Gündelik Hayatın Suskun Nesnesi
Efendimiz eşya
Sabahı şerifleriniz hayırlı olsun
Yasemin’e
Gitti vazonun yanında durdu. İçindeki yarı canlı sümbülleri okşadı.
Konuştu onlarla. ‘Çiçekler de benimle konuşur’ dedi. Sözcükleri üzerime üzerime
üfledi. ‘Bunlar saksı çiçeği değil ama’ dedim. ‘Olsun’ dedi, ‘bunlar da
konuşur. Çiçek değil mi, hepsi konuşur.’ Vazoyu da okşadı. Sonra gitti tek tek
bütün eşyanın tozunu aldı. Hem konuştu hem tozunu aldı. Bezini yıkadı, sıktı,
yine geldi. Bütün gün hem eşyalarla, hem de benimle konuştu durdu. Resimleri
düzeltti, terliklerin altına mıhlanmış kurabiye kırıntılarını temizledi, tabağı
çanağı da. Sonra oturdu, eşyalarla beraber radyo dinlediler. Sustular.
Gece, ister istemez yatağa girip de uykunun izbe kuyusuna inmeye
başladığınızda yanınızdan yörenizden, arka odalardan, mutfaktan, yan daireden
mesela, oradan buradan sesler de akın etmeye başlar. Öyle olmuyor mu? En
azından bende böyle oluyor diyeyim. Gel gör ki, bu ‘ötesesler’ insanların uyku
öncesi seslerinden farklıdır. Uzunca bir süre bu garip sesler ve uyku arasında
gidip gelirim. Canımı sıkarlar. Buzdolabı sıtmaya tutulmuş gibi zangır zangır
titrer, az önce kapatılmış yorgun televizyonun içinden bir yerlerden hışırtılar
gelir, yatak odasını tavaf edip gider. Çok kalmaz. İyi misafirdir kendisi. Tanış
olduğum bu seslerin bu bildik şeylere, eşyalara ait olduğunu da bilirim. Rahatlarım.
Etrafımdaki eşyaların bir kısmı gecenin sessizliğinde daha bir cömert ve
korkusuzca, belki birbirleriyle, konuşup dururlar. Karı koca gibi atışırlar.
Ben bir şey demem. Karışmam onlara. Ne karışacağım. Onların bir bakıma canlı
olduklarını bilirim ama. Can ne demekse.
Bir de sesi soluğu çıkmayan eşyalar vardır. Evde, uzun süredir
kullanılmayan minik küllük konuşmaz hiç, ya da alengirli vazo da konuşmaz
mesela. Ben duymadım öyle bir şey. Konuşsalar duyarım. Kulaklarım antrenmanlı
böyle şeylere. Oysa çalışma odasındaki kitaplardan da ha bire sesler duyarım.
Binlerce sayfa ince, kalın, eski, yeni, sarı, beyaz kağıt kendi aralarında mır
mır mır bir şeyler söyler durur. Ne konuşurlar, ne derler birbirlerine, bilmem.
Pek üstünde durmam. Ama duyarım. Kalemlikteki kalemlerin topu konuşur. Yayı
bozulanlar, mekanizması arızalananlar, mürekkebi bitmişler, ucu kütleşmişler… Kendi
hallerine bırakırım onları da. Ne halleri varsa görsünler diye. Fotoğraf
makinaları başka bir âlemdir. Kendi komünlerinde kaynatıp dururlar. Başka
eşyalarla dalaşmazlar.
Dedim ya, sesi soluğu çıkmayan eşyalar, şeyler de var. Bunlar pek bir
garip ve ayrıca kederli gelir bana. Üzülürüm hallerine. Gündelik hayatta pek
yüzüne bakmadığımız, vakit ayırmadığımız şeylerdir onlar. Sadece birkaç haftada
bir üstünkörü tozu alınanlar, bazen, sıkıntıdan, öylesine yeri değiştirilenler,
içine bir şey konulup içindekilerle birlikte bir çekmece köşesinde unutulanlar.
Biblolar, aynalar, tablolar, hediye gelmiş, öyle kalmış şeyler, telli dosyalar,
içindeki şeyler, imitasyon takılar, bir türlü çalışmayan ayaklı lambalar, modası
geçmiş misafir terlikleri, güzel parfüm şişeleri, kaldırılmış eşyalar,
kullanılmayan, küçülmüş, içi geçmiş, kıyılamayan giysiler… Bence bunlar eskiden
konuşurlarmış, sonra birden dilsiz olmuşlar. Buna inanırım. Bir biblo vardır
mesela, seramikten mavi bir ayakkabı, rafta durur öyle. Yıllarca durur. Gıkı
çıkmaz. Bizde diyorum yani, sizi tenzih ederim. Durur. Konuşmaz. Dilsizdir.
Gündelik hayatın suskun nesneleridir onlar. Artık pek yüz vermediğimiz şeyler. Eski ya da
yeni olmaları fark etmez. İlişki kurmayız onlarla. Belki biraz dargınlık da vardır
aramızda. Fare dağa küsmüş, dağın haberi yok misali. Tam da öyle yani. Atmayız
da ama. Atsak, atabilsek, zaten ‘geçerken
topladıklarımız’ başlığında yazdığım o güzel yazının konusu olurlardı.
Olamadılar. Kaldılar, öyle beklediler. Uzunca bir süredir etrafımızdaki bu
garip nesnelerle aramızda belli bir mesafe var sanki. Öyle değil mi? Kaybolsalar
farkına bile varmayız. Eve gelen bir konuk mesela tuvalete girse, orada o rafta
o güzel taş parçasını görüp cebe indirse, farkına bile varmayacağız yani. Oysa
sadık eşyalardır onlar. Elimizin altındadırlar. Suskunlar derim onlara. Bu
suskunları da çaresizce dinlerim ben. Bir gün biri dillenecek de bir şey
diyecek diye arada bir dinlerim. İyi oluyor. Arada bir ilgilenmek gerek.
Sevmeli insan birlikte yaşadığı, aynı evi paylaştığı eşyayı, şeyi. Kullanmasa
da sevmeli.
‘Sen neden sustun, sus pus oldun bakayım’ dedi mermer sehpaya. Ne dedi
ne? Okşadı. Güldüm. ‘Sehpayla konuşuyorsun, farkında mısın’ dedim. ‘Ne yapayım’
dedi, ‘konuşmayayım mı? Sus pus mu olayım ben de onun gibi?’
Van Gogh, odasındaki üç beş eşyayla
konuşuyordu, eminim. Anneannem ha bire eşyayla konuşuyordu, Oğuz Atay’ın girdaptaki karakteri de… Tezer Özlü eşyayı arkadaş bellemişti.
Şairlerin hepsi. Öyle. Birkaç kez konuşayım dedim, beceremedim. Oysa bu işin
ehlileri var. Mutlaka var. Ben dinlemeye eğilimliyim. Bir ses gelecek diye. Bir
merhaba, bir hatır sorma. Ne bileyim, öyle işte. Çarşamba bugün. Gece. Siz
nasılsınız? Eşya ne âlemde?
Ender Macun, Şubat 2018
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder