Tatlı Bir Kalp Sızısı, Zeze - Gamze Güven - Sevdalım Hayat
Tatlı Bir Kalp Sızısı, Zeze - Gamze Güven

Tatlı Bir Kalp Sızısı, Zeze - Gamze Güven

Paylaş
Tatlı Bir Kalp Sızısı, Zeze

“Hepimiz büyüktük. Küçük küçük parçalarla, aynı üzüntüden payını alan büyük ve üzgün kişiler.”

Kitabı okuduktan sonra tanımakta çok geç kaldığımı fark ettiğim küçük kahramanlarımdan biri Zeze. Bazı insanları yüreğinizde saklamak ve onları korumak, kollamak istersiniz ya, işte öyle bir his benimkisi. Zeze’nin hikayesini her okuduğumda gözyaşlarıma engel olamayışım ve kitap bittiğinde yüreğimde bir sıkışma hissetmem, insanlığımdan mı, ona acımamdan mı, yoksa gün geçtikçe içimde büyüyen çocuk sevgisinden mi bilmem ama tüm insanlık tanısın istiyorum Zeze’yi. Tanısın ve bir anlık bile olsa hissetsin küçük bir çocuğun kalbindeki acıyı, merhameti ve sevgi ihtiyacını.

Jose Mauro De Vasconcelos’un kendi çocukluğundan kesitlerle anlattığı bir hikaye, Şeker Portakalı. Zeze, yoksul bir ailenin üyesidir. 5 yaşında kendi kendine okumayı öğrenen, her bilginin peşinde merakla koşan, büyüyünce şair olmak isteyen, zeki, naif ve kırılgan bir çocuk. Ama aynı zamanda haşarılıkları ile nam salmış, her gün babasından ve kardeşlerinden dayak yiyen bir yaramaz o. O kadar zengin bir hayal gücü ve hassas bir iç dünyası var ki, sahip olduğu ve olmayı istediği her şeye derin anlamlar yüklüyor. Kendini ait hissetmediği bir aileye sahip olmak ona çok acı veriyor. Yaşadığı yoksulluk onu düşünceli, merhametli, sağduyulu bir çocuk yapıyor.

- Bayan Cecilia, ara sıra bana kremalı börek almam için para veriyorsunuz, değil mi?
- Evet.
- Sizden her gün para alamam.
- Neden?
- Çünkü kahvaltı edecek parası olmayan başka çocuklar da var. Dorotilia benden de yoksul. Bana aldığınız böreği onunla paylaşıyorum. Ara sıra, parayı bana verecek yerde ona verebilirsiniz. Annem, sahip olduğum en az şeyi bile benden yoksul olanlarla bölüşmeyi bana öğrettiğinden, böreğimi onunla paylaşıyorum.

Yeni taşındıkları evin bahçesindeki şeker portakalı fidanı, paylaşmak zorunda olduğu onca şey arasında kendine ait olan tek şey. Onunla dertleşip gölgesinde ağlıyor, dallarına tırmanıp kendisini bir şövalye gibi hissediyor ve film karelerinden kesitlerle hayal dünyasına dalıyor. Şeker Portakalı zamanla hayatındaki tek değerli şey oluveriyor. Ta ki bir gün ihtiyaç duyduğu sevgiyi ona tattıracak olan biricik Portugası ile karşılaşana kadar.

Daha çok anlat, dedim.
- Hoşuna gidiyor mu?
- Çok. Elimden gelse, seninle sekiz yüz elli iki bin kilometre hiç durmadan konuşurdum. 
- Bu kadar yola nasıl benzin yetiştiririz?
- Gider gibi yaparız.

Zeze'nin Portuga ismini verdiği Bay Valadres zengin ve yaşlı bir adam. Zeze ile yolları yine onun yaptığı bir yaramazlık sebebiyle kesişiyor. Başlangıçta Zeze’nin ona duyduğu nefret, Bay Valadres’in ona olan dostça yaklaşımı ile derin bir bağa ve sevgiye dönüşüyor ve bakın içindeki nefretin sevgiye dönüşmesini nasıl ifade ediyor Zeze:

“Seni başka bir biçimde öldürdüm. Yani, seni yüreğimde canlandırarak öldürdüm. Sen sevdiğim tek insansın, Portuga. Tek dostumsun.”

Bay Valadres Zeze’nin o güzel yüreğini fark ediyor ve ona her çocuğun sahip olmayı hak ettiği bir hayat sunuyor. Zeze onunla gerçek sevgiyi keşfediyor ve onu tanıdıkça ailesinden uzaklaşıyor. Sadece Portugası olsun istiyor hayatında:

- Hep senin yanında olmak isterdim, biliyor musun?
- Neden?
- Çünkü dünyanın en iyi insanısın. Senin yanındayken beni kimse azarlamıyor ve gün ışığının yüreğimi mutlulukla doldurduğunu hissediyorum.

Ve bir gün kendisini nedensizce döven babasına duyduğu kırgınlık üzerine onu artık sevmekten vazgeçtiğini böyle anlatıyor bizlere;

- Portuga; öyle kötü dövdü ki. Önemi yok, onu öldüreceğim!
- Ne diyorsun sen, küçük; babanı mı öldüreceksin?
- Evet, yapacağım bunu. Başladım bileÖldürmek, Buck Jones'un tabancasını alıp güm diye patlatmak değil! Hayır. Onu yüreğimde öldüreceğim, artık sevmeyerek. Ve bir gün büsbütün ölecek.’’

Zeze için artık önemli olan iki şey vardı. Biri çok sevdiği, birlikte serüvenlere daldığı şeker portakalı, diğeri ise babası yerine koyduğu Portugası. Ama hayat tam da başladığı yerde bitecekti Zeze için. 5 yaşında acıyı da tadacaktı en gerçek haliyle...

“Acım her türlü açlığın ötesindeydi. Şimdi acının ne olduğunu gerçekten biliyordum. Ayağını bir cam parçasıyla kesmek ve eczanede dikiş attırmak değildi bu. Acı, insanın birlikte ölmesi gereken şeydi. Kollarda, başta en ufak güç bırakmayan, yastıkta kafayı bir yandan öbür yana çevirme cesaretini bile yok eden şeydi.”

İşte bu yüzden “Günün birinde acıyı keşfeden çocuk.” olarak anılacaktı.

Ah Zeze, ne geç tanıdım seni. İnsana kalbinin yerini hatırlatan benim küçük kahramanım. Ne çok ağladım senin hikayeni okurken, ne çok iç çektim bilsen. Düşüncelerindeki inceliği, davranışlarındaki sebepleri, sözlerinin anlamını kavradığımda canım senin yediğin dayaklardan daha mı az yandı sanıyorsun. Ağlamalarım sana üzülmelerimden mi yalnızca? Hayır Zeze… İçimdeki çocuğa dokundun sen, elinden alınan her umut, canını yakan her fiske, ihtiyaç duyup sahip olamadığın o saf sevgi benim de canımı yaktı. Ah Zeze, kalbimde tatlı bir sızı oldun sen! Var mı bir eşin daha bu dünyada? Gelip bulsun beni.

Gamze Güven
  

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder