Boşluğumla Muhabbet
“İki kahve”, dedi.
“Orta” diye yanıtladı garsonun sorusunu.
Kafamı kaldırıp
“Çay içecektik” demeye fırsat bulamadan garsonun uzaklaştığını görünce,
gözlerinin içine bakarak güldüm.
Çayı tek şekerli
içtiğimi bilirdi ama kahveyi nasıl içtiğimden haberi yoktu ki.
“Söylemeden önce
kahveyi nasıl istediğimi keşke sorsaydın.” dedim. Duymadı bile... Belki duymak
istemedi, belki de susarak vermek istedi cevabımı.
“Beni neden
duymuyor, neden görmezden geliyor?” diye kendi kendime düşünürken kahveler
geldi.
Önüme gelen ne
olursa olsun, taştan yumuşak olduktan sonra ses etmezdim. Zehir olsa içer,
ağzımı silerken de “Elhamdülillah”, derdim. Bilirdi.
İçim yana yana,
iki yudumda içtim. Kahveden çok şekerin tadı kaldı damaklarımda.
“İçim yandı!” dedim.
Ters çevirdiğim kahve fincanımdan gözlerini çekmeden, “Gönlün yanmış. Gönlünün
dibi tutmuş”, dedi.
Sinirlenmekle
sinirlenmemek arası bir duyguyla, “Gönlün de dibi mi tutarmış? Tenceredeki
yemek mi bu, dibi tutsun?” dedim. Dudaklarımda alaycı bir tebessüm belirmeye
başladı.
“Zamanında
söndürmemişsin ocağı. Yüreğindekiler fazlaca pişmiş, dibine yapışmış. Altını
kısmak şöyle dursun, harladıkça harlamışsın. Unutmamışsın üstelik, bile isteye
açmışsın. Sevdan piştiği halde ve hatta yenildiğin halde, devam
etmişsin sevmeye. Yeter! Yapma...”
Tebessümü yüzünde
yanar mı insanın? Tebessümüm yüzüme bir kezzap gibi yapıştı. Bir an ne
diyeceğimi bilemedim. Bir şey demeli miydim, yoksa sonsuza kadar susmalı
mıydım, bilemedim.
“Bir yolunu bilir
misin yüreğinin altını kısmanın?”, diye sordum. “İnsan nasıl vazgeçebilir
ki sevmekten? Tencere mi ki altını kısasın, yanmasın diye
de su ekleyesin? Veya bir zaman ayarı var mı? Bir derecesi var mı gönlün?”
Hiçbir şey
söylemedi.
Cevap veremediği
için mutlu oldum. Bir süre sustuk. Kaçamak bakış oklarını fırlattı ama yine de
ben cevap vermediği için mutluydum. Duymaktan korkar
mı insan? Korkuyordum...
Konuyu dağıtmak,
ilgiyi başka yöne çekmek için iki çay söyledim. Biri çok açık, diğeri koyu.
Cevabını alamadığım sorularıma cevap beklemediğimi o da biliyordu.
Çayımı bitirince
suskunluğun ritmini bozmaya çalışarak, usulca konuşmaya başladım. Ona değil,
boşluğa bakarak başladım anlatmaya:
“Onun bütün
özlemlerini biliyorum. İçimde bir yerlerde... Hissediyorum. Duymak istediği ne
varsa, onun duymak istediğini bilmeden söylüyorum. Hem de ona söylüyorum.
Duymuyor.
Kuytuda kalmış bir
tohum gibiyim mesela, tek damlasına filizleniyorum. Çiçekler açıyorum, renk
renk.
Yüreğinin çatısı
akıyor mesela. Ben yüreğimi kova kova bölüp bütün damlalarını topluyorum.
Bilmiyor.
Yüreğinde gezindiğimin farkında bile değil. Onun kalbine değemiyorum. Kalbinin
içindeyim, biliyorum ama dokunamıyorum ona.
Kalp verem olur
mu? İçinden söküp atmaya çalıştığı öksürükteki kan gibiyim. Bunu bilerek
yaşamaya alışmaya çalışmıyorum. Alışmak, ölüm...”
Elindeki çay
bardağını iyice kavradı. Soğumuş çayından bir yudum bile almadan masaya
tekrar bıraktı. “Dinliyorum, devam et” , demekti bu.
Yüreğimin
penceresini sonuna kadar açmıştım. En zoru da kendine bile anlatamadığını, bir
boşluğa anlatmak. Anlatırken verilecek örneklerin en yakışanını bulmaktı.
“Bir salıncağın
içinde, boşluğa doğru salınıp duruyor sözlerim. Sahibine değmek şöyle dursun,
teğet bile geçmiyor. Öylece sallanıyor... Ona söylüyorum, biliyor ama
duymuyor.”
Kalbini yalnızca
bazı seslere açıyordu insan. Ben farklıydım sanki... Beni duymayanı suçlamak
saçmalıktı sadece.
Düşüncelerim yine
tıkamıştı damarlarımı. Düşüncelerin tıkandığı yerde hep en başa dönüyor insan. Nasıl
dönebiliyor tekrar tekrar en başa? Nasıl sıkılmadan geçiyor aynı yollar? Neden
pes etmiyor? O gücü nereden buluyor?
Hiçbir zaman
geleceğine inanmak aptallığına kapılmamıştım. Öyle ki gerçek olmasını isterim
korkusuyla hayallerimin kapısını bile kapatmıştım ona. Hayallerin kapısı yokmuş meğer.
İmkansıza “hele
sen şöyle geride dur,” diyemiyormuş insan. Ki ben hayallerin dilinden konuşmayı
unutalı çok zaman olmuştu. Dil nankördür derler ya, hayaller de bir dil işte.
Kullanmaya kullanmaya bir süre sonra gönlü dönmüyor insanın. Hayallerini
yitirenin içi de dilsizleşiyor sanki… Hayalleri susunca içi lal oluyor
insanın.
Kanayan gözlerimin
içine içine bakıyor, her halimden anlamaya çalışıyordu beni. Bir an anlamasını
istemediğimi fark ettim. İnsanın tesellisi anlaşılamamak çünkü.
Gözleri görmeyen
birinin sana karanlığı anlatması gibi...
Soğumuş çayından
ilk ve son yudumunu aldıktan sonra “Alışmalısın.” dedi. “Hatta küsmelisin ona”.
“Neden?”, diye
sormaktan başka bir çarem yoktu. Çaresizlik içten içe çürütmüştü yüreğimi.
“Alışmazsan beklersin.
Yanlış beklenti yaratmak, babası ölmüş bir çocuğa, “Baban ölmedi, gelecek.”
demekle aynıdır. Dışardan bakıldığında iyilikle yapılmış bir hareket olsa da,
sonuçta o çocuğa zarar vermekten başka bir şeye yaramaz. Ömrü boyunca
gelmeyecek birini, yarın gelecek gibi bekler.
Bir kaç saniye
şaşkınlıkla sustum. Sonra “Eyvallah”, dedim. Yanık bir tebessümle. Duvardaki
takvime ilişti gözlerim. 14 Şubat... Sevgilinin günü olmaz! Adı olur, kokusu
olur, bakışı olur, omzuna başını koyduğun huzuru olur ama günü olmaz.
Gülcan Sural
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder