Savaşsever Cephesinde Yeni Bir Şey
Yok
Paul bacağından vurulan
arkadaşını sırtına alıyor. Onu acele revire ulaştırmalı.
Cephede yürümek zaten
zor, bir de böyle sırtında ağır bir yük taşımak Paul’ü nefes nefese bırakıyor.
Bazen çok yakınından geçen bir merminin ıslık sesini duyuyor. Eh, bu sesleri
duyduğuna göre, demek ki hâlâ yaşıyor.
Kat’ın yarası ölümcül
değil ama belli de olmaz, çok kan kaybediyor.
Gerçi arkadaşı yaşasa
da Paul kendini yalnız hissedecek. Çünkü Kat’ı oraya bırakıp tekrar cepheye döneceğine
göre, artık birlikte geldiği arkadaşlarından hiçbiri yanında bulunmayacak.
Diğerleri öldü.
Çok yoruluyor... Önceki
yürüyüşlerinde bu kadar yorulmamıştı. Hiçbir şey düşünmeden yürümek, yorgunluğa
karşı da bir direnç sağlıyor olsa gerek.
Bu arada, Paul’un da
savaştığı cephedeki yetkililer kamuoyuna o günle ilgili bilgi veriyorlar: “Batı
cephesinde kayda değer bir şey yok.”
Hastabakıcıya teslim
ederken, arkadaşının kafasının parçalanmış olduğunu görüyor. Yaşamıyor. Demek
sırtında taşırken bir mermi daha isabet etmiş. Yolunu şaşırmış küçük bir mermi.
Önemsiz bir parça.
***
Savaş! Devletlerin
birbiriyle silahlı mücadelesi!
Devletler arasında hep
bir rekabet, bir “pazardan pay kapma” yarışı var. Savaşmadan da bu işi görüşmeler,
pazarlıklar, gizli ve açık tehditler gibi onlarca yöntemle sürdürüyorlar. Diplomasi
yetersiz kalınca veya öyle tercih edilince savaş yöntemine başvuruluyor.
Elbette bağımsızlık
savaşları, ulusal kurtuluş mücadeleleri, özgürlük uğruna halk hareketleri de
var. Ama “savaş” deyince ilk akla gelen, kuşkusuz, yöneticilerin çeşitli
kılıflarla çıkardıkları “paylaşım savaşı” oluyor. Farklı devletlere dağılmış
egemenler arasındaki rekabet.
İşin içinde silah
satışlarını artırmak gibi kaba hesaplar da olabilir, halkın devlete ve iktidara
bağlılığını güçlendirmek için somut bir düşmanın varlığını faydalı gören iç
politikalar da. Ama temel nedenin “barış” günlerinde de asıl belirleyici olan
“paylaşım mücadelesi” olduğu kesin. Kaynakların kullanılmasına ve maddi
değerlerin paylaşılmasına yönelik zaten sürüp giden rekabette devletlerin
silahlı güçlerini devreye sokması.
Yani “barış” günlerinde
devlet kim için ve kimler tarafından yönetiliyorsa, savaş da aynı iradenin
kararı olarak çıkıyor.
Halklar ise, “aynı
gemide yaşıyoruz” kandırmacasıyla, kendi zararlarına ve sadece az sayıda
zengine faydalı olacak politikaları onaylar hale getiriliyor. Veya işin bu yönü
gözden uzak kalacak şekilde sahte politik tartışmalarla oyalanıyor. İnsanların
nasıl giyineceği, kimin hangi kökenden geldiği gibi konuları tartışan siyasi
starları izleyerek politikayla ilgilendiklerini sanıyorlar.
Sistem kendi
muhalefetini bu şekilde yaratıyor. Siyasi starların tartışmalarında, hükümetten
farklı görüşü savunanlar muhalif kabul ediliyor. Oysa aynı tartışmanın içinde
yer almak, politik mücadelenin çarpıtılmasını desteklemekten başka bir işe
yaramıyor.
Dolayısıyla,
kaynakların kullanımı, üretimin yönetilmesi ve değerlerin paylaşımı esasına
dayanmayan bir muhalefet, aslında iktidarın sürdürülmesini onaylamış oluyor.
***
Savaş kararını
verenlerle cephede savaşanlar arasındaki ayrım, birçok edebiyat yapıtının
teması olarak ele alındı. Bu temel çelişkiyi somutlaştıran hikayelerle savaş
karşıtı bir külliyat oluştu.
Alanın en önemli yapıtlarından
biri, kuşkusuz, “Batı Cephesinde Yeni Bir şey Yok”. 1929’da yayımlanan Remarque’ın
bu romanında, anlatıcı Paul’u dinliyormuşsunuz duygusuna kapılıyorsunuz. Onca kargaşanın,
bombaların, patlamaların, mermi ıslıklarının, bağrışmaların arasında, inanılmaz
derecede sakin bir ses bu.
Remarque, savaş yanlısı
söyleme karşı böyle bir anlatım geliştirmiş. Halkı savaşa inandıran, insanları
savaşa gönderen iradenin romantik diline karşı, adeta duygusuz bir dil
yaratmış.
Bu nedenle, şimdiki
zaman kipinde konuşan Paul’un anlattıkları, içeriğine ek olarak, bu şekilde
anlatmasıyla da bir direniş niteliği kazanıyor. Milliyetçilikle, dincilikle,
çeşitli kutsal değerlerle insanlara seslenen, duygu ve coşkunun etkisiyle
onların davranışlarını yönlendiren iradeye, anlatımıyla karşı duran bir roman
bu.
Aslında roman tekniği
açısından kusur kabul edilebilecek bir yönü var kitabın: Baştan sona gelişerek
ilerleyen ve bu yolla sürükleyiciliği sağlayan bir hikaye anlatılmıyor. Çok
canlı betimlemelerle savaş alanında hissediyorsunuz kendinizi. Patlamaları
duyuyor, yerde oluşan çukurları görüyor, vurulan insanların acısını hissediyorsunuz.
Diyaloglar, karakterler, yaşanan olaylar aracılığıyla yazarın evrensel
düşüncelerini algılıyorsunuz. Fakat gelişen bir hikayenin sürükleyiciliği
açısından anlatının o kadar güçlü olmaması, daha romanın ortasına geldiğinizde,
“Anlatılanı anladım” duygusunun oluşmasına neden oluyor.
Yine de bu romanın,
dünya edebiyatında olduğu gibi, okurluk hayatınızda da silinmez bir yer
edineceği kesin.
Sadece içindeki
kahramanların başlarından geçen olaylar olarak okumuyorsunuz çünkü. Hele
geçmişte kalmış Birinci Dünya Savaşı ile ilgili bir konu olarak hiç görmüyorsunuz.
Tıpkı anlatımdaki şimdiki zaman kipi gibi, bu dönemde de geçerli sözler olarak
algılıyorsunuz. Henüz temel bir değişikliğin gerçekleşmediği aynı hayatın
hikayesi.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder