Yok Oluş (Annihilation) - Eşref Alemdar - Sevdalım Hayat
Yok Oluş  (Annihilation) - Eşref Alemdar

Yok Oluş (Annihilation) - Eşref Alemdar

Paylaş
 
Yok Oluş  (Annihilation)

Paramount, yaptığı filmin sinema salonunda pıt pıt mısırı yiyip gıdaklayanlara uygun olmadığını fark edip, “taş doğursaydım seni doğuracağıma” haleti ruhiyesiyle “Yok Oluş”u Netflix’e paslamış ve filmi Sanat Filmi kategorisine sokarak belli sinemalara yönlendirmiş.  Anaakım sinema seyircisinde bir paçozlaşma ve bununla gurur duyma süreci debdebeyle sürüyor. Eskiden bunlar sanatsal olana burun kıvırmak konusunda tereddüt eder, geri dururlardı, şimdikiler ise pek bir büyük burunlular. Taviz vermiyorlar kişiliklerinden… Asla… Asla… Asla…  İçlerinden bazı çokbilmişler filmi gördükten sonra “Of çok sıkıcı, fragmanı da güzeldi yane” gibi yorumlar yapmış/ıyor. Kale almıyoruz, biz Tarkovsky’nin Stalker’ı ya da Kubrick’in 2001: Bir Uzay Destanı filmlerine “Ne lan olum o, bak bak anlamıyosun bişey” diyen yeni insanlardan değiliz. “Yok Oluş” bu iki filmin yolundan gidiyor.

Hemen belirtmeliyim ki bu filmi Netflix’ten izlemek pek akıl karı bir iş değil.  Çünkü eski deyimle, “beyaz cam”lık bir film değil. Öksüz filmde, bugüne dek hiç görmediğimiz efektler – kristal ağaçlar, insan bedenli ağaçlar, biçim değiştiren ve ışıyan bir akıllı varlık/organizma vs. var ve bunlar sinema perdesi düşünülerek yaratılmış.

Film Jeff Vander Meer’in oldukça özgün ve dehşet yüklü “Güney Toprakları Üçlemesi”nin ilk kitabı olan “Yok Oluş”tan uyarlanmış. Üçleme çevre felaketleri, canlılara uygulanan akla zarar genetik çaprazlamalar, metafizik, psikoloji gibi alanlarda at koşturuyor. Deli bir şey…

Yönetmen Alex Garland, Ex Machine’yla yakaladığı özgün sinematografi ve öyküleme yoluyla ilerlerken, bilim kurgu sineması basmakalıpları kırmak konusunda pek mahirdir düşüncesine fazla abanmış ve anaakım izleyicisinin sinir uçlarına dil atacağını kestiremeden filmin bütün kahramanlarını kadın cinsinden seçmiş. Evet, erkek egemen bilim kurgu/korku/aksiyon sinemasına nanik çeken bir film var. Bu durum erkek izleyicileri filmden uzaklaştırmış derler. Doğrudur, çünkü kadınlar Nikita formunda ve formatında değil, erkeğe atfedilen akli ve toplumsal tabakaları haiz bu kadınlar, erkekleri yılgının cehennemine fırlatan cinsten. Hepsi bilimci ya da özgül işlere sahip. Erkek cinsinden Lozman adlı (kimyasal-radyoaktif tehlike önleyici giysi!- o giysinin Türkçesi böyle oluyor) giyen sinir bozucu dirimbilimci adam filmin baş kadın kahramanını (Natalie Portman) sorgularken aldığı müphem yanıtlardan hazzetmez.

“İçeride kaç gün kaldın?”
“Birkaç gün ya da hafta.”
“Dört aydır içeridesin.”

Sorgulayıcının kızgınlıktan yanakları bıngıldar, gözlerinden lav fışkırır, kesinlik ister. Tıpkı anaakım seyirci gibi… “Bana kesin bir şey söyle kaltak” . Oysa kadının başına gelenler determinizmin yanından bile geçmiyor, adam boşuna kuduruyor.

Film uzaydan gelen ışıyan bir şeyin bir deniz fenerine, bir deniz fenerine !! (ilk metafor: insanlara yol gösteren bir fener işgal edilir) çarpması ve temeline girmesiyle açılıyor. Bir şey yerin altındaysa tekinsizlik de ordadır. Bu çarpış sırasında kullanılan akustik gitarın rahatlatıcı müziği tekinsizlikle birleşince, bir hayli ilginç, donuk ve mat,  hoş ve yenilikçi bir duygu yakalanmış. Akustik gitar filmde baskın ancak elektronik gürültü ve seslerin olduğu sıkı müzikler de var. Anahtar çarpışmanın ardından, bir dirimbilimci (biyolog) kadın Lena (Natalie Portman) yeryüzündeki ilk hücrenin bölünerek çoğalmasına dair, bir üniversitenin dersliğinde öğrencilerine hitaben konuşur. Ders bitiminde meslektaşı siyahi bir aygır, kocasının neredeyse bir yıldır kayıp olduğunu, artık buna alışması gerektiğini şefkatle ve davetkâr olarak söyler. Başkahramanımız kayıtsızlıkla arkasını döner gider ama ilerleyen sahnelerde aygırı görevini ifa ederken/etmiş olarak izleriz.

Yitik koca eve apansızın döner ama kocada bir değişiklik olduğu barizdir. İçi yarısına kadar su dolu bir bardağın önünde karı kocanın elleri birbirine kenetlenirken görüntü suyun ışığı kırması nedeniyle bozarır  (ikinci metafor geldi).  Böylece bozulmaya, dönüşmeye dair ilk işaret verilir ve film sökün etmeye başlar. Kocanın ağzından burnundan aniden kan gelir ve bir ambulansla hastaneye giderlerken devletin gizli görev emri almış askerleri ambulansı hoyratça durdurup, hasta kocayı ve şaşkın karısını karga tulumba Alan X adlı yere götürürler. Burada mutsuz, donuk ve katı psikolog kadınla (Jennifer Jason Leigh) tanışırız. Brooklyn’e Son Çıkış gibi muhteşem bir filmde Tralala adlı, toplu tecavüze uğrayan bir kadını oynamış Jennifer Jason Leigh bu filmde yine bir tecavüzle karşı karşıya. Bu sefer mütecaviz kanser! Psikolog, Lena’ya ışıyan bir perdeden bahseder ve içinde bulundukları yerin adı bu yüzden Alan X’tir. Bu perde deniz fenerine çarpan şeyden sonra ortaya çıkmıştır ve her geçen gün yayılarak etki alanını büyütmektedir.

Kadınlar takımı sabun köpüğü gibi ışıyan manyetik perdeye dalarlar.  İçeride fizik ve dirimbilim kanunları geçersizleşirken zaman da bükülür! Kısaca; Oradan çıkış yok ki bi tanem… Gidenler dönmez! Üstelik ışıyan perdenin ardına geçenlerle iletişim kopmaktadır. Böyle kös kötü bir durum söz konusu.  Kadın başlarına düştükleri yol da yol değil. Onları bekleyen kara bıyıklı, sekse aç Türk erkekleri yok ama büyüleyici güzellikte ve yabanlıkta rengarenk ağaç yosunları ve mantarları, ağaç insanlar, hayvan insanlar, kristal bitkiler, ölüm ve dehşet var. Bir rüya/kabus ülkesi. Kesinlikten uzak. Ne Newton ne Einstein çözebilir sırrını. Araştırıcılar ilerledikçe afallar, afalladıkça birbirlerine girer geçmiş acılarını birbirlerine anlatıp insani olanı korumaya çabalarlar, ama nafile. Dehşeti ve vahşeti kanlı kanlı yaşamaktan sıyıramazlar,  bilinmezlik ve acayiplik kasnağında gerilirler. Ve sonra her biri apayrı garabetlere dönüşürler. Dört ayaklı bir hayvanın bir kadınla çaprazlanıp arkadaşlarını yemek için kadın sesi çıkarması fikri hangi psikanalitik irdelemeyi gerektirir ben bilemedim. Çok korkunç yahu. İzlediğim günden beri aklımdan çıkmıyor.  Ya da araştırıcılardan birinin albino bir timsahın sahip olduğu köpekbalığı dişleri arasında gebermesine ne demeli. Tüyler ürpertici. Biz izleyiciler de kafamızda bir yığın soru bu garabetin ve çetin muammanın büyüsüne kapılmış halde onlarla yola devam ederiz. Bitkileşmiş insanlar görürüz… oldukça romantik. Araştırıcılardan biri de bitkileşir, ağaçlaşır. Ekip üyeleri birer birer tahtalı köye giderken konu kendini açıverir ve Lena eve dönen kocasının arkasında bıraktığı kamera kayıtlarından onun başına gelen tuhaf şeyler hakkında bir fikir edinir. Deniz fenerine yalnızca Lena ulaşır ve burada ışıyan varlığa temas eder,  acayip bir şey olur. Acayip varlık bir insansı yaratır ve Lena’mızın başına tebelleş eder. İnsansının metalik teni ve cinsiyetsizliği çarpıcı. Dahasını filmi izleyip kendiniz görün derim.

İzlerken aklınıza Jeunet kardeşlerin Yaratık’ı, Cronenberg’in Sinek’i ile Carpenter’in “Şey”i de gelecek. Hayır, telaşlanmayın onlar kadar iç kaldırıcı, kusturucu değil. Sopları birleşen dirilerin yeni biçimler almasına dair yenilikçi bir yaklaşımı var ve o bildik tekinsiz soruyu soruyor: Kimiz yahu biz? Metafiziğe yaptığı atıflarla yorumlara, okumalara açık. Örneğin Virginia Woolf’un Deniz Feneri.

Sonsuzluk işaretinin ve kendi kuyruğunu yiyen yılan şeklindeki dövmeyi filmin kadın kahramanlarının kollarında görüyor olmamız bize her şeyin birbiriyle ilintili ve sonsuzluk döngüsü içinde olduğunu söylüyor. İyi etmiyor…  Böyle bir mecaz sanki biraz fazla. Çünkü film zaten bunu yarattığı atmosferle ve anlattığı konularla veriyor.
Kerelerce izleyip keyif alınacak o muamma filmlerden biri.

Eşref Alemdar
eshrefalemdar@hotmail.com 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder