Ayna
Ayna…
Aynalar
ki sessiz anlatır bize
Maziye karışan günlerimizi.
Ahmet Hamdi Tanpınar
Benim
için gelmiş geçmiş en sihirli, en akıl almaz nesnelerden biridir ayna. Levis
Carroll’un Through the Looking Glass /
1871 (Aynanın İçinden) kitabından
Yunan mitolojisindeki Narkissos imgesine, oradan Tarkovsky’nin Mirror / 1975 (Ayna) filmine ve ressam dostum Tarık Sipahi’nin camaltı (Aynaların sırrını kısmi olarak
aşındırıp arka yüzeye yapılan resim) çalışmalarına kadar geniş
sayılabilecek bir yelpazede aynalar
konusu çeşitli zaman dilimlerinde ilgi odağım oldu. Tabi bunların tamamı derin
sayılabilecek fantazyaların ürünüydü ve evdeki yarı dekoratif aynalarımızla da
pek bir ilgileri yoktu. Gündelik kullanımdaki eşyanın sakin ve terbiyeli hali
beni pek tatmin etmediğinden ve iğreti durduğundan olsa gerek, bazı eşyaların
‘öte anlamını ve anlatımını’ da meraklarım arasına uslu uslu kattım. Bunun için
nedenlerim de vardı.
Edebiyatta,
resim sanatında, sinemada, fotoğraf sanatında, şiirde çokça kullanılmış bir
metafor arcıdır ayna. Bu yüzden de meraklısını zorlamaz. Kolayca
başvurabileceğiniz eserler vardır. Yukarıda, girişte bahsettiğim, benim için
başat olanların dışında yüzlerce hatta binlerce anlatıma, metafora
yollanabilirsiniz. Bunların üzerine bir bilgi ya da anlam daha koymaya
çalışsanız binlerce yıllık ‘camdan kule’ sallanır ve sonunda hoop yıkılıverir.
Bu yüzden elimden geldiğince dikkatli yazmaya çalışacağım. Amacım aynanın
camdan kulesini yıkmak değil.
Dedim
ya, aynayla çok ilgiliyimdir. Bunun ilk nedeni yıllar önce, küçük bir çocukken
annemin elimden tutup götürdüğü doktorun kulağıma eğilip ‘ayna var mı
evinizde?’ sorusudur. Ayna vardı evimizde. Hem de iki tane vardı. İlki yatak
odasında, gardırobun koca boy aynası, ikincisi de banyodaki lavabonun üzerinde,
duvara çiviyle iğreti tutturulmuş tuvalet aynası. Başımı sallamıştım. ‘O zaman’
demişti doktor, ‘her gün ayna karşısına geçip kendi kendinle konuşacaksın.’
Annemle göz göze gelip birbirimize bakmıştık. Evimizde kendi kendiyle konuşan
bir anneannemiz vardı zaten ve bu o günlerde herkese fazlasıyla yetiyordu.
Kekemeydim
ve doktor benden bunu yenmem için, yapmam gerekenleri bir yandan burnunu kaşıyarak
tek tek sıralıyordu. Ayna karşısında kendi kendine konuşmak bana en ilginç
gelen şey olmuştu ama bu pratiğin biraz beklemesi gerekiyordu. Çünkü nedense
bunu yapmaya bir sonraki gün başlamamı öneriyordu doktor. Sabahı zor ettim. Ertesi
gün uyanır uyanmaz ilk işim yatak odasındaki büyük boy aynasının karşısına
geçip iki elimi belime dayamak ve kendimi incelemek oldu. Daha önce böyle
ilginç bir deneyim yaşamamıştım. Evdekilerin aynayla ilişkisini pek yakından
takip etmeme rağmen kendimi ilk kez bu kadar yakından inceliyordum. Cılızdım. Fakat
doktorun benden istediği kendimi incelemek değil, kendimle konuşmamdı. Peki,
tamam da ne konuşacaktım kendimle?
Kendi
gözlerimin içine bakarak konuştum. O ilk gün neler konuştuğumu ve ne kadar
konuştuğumu hatırlamıyorum ama epeyce bir süre konuşmuş olmalıyım. Bu pratik
yıllarca sürdü hayatımda. O zamanlar ne Tarkovsky’den, ne Carroll’dan ne de
Narkissos’tan haberim vardı. Dahası, Tarkovsky daha adı geçen filmini bile
çekmemişti. Yıllar içinde aynada kendi kendimle konuşma pratikleri sırasında
ağzımın aldığı değişik ve acayip şekilleri, açılıp kapanışını, dudaklarımın
nasıl büzüştüğünü, gözlerimin hangi seslerde hangi şekle büründüğünü seyrettim
durdum. Doktorun bana yıllar önce vermiş olduğu başı sonu olmayan bu deneysel ödevi
titizlikle yapmaya üşenmeden devam ettim. Giderek el ve kollarımı da seyrettim.
Hangi sesleri çıkarırken hangi ayağımı hareket ettirdiğimi, hangi seslerde
hangi elimi, hangi kolumu nasıl oynattığımı, parmaklarımın hareketlerini
seyrettim. Hem konuştum hem de seyrettim. Bu eğlenceli ödev sürecinde
konuşmanın sadece ağız yoluyla olmadığını da öğrendim. Konuşurken vücudumuzda,
en azından benim vücudumda değişimler de oluyordu. Buna hayret ettiğimde Carroll’un yüz küsür yıl önce yazdığı muhteşem
kitabını da mahalle kütüphanesinde bir çırpıda okumuştum. Gardırobun aynası, Carroll’un anlattığı kadar renkli ve
katmanlı olmasa da iyi bir macera sunmuştu. Fakat benim aynalar arası bağlantıları
ve izdüşümleri sağlıklı bir şekilde kurabilmem için onlarca yılın geçmesi
gerekiyordu.
İlk
aynaların binlerce yıl önce volkanlardan fışkıran lavların soğuduktan sonra parçalara
ayrılması, daha sonra da parlatılması ile elde edilmiş olduğu, Narkissos’un kendi suretini durgun suda
görmesi ve kendine hayran kalması, Carroll’un
yarattığı karakterin aynanın içine girerek fantazyanın sınırlarında
dolaşmasının yanında, benim ayna ile öznel bir ilişki kurmuş olmam da kendimle
ilgili farkındalığımı artırdı diyebilirim. Harfler ve onların sesleriyle ayna
karşısında kurduğum yakın ve eğlenceli ilişki yıllar içinde giderek başka bir
şeye dönüştü. Sadece zorlanmadan çıkarabildiğim sesleri, kelimeleri birbirine
ekleyerek cümleler, metinler oluşturabildiğimi fark ettim. Şu an okumakta
olduğunuz yazı ve daha önce yazdıklarım da bu ‘öznel’ teknikle yazıldı. Kekeme
bir arkadaşınız varsa okutun bakalım ona da uyacak mı? ‘O da zorlanacak mı bakalım’ diye yazmak isterdim ama tekniğe ters.
Kekeletir adamı! Narsist bir kekeme
olduğumdan, daha önce hiç bahsetmemiştim bu konudan. İyi oldu ama, yüzleştim.
Ender
Macun, Şubat 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder