Boşluğumla Muhabbet - Gülcan Sural - Sevdalım Hayat
Boşluğumla Muhabbet - Gülcan Sural

Boşluğumla Muhabbet - Gülcan Sural

Paylaş


Boşluğumla Muhabbet

“İki kahve”, dedi. “Orta” diye yanıtladı garsonun sorusunu.

Kafamı kaldırıp “Çay içecektik” demeye fırsat bulamadan garsonun uzaklaştığını görünce, gözlerinin içine bakarak güldüm.

Çayı tek şekerli içtiğimi bilirdi ama kahveyi nasıl içtiğimden haberi yoktu ki.

“Söylemeden önce kahveyi nasıl istediğimi keşke sorsaydın.” dedim. Duymadı bile... Belki duymak istemedi, belki de susarak vermek istedi cevabımı.

“Beni neden duymuyor, neden görmezden geliyor?” diye kendi kendime düşünürken kahveler geldi.  

Önüme gelen ne olursa olsun, taştan yumuşak olduktan sonra ses etmezdim. Zehir olsa içer, ağzımı silerken de “Elhamdülillah”, derdim. Bilirdi.

İçim yana yana, iki yudumda içtim. Kahveden çok şekerin tadı kaldı damaklarımda.

“İçim yandı!” dedim. Ters çevirdiğim kahve fincanımdan gözlerini çekmeden, “Gönlün yanmış. Gönlünün dibi tutmuş”, dedi.

Sinirlenmekle sinirlenmemek arası bir duyguyla, “Gönlün de dibi mi tutarmış? Tenceredeki yemek mi bu, dibi tutsun?” dedim. Dudaklarımda alaycı bir tebessüm belirmeye başladı. 

“Zamanında söndürmemişsin ocağı. Yüreğindekiler fazlaca pişmiş, dibine yapışmış. Altını kısmak şöyle dursun, harladıkça harlamışsın. Unutmamışsın üstelik, bile isteye açmışsın.  Sevdan piştiği halde ve hatta yenildiğin halde, devam etmişsin sevmeye. Yeter! Yapma...”

Tebessümü yüzünde yanar mı insanın? Tebessümüm yüzüme bir kezzap gibi yapıştı. Bir an ne diyeceğimi bilemedim. Bir şey demeli miydim, yoksa sonsuza kadar susmalı mıydım, bilemedim.

“Bir yolunu bilir misin yüreğinin altını kısmanın?”, diye sordum. “İnsan nasıl vazgeçebilir ki sevmekten? Tencere mi ki altını kısasın, yanmasın diye de su ekleyesin? Veya bir zaman ayarı var mı? Bir derecesi var mı gönlün?” 

Hiçbir şey söylemedi.

Cevap veremediği için mutlu oldum. Bir süre sustuk. Kaçamak bakış oklarını fırlattı ama yine de ben cevap vermediği için mutluydum. Duymaktan korkar mı insan? Korkuyordum...

Konuyu dağıtmak, ilgiyi başka yöne çekmek için iki çay söyledim. Biri çok açık, diğeri koyu. Cevabını alamadığım sorularıma cevap beklemediğimi o da biliyordu.
Çayımı bitirince suskunluğun ritmini bozmaya çalışarak, usulca konuşmaya başladım. Ona değil, boşluğa bakarak başladım anlatmaya:

“Onun bütün özlemlerini biliyorum. İçimde bir yerlerde... Hissediyorum. Duymak istediği ne varsa, onun duymak istediğini bilmeden söylüyorum. Hem de ona söylüyorum. Duymuyor.

Kuytuda kalmış bir tohum gibiyim mesela, tek damlasına filizleniyorum. Çiçekler açıyorum, renk renk.

Yüreğinin çatısı akıyor mesela. Ben yüreğimi kova kova bölüp bütün damlalarını topluyorum.

Bilmiyor. Yüreğinde gezindiğimin farkında bile değil. Onun kalbine değemiyorum. Kalbinin içindeyim, biliyorum ama dokunamıyorum ona.

Kalp verem olur mu? İçinden söküp atmaya çalıştığı öksürükteki kan gibiyim. Bunu bilerek yaşamaya alışmaya çalışmıyorum. Alışmak, ölüm...”

Elindeki çay bardağını iyice kavradı. Soğumuş çayından bir yudum bile  almadan masaya tekrar bıraktı. “Dinliyorum, devam et” , demekti bu.

Yüreğimin penceresini sonuna kadar açmıştım. En zoru da kendine bile anlatamadığını, bir boşluğa  anlatmak. Anlatırken verilecek örneklerin en yakışanını bulmaktı.

“Bir salıncağın içinde, boşluğa doğru salınıp duruyor sözlerim. Sahibine değmek şöyle dursun, teğet bile geçmiyor. Öylece sallanıyor... Ona söylüyorum, biliyor ama duymuyor.”

Kalbini yalnızca bazı seslere açıyordu insan. Ben farklıydım sanki... Beni duymayanı suçlamak saçmalıktı sadece.

Düşüncelerim yine tıkamıştı damarlarımı. Düşüncelerin tıkandığı yerde hep en başa dönüyor insan. Nasıl dönebiliyor tekrar tekrar en başa? Nasıl sıkılmadan geçiyor aynı yollar? Neden pes etmiyor? O gücü nereden buluyor?

Hiçbir zaman geleceğine inanmak aptallığına kapılmamıştım. Öyle ki gerçek olmasını isterim korkusuyla hayallerimin kapısını bile kapatmıştım ona. Hayallerin kapısı yokmuş meğer.

İmkansıza “hele sen şöyle geride dur,” diyemiyormuş insan. Ki ben hayallerin dilinden konuşmayı unutalı çok zaman olmuştu. Dil nankördür derler ya, hayaller de bir dil işte. Kullanmaya kullanmaya bir süre sonra gönlü dönmüyor insanın. Hayallerini yitirenin içi de dilsizleşiyor sanki… Hayalleri susunca içi lal  oluyor insanın.

Kanayan gözlerimin içine içine bakıyor, her halimden anlamaya çalışıyordu beni. Bir an anlamasını istemediğimi fark ettim. İnsanın tesellisi anlaşılamamak çünkü. 
Gözleri görmeyen birinin sana karanlığı anlatması gibi...

Soğumuş çayından ilk ve son yudumunu aldıktan sonra “Alışmalısın.” dedi. “Hatta küsmelisin ona”.

“Neden?”, diye sormaktan başka bir çarem yoktu. Çaresizlik içten içe çürütmüştü yüreğimi.

“Alışmazsan beklersin. Yanlış beklenti yaratmak, babası ölmüş bir çocuğa, “Baban ölmedi, gelecek.” demekle aynıdır. Dışardan bakıldığında iyilikle yapılmış bir hareket olsa da, sonuçta o çocuğa zarar vermekten başka bir şeye yaramaz. Ömrü boyunca gelmeyecek birini, yarın gelecek gibi bekler.

Bir kaç saniye şaşkınlıkla sustum. Sonra “Eyvallah”, dedim. Yanık bir tebessümle. Duvardaki takvime ilişti gözlerim. 14 Şubat... Sevgilinin günü olmaz! Adı olur, kokusu olur, bakışı olur, omzuna başını koyduğun huzuru olur ama günü olmaz.

Gülcan Sural



Hiç yorum yok:

Yorum Gönder