Yaşar Kemal Penceresi - Zafer Köse - Sevdalım Hayat
Yaşar Kemal Penceresi - Zafer Köse

Yaşar Kemal Penceresi - Zafer Köse

Paylaş

Yaşar Kemal Penceresi
Yaşar Kemal penceresinden bakarak yaşadıkça, hayatın belki de en temel gerçekliğini her gün, her ortamda yeniden görüyoruz: Başkaldırmak, bilinçlenmekten de öncelikli bir insanlık durumudur.
Yaşar Kemal’in bir karakteri, kaçak yaşadığı günlerde bir kuytuluğa sığınıyor. Oradaki kuş yuvası kafasına takılıyor. Anne kuşun gidip gidip yavrularına yiyecek getirmesini dert ediyor kendine. Bir kuş kadar olamadım diye kahrediyor. Dağa çıktığı için çocuklarına babalık yapamadığına hayıflanıyor. Onları aç susuz bırakmanın suçluluğu çöküyor içine. Ağaya karşı gelmese, itaat etse, böyle can tehlikesi yaşamayacak, köyüne dönecek, çocuklarının karnını doyuracak. Günlerce sorguluyor kendini. Yüzyıllarca sorguluyor. Yavrusunu besleyen kuşu seyrediyor, doğru bildiği yoldan dönmek için kendine mazeretler arıyor. Sağ kalmak için bir yol aramak ayıp değil ya. Arıyor, düşünüyor.

O kuytudaki insanın içinde kopan fırtına, on binlerce yıllık bir hikayeye dönüşüyor. Biz de onunla birlikte insanlığın bir durumunu, başkaldırmayı deneyimliyoruz. Bir can için değer mi, diyor, kahramanımız. Ölüm tehlikesine rağmen ağaya itaat etmeyi, ona yaranarak avantajlı hale gelmeyi reddediyor. Doğru bildiği yola devam etmeye karar veriyor. Bir can için alçalmaya, adileşmeye değmez diye kararını kendine açıklıyor. Biz de kendimize öyle açıklamaya çalışıyoruz.

Yaşar Kemal penceresinden bakarak yaşadıkça, hayatın belki de en temel gerçekliğini her gün, her ortamda yeniden görüyoruz: Başkaldırmak, bilinçlenmekten de öncelikli bir insanlık durumudur. Nice eğitimli, birikimli insanın itaat etmeye eğilimli olduğunu biliyoruz. Çünkü eğitilmek, birçok durumda, eğitenlerin penceresinden bakmak sonucunu yaratıyor. Ama yozlaşmamış, kendine tamamen yabancılaşmamış her insanın, çoğu zaman koşullarına rağmen içinde taşıdığı bir niteliktir, başkaldırı. Cinsellikten, güvenlik arayışından, hatta sağ kalma güdüsünden bile daha derin bir insanlık hali. Kişisel ve toplumsal varoluşun özü!

Harıl harıl yalan üreten dev mekanizmalar bizi sürekli kapitalizmin, arabeskin, pop kültürünün pencerelerine yöneltiyor. Kişisel gelişim denen düşüncelerden, yüzeysel duygulardan, sahte güzelliklerden ibaret bir dünya görünüyor o bakış açılarından.

Oysa Yaşar Kemal penceresinden, insanın güzelliğini, onurunu, doğanın gerçekliğini görüyoruz. Örneğin sabahları, aydınlanmaya başlayan dünyadan gelen kuş seslerinin anlattığı gerçeği duyabiliyoruz. Kuşlar, o sesleri biz dinleyelim, huzur bulalım diye çıkarmazlar. Beslenme kavgalarının, çiftleşme çabalarının, yuva yapma hazırlıklarının sesleridir onlar. Tıpkı onlarla iç içe geçen binbir çeşit böcek, kedi, köpek sesleri gibi. Dünyanın en güzel sesleri, hayat mücadelesi içinde ortaya çıkmaktadır.

Sonra kendimizi sokağa atarız. Kaldırımlar, caddeler boyu yürürüz. Bir esnaf, umutla dükkanının kepengini açar. Bir öğrenci, sırtında dünyadan ağır çantasıyla okuluna yürür. Bir fabrikanın servis aracı, homurtuyla durağa yanaşır. Onların peşinden iş arayanlar sökün eder.

Öğlene doğru dünya iyice kızışır. Tedavi edilecek hastası olan da vardır, sevdiğine kavuşmak için çırpınan da. Makinalar çalışır, insanlar koşuşturur, tarlalar sürülür. Kişiliğini kanıtlamak için uğraşanlarla düşüncelerini anlatmak isteyenlerin sesleri birbirine karışır. Haberler takip edilir, müzikler dinlenir, kitaplar okunur.

Ama akşama doğru bozuk sesler daha çok duyulur. Yalanlar ortalığa saçılır, sömürüye kılıflar hazırlanır. İşsizler, işsizliği bir suç gibi görmeyi öğrenir. Yoksullar yoksulluğu kendi hataları olarak benimser. İşçiler, sınıflarının ve geleneklerinin değerlerinden uzaklaşır, lümpenliği yükseltirler. Onlara ulaşmaya çalışan sesler boğulur, medyanın cazgırlığı kaplar doğayı. Kalbimizin ortasında bir öfke büyür.

Gece olur, karanlık olur, uykusuzluk olur.
Ve ertesi sabah, yine kuş sesleriyle uyanırız. Günün ilk ışıklarına, hayat mücadelesinin mucizeler yaratan sesi karışır. Fabrikalar, böcekler, araçlar, sular, insanlar… Karnını, kalbini, kafasını doyurmak için uğraşan insanlar. Bu yoldaki tercihleriyle, bu uğurda harcadıkları emekle kendini üretenler. İnsanlık değerlerini yaratanlar.

Tekrar tekrar duyarız; dünyanın en güzel sesleri, hayat mücadelesi içinde üretilmektedir. Ve korku, umut, direniş, alçaklık, sevgi, aşk, her şey, her türlü nitelik, mücadele eden insanın hikayesinde ortaya çıkar.

Yaşar Kemal penceresi sayesinde, çevremizdeki insanlara, güncel gelişmelere, içinde bulunduğumuz döneme, hatta hayatımızın geri kalan kısmına doğru açıdan bakma olanağı buluyoruz. Kısa bir konuşma sınırı içinde, bu pencereden görülen gerçeklerin birkaçına daha kısaca değinelim:

Örneğin, Japonya’da büyük bir deprem olur. Çevre ülkelerde bile dev tsunamiler gerçekleşir. Bu arada, bir nükleer santralde hasar oluştuğu, her an bir patlama beklendiği haberi gelir. Yüklü miktarda radyasyon yayılacaktır. Rüzgarın durumuna göre, dünyanın bazı bölgelerindeki milyonlarca insan, milyarlarca canlı büyük zarar görecektir, ölecektir. Bu tehlikeyi önlemek için birilerinin santral sahasına girip çalışması gerekmektedir. Oysa deprem sonrası başlayan sızıntılar nedeniyle, o bölge tamamen boşaltılmış, kısa süreliğine bile yaklaşmanın ölüme neden olacağı açıklanmıştır.

Buna rağmen santralin yüzlerce çalışanı işine döner. Son görevlerini yerine getirircesine çalışmaya başlarlar. Birkaç gün sonra, santraldeki patlama tehlikesinin önlendiği, fakat onlarca çalışanın normal ömürlerini tamamlamasının beklenmediği haberi gelir.

Onlar, dünyanın ucundaki mecbur insanlardır. Biz onları depremden önce de, bu haberlerden önce de tanıyorduk. Dünyanın dört bir yanında mecbur insanlar yaşadığını Yaşar Kemal penceresinden görüyorduk.

Çünkü eşkıya dünyaya hükümdar olmaz diye düşünerek dağlarda dolaşan İnce Memed’i biliriz. Umut bağlanan bir kahraman haline gelmiştir o. Ama insanların bir kurtarıcı aramasındaki çıkmazı görmektedir. Kel Hamza’yı öldürse, yerine Ali Safa gelir. O gitse, Murtaza! Bir sorunu çözse, yenileri çıkacaktır. Tek başına sonuç alamayacağını, bir gün bir kör kurşunla bu yollarda düşeceğini, asıl harekete geçmesi gerekenin halkın kendisi olduğunu düşünür. Eşkıya dünyaya hükümdar olmayacaktır ama mecburdur. Bir şeyler yapmak gerektiğini gördükçe, sorumlu hisseder kendini; kaçamayacağı görevleri vardır.

Romandaki Battal Ağa, bunu, insanın içini kemiren “İnce Memed Kurtçuğu” diye açıklar. Bu kurtçuk sayesinde insanlık ayakta kalmaktadır. Onun sayesinde egemenler daha beter belalar yaşamaktadır. Çünkü Şeyh Bedrettin gitse, Pir Sultan gelmektedir. O gitse Köroğlu, o da gitse İnce Memed. Az korku değildir bu onlara. Az umut değildir bize.
Üstelik bir ütopya değildir, Yaşar Kemal penceresinden görünenler. Örneğin, dört kitaplık Bir Ada Hikayesi’nde, dünyada henüz gerçekleştirilememiş bir yaşam alanının kuruluşunu anlatıyor. Yani cennet gibi bir adayı tarif etmekle yetinmiyor. İnsanların ruhlarının yaralanmış olduğunu görmezden gelmiyor. Sömürülmüş, öldürülmüş, kandırılmış oldukları gerçeğine gözünü kapamıyor. İnsanların içlerinde yaşattıkları değerlere güveniyor, böyle bir adanın kurulabileceğine inanıyor. Nasıl kurulacağını anlatıyor. Ütopya değil, bir çağrı Yaşar Kemal’in Ada Hikayesi. Bu yönüyle, dünya edebiyatındaki ada hikayelerinden ayrışıyor.

Yaşar Kemal penceresinden böylesine net görünen derin gerçekliklerden biri de düşmanlık onurunu korumak meselesinde ortaya çıkıyor.

Zenginlik, ün, ayrıcalık gibi amaçlarla yaşayan her alandaki iktidar tutkunları, karşılarına çıkan her engeli varlıklarına tehdit olarak algılıyorlar. Düşmanlarının “alçaklığını, kalleşliğini, kahpeliğini” anlatıp duruyorlar.

Zaten düşmanlık duygularının yayılmasına da ihtiyaçları var. Örneğin, ülke yöneticilerinin çoğu, adil bir sosyal devlet yönetimine gerek kalmadan halkın desteğini kazanmak ister. Kaynakları ve milyonlarca insanın emeğini sömürürken, o insanları kendileriyle aynı taraftaymış gibi hissettirecek düşmanlar yaratırlar.

Ama düşmanın varlığının tercihe veya yanlış politikaya dayandığı düşüncesine engel olunmalıdır. Kin ve nefret yaratmalıdır, düşmanın varlığı. Düzen bekçiliği, böylece kendine aşağılayıcı bir dil geliştirir. Düşmanı ne kadar alçaksa kendilerini o kadar yüce hissederler.

Bu o kadar kanıksanmış bir durumdur ki, konuya farklı yaklaşan Derviş Bey’in tavırları bazen bize şaşırtıcı gelir. Demirciler Çarşısı Cinayeti romanında, Akyollu Mustafa Bey, düşmanı Derviş Bey’in yanaşmalarından birinin harmanını yaktırır. Bir yıllık gelirini yok eder. Başka zararlar da verir.

Derviş Bey bunları dert etmez. Herkesin zararını karşılayacağını açıklar hemen. Hiç sorun değildir. Onun asıl yandığı, düşmanının alçakça davranmasıdır. Böyle bir düşmanı olduğu için kahrolur. Kendi değerini sorgular.

Ve düşmanının sergilediği her erdemli davranışla övünür. İnsanlar Akyollu Mustafa Bey hakkında olumlu sözler edince kıvanç duyar, çarşıda mutlulukla dolaşır.

Düşman konusuna işte böyle bakıyor, Yaşar Kemal. Çünkü o Anadolu’nun, büyük bir kültürün, büyük sanatçılar yaratan bir geleneğin romancısı.

Peki, görevli ve gönüllü bütün düzen bekçilerine sormak gerekmez mi: Neden onurlu bir muhalif olmanın bedeli böyle ağır bu memlekette? İnsanların farklı düşünmesi mi sorun, yoksa sizin eleştiriye tahammülsüz olmanız, her türlü muhalefeti vahşice ezmeniz mi? Hak ediyor musunuz onurlu düşmanlıkları?

Neyse ki Derviş Beyler de var bu dünyada. Düşmanlığın onuru korundukça, düşmansız bir dünyanın umudu da yaşıyor.
Umut… Umut deyince Yaşar Kemal penceresinden görünen en somut gerçekliği anmış oluyoruz.

Elbette insanların yozlaşmasından söz eder, Yaşar Kemal. Gidişata karşı toplumu uyarır, tehlikelere dikkat çeker. Ama bunları, daha güzel bir dünya olasılığı için yapar. O angaje bir yazardır, hayata müdahale etmek için yazar.

İnsanın mitler, efsaneler üreten, dinler, Allahlar yaratan özelliğini iyi bilir. Bu özelliğini, insanın itaat eğiliminden çok, umutsuzluktan umut yaratan bir canlı olmasına bağlar.

Yer demir gök bakır kesildiğinde, şartların en zor, imkanların en kısıtlı olduğu bir durumda, kendilerine bir ermiş yaratan köylülerin hikayesinde bu gerçekliği somutlaştırır. Üstelik otuz yıldır tanıdıkları, kendi ellerinde doğmuş büyümüş bir adamı ermiş yapar köylüler. Çünkü bütün yollar kapalıdır, dünyayla iletişimleri kesilmiştir. Olaylar ve durumlar öyle bir hale gelir ki, o adam bile kendisinin ermiş olduğuna inanır.

Yaşar Kemal penceresinden görünen bu en temel gerçeklik, başka pencerelerden gerçeküstü gibi, abartı gibi görünür. Zaten o yalan pencerelerden baktığınızda sanırsınız ki, insanlara umut vermek için gerçeği olduğu gibi anlatmamak gerek. Kara, çirkin durumları, kötü gelişmeleri olduğundan farklı biçimde göstermek gerek.

Hayır, umut gerçektir. Devrim nasıl hayatın en büyük gerçekliğiyse, umut da insanın en gerçek niteliğidir. Yaşar Kemal gerçeği anlatır. Gerçeği anlatırken güzellik yaratır. Çünkü bilir ve her zaman söyler, gerçeğin dili güzeldir.
Bu nedenle hayat mücadelesinin seslerini iletir bize. Birbirleri için eşyalar, hizmetler, bilgiler üreten insanların hayatı güzelleştirdiğini görür. Zaten onlar güzel bulduğu için güzeldir kuş sesleri. İnsanlar güneşin doğuşunu sevmeseydi, nesi güzel olacaktı o manzaranın? Değeri bilinmese çiçekler boşuna açardı, türküler boşuna söylenirdi, hastalar boşuna iyileşirdi. Bir militan boşuna vurulurdu. Yaşamak böyle güzel olmasaydı Ulaş boşuna, Ethem boşu boşuna. Dünya güzel, insan umutlu olmasaydı, Yaşar Kemal bile boşuna yazardı.


  25 Şubat 2018, Çankaya Belediyesi Zülfü Livaneli Kültür Merkezi
Sevdalım Hayat Okuma Atölyesi & Yaşar Kemal Vakfı;  Yaşar Kemal Semineri

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder