Beyrut’tan Hayata
Ece Temelkuran, hayatın
içinden konulara yaklaşımındaki duyarlığıyla tanıdığımız bir yazar. Bu sağır
medyanın içinde, tepki gösterme yeteneği körelmeden kalabilen çok az kişiden
biri. Ağrı’nın Derinliği, Biz Burada Devrim Yapıyoruz Sinyorita, Oğlum Kızım
Devletim gibi araştırma, gezi, düşünce kitaplarında bile edebiyat tadı
yaratabilmiş bir kalem.
Ve ilk romanı Muz
Sesleri ile tam kendisinden bekleneceği gibi, sağlam bir düşünce temeli
üzerinde duran ama tehlikeli sulara dalan bir romancı olarak ortaya çıkıyor.
Savaşın ortasındaki bir babanın, güvenli bir memlekete gönderdiği kızına
yazdığı mektuplardaki derin düşünceler, romanın işlediği konuyu da aşan,
hayatla birçok koldan bağlantı kuran sözler olarak yüreklere işliyor.
Sadece, kadınlar konulu
sözler biraz fazla genelleme gibi duruyor romanda. Bu konuda üç beş laf edip
ortalıkta “kadın uzmanı” olarak dolaşan “edebiyatçılar” var tabii. Ama dünya
nüfusunun yarısı hakkında bu kadar havalı sözler etmek, asıl işlerinden biri
karakter yaratmak olan romancılara pek yakışmıyor. Karakter yaratmak; romanda
bir kurgu kahramanı, hayattaki bir insan tipine karşılık gelen özellikleriyle
ve kendine özgü yönleriyle, kişiselliğiyle birlikte yaşatmak…
Muz Sesleri, hayata
dair düşüncelerle ilerledikçe, bu düşüncelerin bazı yerlerde fazla doğrudan
ifade edilmesi de, yazınsal açıdan küçük pürüzlere neden oluyor. Örneğin, “her
şeyi hep birlikte bir yumak haline getirip sonra da çıkış yolu aramak Doğulu
bir düşünme biçimidir” gibi birçok tespit, birçok düşünce dile getirildikçe, okurda
roman formuna yabancı bir duygu birikmeye başlıyor.
Romancıdan böyle
düşünceler dile getirmesinden çok, bunların hikayesini anlatması bekleniyor
çünkü. Victor Hugo’nun, “bana yağmuru anlatma, yağdır” öğüdündeki gibi, olayların
gelişimiyle, kahramanların davranışlarıyla…
Ama söyleyecek sözü çok
olduğu için, bilerek roman yapısını biraz zorlayan ve bunu çoğunlukla yakıştıran
romancıları, okur elbette hoşgörüyor.
Bazen deneme türüne kayan
az sayıdaki yer dışında, Muz Sesleri’nde birçok bölüm, tam orada ve o şekilde
anlatıldığı için, adeta kanatlanıyor. Birkaç kurgusal kahramanın bir bölgede
başlarından geçen olaylar olmayı aşarak, bütün insanları ilgilendiren ve tüm
zamanlarda geçerli olacak hikayelere dönüşüyor. İçerik, biçim ve dil
bütünleşerek estetik bir değer ortaya çıkıyor.
Örneğin, Hadi Bey’in
unutuşları, zihninin bulanıklaşıp zaman algısının karmakarışık hale
gelmesi, Doğu’nun belleksizliğinin bir
alegorisi gibi de okunabiliyor.
Gerek anlatılan
hikayeler aracılığıyla oluşturulan alegorilerde, gerekse çeşitli vesilelerle
dile getirilen düşüncelerde, romanda, “hiç kimse olarak varolmak” konusu öne
çıkıyor. Bir eylemde alçak sesle bağırdığınızda kendi sesinizi daha çok
duymanız, diğerleri kadar bağırdığınızda sesinizin o büyük ses içinde
kaybolması ve ancak böylece daha çok varolmanız gibi… Doğu’nun büyük şairi
Hayyam’ın dizelerini hatırlıyorsunuz bunları okurken:
Şarap iç, bak sarhoş
olmak ne hoş
Sevdiğin yanındaysa,
sarılmak ne hoş.
Madem sonu yokluk bu
dünyanın,
Yok say kendini, bak
varolmak ne hoş.
Böyle düşünerek,
hatırlayarak, hatta bazen katkılar yaparak okuyup ilerliyorsunuz. Yarıyı
geçiyorsunuz ve ikinci bölüme geliyorsunuz. Bir de bakıyorsunuz, bütün o
kahramanlar, oraya kadar okuduklarınız, hepsi, Paris’teki bir yazarın yazmaya
hazırlandığı kitaptanmış…
Muz Sesleri,
birdenbire, üzerine düşen hayat ışığını rengârenk yansıtmayı azaltıp, bir
kısmını kendi içine yönlendiriyor. Oysa “edebiyata dair” değil, “hayata dair”
sözler-hikayeler okunanın tadı sarmıştı sizi o sayfaya kadar.
Ne gerek vardı, diye
düşünüyorsunuz. Bu edebiyat oyununa ne gerek vardı? Romandaki temanın, temaların
işlenmesine katkısı ne? İçeriğe biçim vermek açısından işlevi ne? Hayata dair
sözü olan ve o türde anlatacak hikayeleri olan bir yazar, neden buna tenezzül
eder?
Belki de Temelkuran,
ilk kez roman yazıyor olmanın heyecanıyla, kurgu üzerine düşünmeye biraz fazla
ağırlık vermiştir. Bu da biraz “fazla güzel yazmak” sonucuna neden olmuştur.
Okumaya devam
ediyorsunuz elbette. Ve bitirdikten sonra arka kapağına bakarken, kalplerin
yağmalandığı yerdeki, Beyrut’taki hikayelerden yüzünüze hayatın ışığının
yansıdığını hissediyorsunuz. İyi ki yazılmış, diye düşünüyorsunuz. Bu
nitelikteki, bu güzellikteki bir kitabın, memleketteki çoksatanlar arasına girmiş
olmasından memnun oluyorsunuz.
Medyadaki ecenizin
romancılığa devam edeceğine inanıyorsunuz. Böyle güzel romanlara… Belki
sıradaki roman, birazcık daha duru olur diye umuyorsunuz.
Sanat Cephesi – 37,
Şubat 2010
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder