine bakarsın. Ön Salon, Arka Salon, Balkon. Bir kerede asla bulamadığın, neye göre dizildiğini anlamadığın numaraları takip eder, yerini bulmaya çalışırsın. Ön Salon 495 Numara. Alışkın olduğunun aksine feribotta ahşap hiçbir şey yoktur. Önündeki masadan, kolunu koyduğun kolçağa kadar her şey soğuk ve metaldir. Cam kenarında bile olsan, yüksektesindir. Denizi istediğin yakınlıkta göremez kokusunu duyamazsın. Zaten camlar kalın ve kirlidir.

 Onların "balkon" senin "güverte" diye adlandırdığın yere çıktığında, seni gene numaralı metal oturaklar bekler. Yüksekte olduğun için rüzgardan gözünü açamazsın. Sigara içemez, tavşankanı çayına iki şeker atamaz, simidini martılarla paylaşamazsın. Duyduğun koku ise alt kattaki araçların benzin kokusudur. Sürekli telesekreter sesli kadının anonsları ile Türkçe ve İngilizce olarak taciz edilirsin. "Seyir emniyetimiz" için dikkat etmemiz gereken konular tekrar tekrar seslendirilir. Çocuklarımızı yanımızdan ayırmamamız, sigara içmememiz hususunda kibarca ve defalarca uyarılırsın. Seyahat bitince de onları tercih ettiğin için teşekkür ederler. Sanki başka seçeneğimiz varmış da biz tercih etmişiz gibi.

Velhasıl Yalova'dan Yenikapı'ya 1 saat 15 dakikalık sıkıcı yolculuk sonunda varılır. Birbiriyle sohbet etmek yerine ellerindeki akıllı telefonlara gömülen teyzeler, koridorlarda koşturmak yerine tabletlerine yapışan çocuklar, şöyle bir arkasına yaslanıp hayal kurmak yerine dizüstü bilgisayarlarını metal masa üstlerine koyup, aslında işi ile ilgili bir şey yapmayan ama öyle görünmek isteyen takım elbiseli adamlar. Yolculuk sadece bir yeren bir yere gitmek anlamına tamamıyla uymuş olur.

İşte bu sıcak yaz günü de, yine o sevmediğim feribotta, zorunlu yolculuklardan birindeyim. Dışarıda hava boğazımı sıkarcasına sıcak olmasına rağmen 495 numaralı koltuğumda kolumu dayadığım buz gibi metal kolçak yine beni üşütüyor. Etrafımda umursamaz görünen insanlar var. Çoluk-çocuk yaşlı-genç bolca Arap, Çinli mi Koreli mi Japon mu olduğunu asla ayıramadığım orta yaş üstü çekik gözlüler, az da olsa beyaz tenli şaşkın Avrupalılar.

Çocukluğumda Yalova İstanbul'a bağlı kaymakamı ile meşhur bir sahil kasabasıydı. Akrabalarımızı ziyaret etmek, gezmek ya da alışveriş yapmak için İstanbul'a sıkça giderdik. Bizden önceki kuşak, liseyi İstanbul'da okumuştu. Biz ise üniversiteyi. Bizim kıyıda ne yoksa İstanbul'da vardı ne de olsa. İşte o zamanlar, şimdi üzerinde olduğum bu taşıttan nefret etmeme sebep olan, arabalı vapurlarla Yalova'dan Kabataş'a 3,5 saatte giderdik. Güvertede çay-simit yendiği, büyüklerin püfür püfür sigara içtiği, kaptan köşkünün köşk olduğu vapurlardı bunlar. Tuvaleti gelen çocukların ebeveynlerini paniğe sokacak denli pis tuvaletleri, dev bir pitonu andıran halatları, boyası paslanmış koca iskele babaları anımsıyorum. Burası kalabalık ve eğlenceli yüzen bir şehirdi sanki. Alt katta kamyonetler, otomobiller, otobüsler, üst katta kadınlar, çocuklar, yaşlılar… Kutular içinde civcivler, kafes içinde muhabbet kuşları. Takım elbiseli ve "şuu elimde görmüş olduğunuz" diye tanıtıma başlayan bugünün pazarlama gurularına taş çıkaracak, traş seti ve kolonya alana tırnak çakısı hediye eden seyyar satıcılar. Simitçiler, kağıt helvacılar ve lezzetini hiçbir şeye değişmediğim vapur çayını taşıyan üniformalı çaycılar... Bir kalabalık, bir muhabbet,  deniz üstünde cümbüş. Kimi zaman da "Hanıım hanım"la başlayan, ağız dalaşının ötesine geçmeyen kavgalar. İzlemesi eğlenceli, sonu çabucak geliveren. Ne de olsa denizin üstünde demirden bir evdeydik ve deniz bu, Allah korusun ters bir şey olursa hepimiz kader yoldaşı olacaktık. İşte bence bu yüzden kavgalar kısa, muhabbetler uzun sürerdi.

Deniz üstünde süren kimi sarsıntılı kimi sakin bu uzun yolculuk, bir yerden bir yere gitmekten daha fazlasıydı sanki. Yolculuğun kendisi başlı başına bir etkinlikti. Çocukken en çok babaannemle birlikte seyahat ederdik. İstanbul'a kimi zaman akrabalarını ziyarete, kimi zaman kızı ve torunlarıyla hasret gidermeye, kimi zaman da alışverişe giden, beni de kendisine yaren yapan babaannem, yeni insanlarla tanışmayı onlarla sohbet etmeyi severdi. Yol arkadaşlarıyla yapılan sohbetler, sonunda telefon ve adres almaya kadar gider, hatta sonrasında süregiden ahbaplıklara dönüşürdü. Bense O'nun yanında hanım hanımcık oturur, düşen süt dişlerimin boşluğuna kaçan simit susamlarını kimse görmeden temizlemeye çalışırdım. Babaannemin hiç tanımadığı insanlarla mesafeli başlayıp, samimiyete dönüştürdüğü sohbetini hayranlıkla izlerdim. Sohbet koyulaştıkça ben özgürleşir, vapurun içinde dolaşma iznini kolayca koparırdım. Babam ve annemle olduğumuz zamanlarda ise babam vapurda dolaşmama izin vermez, çok sıkılırsam elimden sıkı sıkı tutup beni güverteye çıkarırdı. Babam elimi o denli sıkıca tuttuğu için midir, "Aman yaklaşma düşersin" dediği için mi bilmem, denizden hep korkmuşumdur. Çocuk aklımla köpüren dalgalara, grileşen lacivertleşen sulara bakıp, "Düşersem ne olur?" diye düşünür, mazoşistçe hayaller kurardım. "Denize adam düştüüüü" diye bağıranlar aslında benim küçük bir kız çocuğu olduğumu fark ederek ama ağız alışkanlığıyla mı böyle diyeceklerdi acaba? Yazın sahilde belimize taktığımız renkli ve yumuşacık simitlerden çok farklı olan bu koyu kırmızı sert can simitleri beni ne kadar koruyacaktı? Yoksa zaten bana atılan o simide ulaşamadan boyumdan büyük dalgalarda kaybolacak, bir apartman derinliğinde olduğuna inanamadığım sularda zemin kata doğru batacak mıydım? Bunları düşünmek beni hem korkutur hem de önüne geçemediğim bir zevk verirdi. 

Şimdi ise denizin üstünde ama ona yakın olamadığım için bu hayalleri kuramıyorum. Yeni insanlarla tanışamıyor, babaannemin ahbaplıklarını özlemle anıyorum. Zaten kimsenin kimseyle ahbap olmaya ne hevesi ne de güveni var. Yol arkadaşlığını anlamlı bulan, nereye ulaştığından çok, yolculuğu nasıl geçirdiğini önemseyenlerle karşılaşacağımız yolculuklar dilerim.

Hande Çiğdemoğlu
hande.cigdemoglu@gmail.com


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder