İllüstrasyon: Esra Köymen (*) |
Sahi, Benim Bir
Hayalim Vardı!
Zor bir coğrafyada, karmakarışık bir ülkede, baskıcı bir toplumun içinde
yaşıyoruz. Adetler, görenekler, zihniyetler gibi hayat şartları da bizi,
kimliğimizi hatta geleceğimizi şekillendiriyor. Çocukluğumuz anne-babamızın
kendi anne-babasından öğrendiği biçimde geçiyor. Kız çocuklar bebekle, oğlanlar
arabayla oynuyor. Kediyi kuyruklu
çizmek, gökyüzünü mavi boyamak zorundayız. Ana kuzusu iken okula başlamalı,
herkesin giydiği giysileri giyip, her sabah öğretmen gelince ayağa kalkmalıyız.
Daha mini miniğizdir ama saçlarımız sımsıkı toplu, ayakkabılarımız koyu
renklidir. Derste öğretmene de dayatılmış müfredatın dışında bir şey öğrenmemiz
zor. Hele ki farklı fikirler üretip cesurca dile getirmek neredeyse mümkün
değil. Teneffüslerde kızlar kızlarla kol kola gezecek, -mümkünse erkeklerle
aynı merdiveni bile kullanmadan-, erkekler asla ağlamayacak, ihtiyaç durumunda
mecburen alaturka tuvaletlere gireceğiz. Kantinde abur cubur veya simit-poğaça
dışında bir şey bulamayacağız. Bir dilim portakal yemek istesek, akşam annemizin
soymasını bekleyeceğiz, ki meyve, anne soyup çatala batırırsa makbuldür.
Yavaş yavaş büyüyeceğiz. Korkuyla. Öğretmenden, müdürden, anneden,
babadan, amcadan, haladan, servis şoföründen, komşu teyzeden. Not korkusu,
disiplin cezası korkusu, önüne yemek dökme korkusu, misafirlikte bir şey kırma
korkusu, ödevini unutma korkusu, yağmurda ıslanıp paçalarını çamur yapma
korkusu…
Bu korkularla ergen olacağız. Okul yine başı çekecek. Sınavdan sınava
koşacağız. Derslere, kurslara para yetiştirmeye çalışan ailelerimizin hırçın
gazabından korunmak için, müzik dinlemiyor gibi, sevgilimiz yok gibi, toplanmış
odamızı dağıtmak istemiyor gibi davranacağız. Çocukluğunu daha dingin
geçirenler için hâlâ hayal kurma şansı olacak. Diğerleri ise dünyaya neden
geldiğini sorgulayıp, her şeye isyan edecek.
Hayaller! Halkının ortalama gelir düzeyini tutturamamış, kültürel
yozlaşmayı körüklemiş, bilimi ve sanatı hanelerden alabildiğince uzaklaştırmış
ve bunlar yetmiyormuş gibi sosyal adaleti sağlayamamış bu devletin gençlerinin
hayalleri de büyük ölçüde ailelerinin maaş bakiyelerine bağlıdır. Spor yapmak
istersiniz, yüzmek için bir yüzme havuzuna üye olmanız gerekir. Bulunduğunuz
şehirde bir yüzme havuzu varsa elbette. Müziği seversiniz, dinlediğiniz
şarkılarda o enstrümanı çaldığınızı ya da o sahnede olduğunuzu hayal edersiniz.
Ama herhangi bir kursa yazılmak zorundasınızdır bir enstrüman çalmak için. Dans
etmek istersiniz, dansöz olacağınızdan korkulur. Doğayla iç içe olmak
istersiniz, etraf tecavüzcü, katil ve hırsızlarla doludur. Okumak ve yazmak ise
sadece soru bankalarına aittir. İstediklerinizin gerçekleşme imkanı olsa bile
bunlarla ilgilenecek vakit yoktur zira sınava hazırlanılmaktadır.
Emekler boşa çıkmaz, sorular çalınmaz, ya da çalanların arasından
hasbelkader sıyırılırsanız tezahüratlar eşliğinde üniversiteye başlarsınız. Bu
süreçte de işler zordur. Ola ki bir ideolojin, savunduğun bir hayat görüşün
varsa yandın. Katıldığın en ufak bir yürüyüş, bir gösteri geleceğine mal olabilir.
Üniversite hayatını en rahat geçirenler, etliye sütlüye dokunmadan kantinde
oturanlardır ki aile de ısrarla bunu istemektedir. Bu öğrencilerin dört yanını
sarmış umut haresi, öğrenci evini döndürmenin zorluğu, derslerin ağırlığı,
aşk-meşk işlerinin yoğunluğu karşısında dağılır. Seneler ilerledikçe okulu
uzatmama, bir dönem daha harç vermeme, bir an önce hayata atılma sorumluluğu
ile yoğrulanlar, bir yandan da gelecek kaygısını da sırtlarında taşımaya
başlar.
Sabah içtimasını daha geç yaşamak, hafiften tadına varılmış özgürlüğü
tekmillere kaptırmamak isteyenler yüksek lisans için çalışırlar. Çocukken 23
Nisanlarda gelinlik giydirilen kızlardan bazıları kariyer planını yapacak
vizyonu bulamadan, gelinlik modelleri tasarlamaya ve mümkünse zengin ve
yakışıklı kocalar bulmak için çabalamaya başlarlar. Ve nihayetinde 4 aşağı 6
yukarı okullar biter, memleketlere dönülür, iş aramaya, bulamamaya, torpiller
araya sokulmaya, olmadı babanın işine el atılmaya başlanır. Bu arada hayaller
yetişkinliğe atılan adımlarla hepten körelir,
doğru-yanlış işler bulunur, aşklı-mantıklı evlilikler yapılır, yavaştan
çoluk çocuğa karışılır. Erkekler, babasının yaptığı gibi ailesini korumaya,
evine bakmaya, çocuklarına otorite olmaya, karısına sahip çıkmaya çalışır,
kadınlar fasulyeyi akşamdan ıslatıp sabah işe giderler, işsiz olanlar ev
hanımlığı yaftasını alınlarına yapıştırıp evlerine harikulade biçimde bakıp
temizlik, yemek, misafir işlerinin üstesinden gelip çocuk doğururlar.
İllüstrasyon: Esra Köymen (*) |
Çocukların okuluydu, patronun kaprisiydi, kayınvalidenin baskısıydı,
alışverişti, ev taksitiydi derken yıllar geçer. Yetişkin, orta yaşlı sonra da
bildiğin yaşlı olunur. Hayat imkan verip de yaşlar alınırsa, takvimler hızla
akıp geçer, bir tane dediğimiz hayat, hayallerin kırk yılda bir uğradığı köhne
bir kulübeden farksız yaşanıp biter…
Bu tabloyu karamsar bulanlar çıkabilir, ama manzaranın tamamen dışında
yer aldığını söyleyen çıkmaz sanırım. Bu ülkenin şartları, devletin yerine
getirmediği ödevleri, toplumun gittikçe kendi kültüründen uzaklaşan yobaz ve
tahammülsüz kuralları insanları hayal kurmaktan, hayallerinin peşinde koşmaktan
uzaklaştırıyor ne yazık ki. Bunu yapabilenler elbette var. Ama bu şanslı kitle,
ya hayallerinin masumluğundan, ya tuzlarının kuruluğundan ya da gerçekten üstün
cesaretlerinden dolayı buna ulaşmışlardır.
Bugün karşınıza Alaaddin’in cini çıksa, on saniye içinde neler
isterdiniz? Çocukluğunuzdan beri sizinle yaşayan kaç tane hayali hiç düşünmeden
sıralayabilirsiniz? Hayat ne istediğini bilmeden yaşanacak kadar uzun değil,
bunu hepimiz biliyoruz. Hayal, kategorize edilmeyecek kadar özgür ve kutsal bir
şey bunu da biliyoruz. Bilmediğimiz şey, kendimiz dahil etrafımızda kaç kişi
hayatını hayallerinin peşinde koşarak, durarak ve belki de yakalayarak, hiç
olmadı düşünerek geçiriyor?
Hande Çiğdemoğlu
* Metinde kullanılan illüstrasyonlar Esra Köymen'in çalışmalarıdır. Daha fazla örnek için tıklayınız:
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder