Yaşar Kemal'e Bakmak
Anadolu’dan doğup, dünyanın dört bir köşesini ışıtan bir güneş. Elbette
bu güneşi daha önce de görmüştüm. Rengini anlamaya çalışmıştım, ışığıyla
uyanmaya, sıcaklığıyla ısınmaya. Ama Zülfü Livaneli’nin kaleminden çıkan
“Gözüyle Kartal Avlayan Yazar, Yaşar Kemal” adlı kitabı okuduğumda anlıyorum
ki, pencerem ne kadar darmış, hatta perdeleri kirli ve kalın. Livaneli'nin
açtığı pencereden güneşe bakmak, renklerini, harelerini, sıcaklığını hissetmek
çok güzel. Sanatla taçlanan bu anlamlı yaşamlara ve dostluğa sevgiyle
dokunuyorum. Yaşar Kemal’e dair içimdeki hayranlık ve minnet gittikçe artıyor.
Livaneli ve Yaşar Kemal’in ömürlük dostluğunun anıları içinde sanatın,
edebiyatın, kültürün, insanlığın, mücadelenin izleri var. İnsan kıskanmadan
edemiyor. Kitabı okurken Basınköy’ deki evde oluyorum bazen. Onlar beni
görmüyor ama bir kenarda oturup, keyifle dinliyorum sohbetlerini, kimi not
alıyorum. Arada kalkıyor, ustanın çalışma odasında gizlice geziniyorum, adı
geçen eserleri oracıkta tekrar okuyorum. An geliyor Stockholm’ün soğuk caddelerinde
dolaşıyorum. Ya da karlı bir orman yolunda Karacaoğlan’ın, Pir Sultan Abdal’ın,
Yunus Emre’nin ayak izlerini takip edercesine yürüyen iki yazarın peşine
takılıyorum. Ellerim cebimde, coşkuyla yükselen türküleri takip ediyorum. İçim
dolup taşıyor. Ya o duruşma salonları? İsyanla, öfkeyle, sesim yükselemediği
için mahcup, bir köşedeyim. Bazen de Yaşar Kemal’ le birlikte sıska elleri
tutuyorum. Ölüm oruçları ve sebepleri insanlığımı dehşete düşürürken, içim
eziliyor. En çok da görkemli salonlarda gururluyum. Yaşar Kemal ödüllerini,
nişanlarını alırken içim içime sığmıyor. Bizim topraklarımızın, bizim
kültürümüzün, bizim ustamızın ödülü bu diyorum.
Bu kitap Livaneli’nin elindeki fener. Kenarından geçtiğimiz kuytuları tekrar
gösteriyor, göremediklerimizi aydınlatıyor. Bir okur ve hayali romancı olmak
olan geç kalmış bir serüvenci için ustanın edebiyat teorisi ile aydınlanmak
mutluluk verici. İnsanlığın evrensel temalarını, gerçeğin tüm çıplaklığını,
olanca çarpıcılığı yazıyor Yaşar Kemal. Aşkı, hasreti, savaşları, ölümü, zulmü,
hırsları, kavgaları yani insana dair her şeyi, illa ki doğanın kucağında
sunuyor bize. Denizi kokluyoruz, dağları görüyoruz, kuşların kanadından inip
çiçekleri deriyoruz. Üzüntü, hayıflanma, acıma gibi duyguları ayrıca tarif
etmiyor yazar, bize bırakıyor ki kendimiz deneyimleyelim. Dramlaştırmayı değil,
insanlığın doğal yolculuğunun gerçekliğini yaşatmayı tercih ediyor. Sonunda saf
trajediyi iliklerimize kadar hissediyor, gözyaşı dökmeden ağlıyor, sesimiz
çıkmadan haykırıyoruz. Yaşar Kemal, duygusallığa bulaştırmadan alabildiğine
duyarlı hikayeler anlatıyor. Ve bizler okurken, zamanla, mekanla, olayla
sınırlanmadan, öylece, aslolan temaya doğru yürüyoruz.
İnsanlığı ve gerçeklerinin, olanca doğallığıyla, yaşanmışlığı ve
yaşanabilirliğiyle yalın ve vurucu bir biçimde anlatmak, bizler için önemli bir
ders. İhtiyacımız olan kaynağı, usta yıllar öncesinden bize taşımış, geleceğin
edebiyatçıları için önemli bir kılavuzluk yapmıştır.
Livaneli de şöyle diyerek bu konuya dikkat çekiyor: “Özellikle
kapitalizmin en azgın aşamasında, mal satmaktan başka bir değer tanımayan
dünyada, insanın temel gerçekleri olan ölüm, hırs, dostluk, düşmanlık gibi
duyguların günde yüzlerce kez vıcık vıcık kullanılarak anlamsızlaştırıldığı,
basmakalıp sözler haline getirildiği bir medya/reklam çağında, has edebiyatın
bu gevezelikten sıyrılması gerekir.” Ustalarımızın
bu sözlerinden anlıyoruz ki, her alanda olduğu gibi edebiyatta da aynılık ve
abartma, en kutsal duyguyu bile özünden uzaklaştırıp sıradanlaştırıyor. Reklam
ve pazarlama stratejilerinin her alanda olduğu gibi edebiyatta da hızını
alamamış bir gücü var. Ama daha güçlü olan şey, insan yüreğine, zihnine ve
ruhuna sadelikle dokunmak. Büyük ustanın yaptığı tam olarak da bu.
Evrensel temaları Anadolu kültürü ve renkleriyle bezeyen bu sanat,
dünyanın çeşitli yerlerine ulaştı, hayranlık uyandırdı. Onca ödül, onca övgü bu
ustalığın alnının teridir. Örneğin koca bir coğrafyayı ve kültürü, onlarca
kahramanı, kavgayı, sevdayı sırtlayıp, yanına yurdumun çiçeğini, kuşunu,
dağını, nehrini alarak “Dünya Kültürleri Akademisi” kurucu üyesi olmak ne kadar
da önemli. Müzisyen, sinemacı, tiyatrocu birçok sanatçının işbirliği yaparak
Yaşar Kemal eserlerini yaşatmak istemesine şaşırmamalı. Livaneli’nin kitabında
bizimle tanıştırdığı, Çukurova yöresine ait bu deyim, olan biteni ne güzel
anlatıyor. “Çanağında balın olsun, arısı Bağdat’ tan gelir.”
Yaşar Kemal’in edebi duruşunun yanı sıra çocuk coşkusu taşıyan, naif
karakterini yakından yaşatıyor bu kitap. Çoğu gülümseten kimi dudak ısırtan
anılarla dolu sayfalar sonlanınca, elimizde koca bir yumak umut kalıyor. “İnsanoğlu
umutsuzluktan umut yaratandır.” diyor ne de olsa Yaşar Kemal. Ve Livaneli de usanmadan
onun “İnsan soyuna ve onun soylu yüreğine duyduğu güveni” anlatıyor bizlere.
Sonra başımı kaldırıp etrafımıza bakıyorum, gazetelere, haberlere.
Ayrışmış, yozlaşmış, yüzleri öfkeye ve hırsa dönük insanlar görüyorum. Hangi
cüretle olduğu akla sığmayan doğa kıyımlarını izliyorum. Ülkenin bilimden ve
sanattan planlı bir biçimde uzaklaştırıldığını, kadim kültürümüzün bize
benzemeyen başka kültürlere dönüştürülmeye çalışıldığını fark ediyorum. Yine
kardeş kardeşe düşman, yine ölüm sudan ucuz, yine fakiriz, yine bile bile
cahiliz. Çocukların bile korunamadığı bir ortamda, öz benliğimize,
özgürlüğümüze, güvenliğimize, sağduyumuza, en önemlisi de umudumuza göz dikildiğini
hissediyorum. Kavgacı olmanın ve tahammülsüzlüğün matahlaştığı, yalan, riya ve
ahlaksızlıkla bezenmiş bir bataklığın içindeyiz sanki. Boğuluyorum. Kaçmak
uzaklaşmak istiyorum. Sonra aklıma Livaneli’nin İsveç dönüşü yurdunda yaşadığı
aidiyet coşkusunu anlattığı şu satırlar geliyor:
“Yabancı ülkede yaşarken şoförün yanında oturan adama benziyordum. O
topluma hiçbir müdahalem olamazdı. Zaten toplum da bana göre düzenlenmemişti.
Umurlarında değildim. Ama burada durum tamamen değişikti. Bu ülkenin sahibiydim.”
Sonra kendime geliyorum tekrar. Yurdunda yaşama özgürlüğüne, bu şansa
sahip yurttaşlar olarak çoğu kez güzellikler yerine bataklıkları gördüğümüz
doğrudur. Ancak içinde yaşadığımız topluma müdahale hakkımız, hatta
sorumluluğumuz var, öyle değil mi? Okuyarak, düşünerek, yazarak, çizerek,
besteleyerek ama asla unutmayarak ve inadına gülümseyerek yaşamalı. Önce Yaşar
Kemal’in giderken elimize tutuşturduğu umudu alıp yürümeli. Sonra da “Üstü kan
köpüklü meşe seli” cesaretimizle olanca hızımızla koşmalı.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder