Katılımcı: mavitoprak / Hande Çiğdemoğlu
Tarih: 11/02/2018
Kitap: Cemile / Cengiz Aytmatov
Tema: Doğa, dünya düzeni, insan, aşk
Konu: Dünyanın karmaşık ve zalim düzeninin içinde yaşanan aşklar
Anlatım: Etkili tasvirler, akıcı ve vurucu bir kurgu
Çağrışım:
“Bir solukta okunan” tabirini
sonuna kadar hak etmiş bir eser. Öyle ki, ilk cümlede derin bir nefes
alıyorsunuz, araya bozkırlar, rüzgarlar, sevdalar, özlemler, öfkeler, zulümler,
ümitler giriyor, son cümleyi okuyup eliniz kalbinizde aldığınız nefesi
veriyorsunuz. Bir sonraki cümleyi, bir sonraki sayfayı merak edip
sabırsızlanırken, “sona yaklaştım” diye hayıflanıyorsunuz.
Edebiyatın sihirli gücünü en
ustaca kullanan yazarlardan biri olan Cengiz Aytmatov, “Cemile” ile uzak
diyarlardan gelip, yanı başımıza dostça kıvrılıyor. Kim bilir belki de sevgili
gibi. Okurken de karar veremedik bazen, sorular sorduk… Aşk mı? Dostluk mu?
Hayranlık mı? Kardeşlik mi? Cemile ile Daniyar’a baktık, Seyit’in
kalbinden. Aşk mıydı Seyit’inki de? Ya Cemile, hain miydi, yiğit mi? Daniyar
cesur muydu, korkak mı? Onlar giderken, evine dönen Sadık suçlu muydu yoksa
kurban mı?
Seyit ailesine, geleneklerine,
alışılagelmiş doğrulara küçük yaşı, koca yüreğiyle karşı durmuş, kendi resminin
kahramanlarına yol vermişti. “Hayatın gerçeğine, o iki insanın gerçeğine ihanet
etmemiştim ya!” diyor, üç kişilik bu aşkı kendi yolunu aydınlatan fener olarak
görüyordu. “Onlar nasıl yiğitçe, cesaretle gittilerse ben de gitmeli,
mutluluğun çetin yolunu tutmalıydım.” diyerek yola çıkmış, sonunda istediği
yere varmıştı. Varmıştı varmasına ama masalın sonunu merak etmişti. Biz de
etmiştik. “Yorgun musun, kendine güvenini, inancını yitirdin mi? Daniyar'a
yaslan, sana türküsünü söylesin, o sevda türküsünü, yaşama türküsünü, toprak
türküsünü! Bozkır o türküyü içsin, renk renk çiçekler yaratsın o türküden! O
Ağustos gecesini hep hatırlayın! Yılma, Cemile, pişmanlık duyma, o güç
mutluluğu buldun çünkü!” Gerçekten mutluluğu bulmuş muydu Cemile? Başka
yüreklerin mutsuzluğu üstüne mutluluğunu inşa edebilmiş miydi?
Aşk belki de insanın en ilkel ve
bencil duygusu. Hayatta kalma güdüsünden sonra, aşkının peşinden mutluluğa
koşma isteği de aynı şiddettedir kim bilir? Ama Cemile ve Daniyar’ı cesur
olarak nitelendiriyorsak bu, aşkının peşinden gidemeyenleri çoğunluk yapar.
Çünkü biliyoruz ki dünyada korkaklar, cesurlardan hep daha fazla olmuştur.
Kaybetmekten korkanlar. Ailesini, sosyal statüsünü, sevse de sevmese de alışkın
olduğu yaşam şeklini kaybetmekten korkanlar. Ya da güvensizler. Hayatta
kendisi dahil hiç kimseye güvenmeyenler de sayıca az değildir zannımca. Bu
kişiler aşkına da, bunun onu sonsuza kadar mutlu edeceğine de güvenemez.
Kimileri de yeterince güçlü değildir. Seçimlerinin bedelini ödeyecek, sahip
olduğu güzelliği koruyup sürdürecek gücü kendinde bulamaz. O yüzden Cemileler,
Daniyarlar değil Sadıklar, Osmanlar çoktur dünyada. En iyi ihtimalle
Seyitler…
Kitapta iç içe geçmiş iki öykü
var. İkisinde de insanın çeşitli, tarifsiz duyguları salınıyor. Biz bunlara
topyekûn “Aşk” diyoruz çünkü biliyoruz ki aşk bin bir renkli zehirli bir çiçek.
Kimi kan kırmızı, kimi yoncaya benzer yeşil. Kendini, kanatmadan
koklatmayan muhteşem bir çiçek. Dokunamazsan yaprağına hiç bitmez özlemi,
dokunursan yakar. Yürüdüğümüz ana tema “Aşk” olsa da ustalıkla yapılmış
benzersiz tasvirlerle doğayı iliklerimize kadar hissediyoruz. Burnumuza yaz
gecelerinin kokusu geliyor, akan ırmağın serinliğini duyumsuyor, batan güneşin
muhteşem renkleriyle düşlere dalıyoruz. Ama her şeyin farkındayız. Savaş
var, yoksulluk, cehalet ve de zulüm. Mermi sesleri kulağımıza gelmiyor
ama savaşın ağırlaştırdığı havayı soluyoruz. Sırtımızda çuvalları taşımıyoruz
ama belimiz bükülüyor ağırlığından.
Derken yine yüreğimize dokunuyor
yazar. Bu kez Altınay’ın masumiyetinin, çocukluğunun üstündeki zulüm içimizi
kemiriyor. Duyşen’in insanlığı, cesareti, çabası bizi büyülüyor. Altınay’ın
öğretmeni olan Duyşen’e hayranlığına vuruluyoruz. Öğretmeni, kahramanı Altınay’ın.
Onu karanlıklardan aydınlığa taşıyacak bir savaşçı.
Duyşen cesur ama kötüler güçlü.
Ama zaman illa ki ilaç, kader bazen de böyle iyiden yana. Acı çekiyor Altınay
da Duyşen de. Yazar yaşananları bir diken gibi parmağımıza batırmıyor. Dikeni
öyle bir yere koyuyor ki, biz kendimize olanca gücümüzle batırıyoruz. Tıpkı
Altınay’ı korumaya çalışan Duyşen’in cesareti, Altınay’ın acısı ve
çaresizliğini yaşadığımız şu cümleler gibi: “Güçlükle arkama baktım. Duyşen
peşimizden koşuyordu. Her yanı kana bulanmıştı; kocaman bir taş geçirmişti
eline... Peşimizden koşuyordu. Bütün sınıf, hıçkırarak, haykırarak onu takip
ediyordu. Durun haydutlar! Durun! Bırakın onu! Altınay! diye bağırıyordu
Duyşen. Atlılar durdu. Duyşen'i dövmüş olan iki adam, çevresinde dönmeye
başladılar onun. Kırılmış kolunu dişleriyle kaldırdı Duyşen, taşı
fırlattı.”
Yazar öyle yalın bir manzara
çiziyor ki trajediyi iliklerimize kadar hissediyoruz. Duyşen o gün olmasa da
Altınay’ı kurtarıyor. İdealleri, doğruları duygularının önüne geçiyor ve
Altınay’ı tahsil görmesi için gönderiyor. Bir daha hiç göremiyorlar
birbirlerini. O yüzden “aşk” oluyor. İçinde özlem, bilinmezlik, hayal,
hayranlık var. En masum aşk, yaşanmamış olandır ve hiç bitmez. Altınay,
öğretmeninin açtığı yolda ilerleyip ödevlerini gerçekleştiriyor, hayatını ve
ailesini kuruyor ama yüreği çocukluğunun, ilk gençliğinin kahramanında kalıyor.
Büyük yazar Aytmatov “Cemile” ile
ruhumuza dokundu. Kitabın sonunda yanımızda “ben buradayım” diyen yüreğimiz,
cevap arayan sorularımız ve acımasız sorgulamalarımız kaldı.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder