Aşk, Kimya ve Sorumluluk
Doğumu en zor
gerçekleşen canlı, insan. Evrim içinde iki ayağı üzerinde doğrulmaya başladığı
dönemden kalma bir sorun bu.
Aslında insanın gebelik
süresi daha uzundu. Ama tür içinde, ancak gebelik dönemi daha kısa olan
çeşitler varlığını sürdürebildi. Çünkü ufak ve gelişmemiş yavrular dünyaya
getiren annelerde sağ kalma oranı daha yüksekti. Fakat bu durum, bebek
büyütmeyi zor ve uzun bir iş haline getiriyordu. Dolayısıyla, erkeğin, doğumdan
sonra kadınla bebeğe bakması gerekiyordu.
Tabii bütün bunların
temelinde, her canlının ortak özelliği olan neslini sürdürme güdüsü vardı.
Erkek, neslinin
devamını sağlayabilecek doğumlar yapmaya uygun bedensel özelliklere sahip kadın
aradı hep. Geniş kalçalı, yavrusunu iyi emzirebilecek memeleri olan, bebeğinin
ona benzemesini isteyecek kadar güzel kadınlara ulaşmaya çalıştı.
Bunu başarabilmek için,
sesinden kol kaslarına, çevikliğinden cesaretine kadar çeşitli özellikleriyle
kadına güven verebilmeliydi. İyi bir avcı olduğunu göstermeliydi. Çünkü kadın,
bebek büyütme dönemi boyunca kendine ve yavrusuna bakabilecek erkek seçerdi.
Kadın, seçtiği erkeği
kendine bağlayabilmek için tatlı dilli, güzel görünümlü olmalıydı. Diğer canlı
türlerinden farklı olarak, yılın on iki ayında cinselliğe açık olmak çok
önemliydi.
Günümüzde böyle
fiziksel özellikler gerekli değilse de, on binlerce yılda oluşan güzellik
anlayışı çabuk değişmiyor. Aslında “aşk” denilen duygu da bu uzun geçmişe
dayanıyor.
AŞKIN ÖMRÜ
Helen E. Fisher, 20.
yüzyılda boşanmaların dördüncü ve beşinci yılda yoğunlaşmasını, ilişkilerdeki
tutkunun üç-dört yıl sürdüğünün bir kanıtı kabul ediyor. Cinsel Aşkın Anatomisi
kitabındaki bu tür verilerin basit gözlemelere değil, dünya çapında
araştırmalara ve zengin istatistiklere dayandığını belirtmek gerek.
Tekeşliliğin, zinanın ve boşanmanın doğal tarihi üzerine kapsamlı bir kitap bu.
Önceki kuşaklarda
erkekler kadınlara, bebekleri doğduktan sonra üç-dört yıl sadık kalmasaydı,
zaten bir canlı türü olarak varlığımız devam etmeyecekti. Fisher, çok eski
dönemlerden beri kadınların bebeklerine bakabilmek için gereksindikleri erkek
sadakati süresi ile günümüzdeki aşk ömrü arasında paralellik kuruyor.
Bu süre meselesinde ise
işin içine hormonlar giriyor. İnsanlarda oluşan duygulardaki ve bu duyguların
süresindeki etkenlerden biri de hormonlar.
Demek ki bugünkü
insanlar, hamilelik süresi 9 ay olan ve sevgiliye genellikle üç-dört yıl bağlı
kalmayı sağlayan bir genetik miras taşıyor. Doğrusu, insanın atası olan
topluluklarda, bu üç-dört yılın içinde özellikle kadınların küçük bazı
kaçamaklar yaptıklarıyla ilgili de epeyce veri var.
İyi ki bizim töre
cinayeti eğilimi taşıyan erkeklerin pek kitap okuma alışkanlığı yok. Hele böyle
bir kitabı... Okusalardı, atalarının üç-dört yılda bir eş değiştirdiğini ve
çiftleşme konusundaki diğer tutumlarını öğrenip kahrolurlardı. Veya büyük büyük
anneanneleriyle ilgili bu “iftiralar” üzerine bir silah kapıp “Helen adlı o
kadını” aramaya çıkarlardı.
Sadece “namus takıntılı
herifler” açısından değil, “modern Batılı tipler” için de epeyce rahatsız edici
bir kitap bu. Çünkü diğer toplumlara da hızla yayılan Batılıların bir özelliği,
aşk kavramını kutsallaştırmaları. Âşık olma sürecinde karşılarına çıkan kişinin
özelliklerinin o kadar belirleyici olduğuna inanırlar ki, bunun kendi
içlerindeki bazı kimyasal sistemlerle ilgisini duymaktan hoşlanmazlar.
Batılı için, eşini
(sevgilisini) bir başkası uğruna terk etmek veya benzer şekilde terk edilmek
çok normal olabilir. Ancak bunun gerekçesinin “açıklanamaz” bir aşk olduğuna
inanmak ister.
Sahiden de “görünce
kalbin çarptığını hissetmek”, “bir sözünü günlerce düşünüp çeşitli anlamlar
çıkarmak”, “iki saniyelik bakışma için saatlerce uğraşmak” gibi şeyler ne
güzeldir. E, başka kitap mı yok; böyle dönemlerinizde okumayın bu kitabı!
KİMİN İŞİ?
Ama kabul etmek gerekir
ki, bu güzel, bu gizemli duygulardaki bozulmaların nedeni, antropolojik ve
tarihsel bilgilerin çoğalması değil. Veya tıptaki gelişmeler, hormonların
etkisinin anlaşılması da pek sorun yaratmıyordur. Asıl sorun, yüz binlerce
yıllık geçmişe aykırı olarak insanların hayatına mülkiyet tutkusunun girmesiyle
başladı.
İktidar ve mülkiyet
ilişkilerini düzenleyen dinlerle bağlantılı olarak ahlak da ikiyüzlü bir hale
geldi. Kökeni sahip olma ihtirasına dayalı olan bekaret meselesi ortaya çıktı.
Cinsellik, hem yok
sayıldı hem de sürekli hayatın merkezinde oldu. İlk gecenin sonunda kanlı
çarşaf sergilemek gibi uygulamalar, en çok, evlenecek kişilerin birbirlerini
son güne kadar görmediği, cinsellik konuşmanın ayıp sayıldığı kültürlerde
yaygınlaştı.
Hele modern çağlarda iş
zıvanadan çıkmaya başladı. Üretim ve paylaşım etkinliklerinin insanlığa aykırı
bir toplumsal yapı içinde düzenlenmesinin, elbette ki hayatın bütün alanlarında
olumsuz sonuçları olacaktı. Rekabet, hükmetme hedefi, başarı ihtirası sardı her
tarafı. Sadece sevgili arayışının mekanları olan sosyal ortamlar değil, iki
kişi arasındaki özel ilişkiler bile savaş alanına döndü.
Böylesine büyük konuda
çeşitli çağrışımlarla düşünürken, çerçeveyi alabildiğine genişletebilirsiniz.
Ama konunun temelinde, dünyaya yeni gelen bir insanın bakımından sorumlu olmak meselesi
yatıyor.
İnsan türünün devamını
sağlamakla da ilgili bu sorumluluk, sadece bebeği olan kadınlara ait kabul
edilebilir mi? Ne var ki, dünya iktidarlarının, bebek büyütmeyi toplumun ortak
sorumluluğu haline getirmek gibi bir dertleri yok.
Ama onların, gelişen
sanayi ve ticarette emek maliyetini düşürmek gibi dertleri var. Bu da kadının
iş ve sosyal hayata daha fazla katılmasına neden oluyor. Böylece, kadın hakları
için mücadele alanı büyüyor. Bu mücadele, bütün insanların hayatının
güzelleşmesine, insan türünün sağlıklı yaşamasına yardımcı oluyor. Olacak.
soL Gazete, Kitap Eki,
27/03/2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder