Aşkın Hoyrat Yüzü
Aşk insanın başına
gelebilecek en güzel şey sanılır ya. Belki de büyük bir ceza, kaldırılması zor
bir yük, kim bilir bozulması zor bir lanettir. Gerçek aşktan bahsediyorum ama. Öyle müşfik,
sevdiğinin mutluluğunun yettiği, uysal sevgi yağmurundan değil, tutkulu olanından.
Kırıcı-dökücü, bencil, gözü kara aşktan. Aşk ki bin bir rengi olan bir çiçek.
Rengini, kokusunu tanımlayan çok çıkar. Ahkâma en müsait insan duygusu belki
de. O halde ben de, bu lügatteki “gerçek aşk”tan bahsedeyim.
Öylesine kuvvetli, öyle deli
gücü olan bir duygu ki, insanı benliğinden koparıp kendine doğru çeker. Yapmam
deneni yaptırır, emin olduklarından caydırır. Aşka düştüğünde, bir süre sonra
sen, sen değilsindir artık. Âşık olduğun şey ise karşındaki fani değil aşkın ta
kendisidir. Delice mutlu olursun sevdiğinin yanında, o ana kadar yaşadığın
hiçbir duygunun tanımı buna uymaz. Nefesi huzurun olur, teni vazgeçilmezin.
Başka sözler gereksiz gelir, başka sesler çirkin. Daha çok sevmek istersin. Ve
de sevilmek. Hiç yetmez. Arsız bir canavarın doymak bilmeyen iştahıdır çünkü
aşk.
Hayattaki diğer şeylerin
anlamı azalırken, karşındaki fani ile yaşadıklarınınki artar. Böylece yoksunluk başlar. Görmediğin,
duymadığın, dokunmadığın zaman, özlersin. Bu özlem ki her şeyden vazgeçirecek
kadar güçlü, her şeyi yaptıracak kadar davetkârdır.
Ve zaman acımasızca ilerler.
Aşk eskir, normal, hatta şanslı olanlar için. Suyun diğer tarafında kalmış
şanssızlar için ıstırap başlamıştır. Çünkü onlarda aşk eskimez, dönüşmez. İlk
günkü kadar ve ilk günkü gibi taze ve iştah açıcıdır. Oysa karşısındaki, suyun
diğer tarafında, diğer normaller gibi yaşamaya devam etmektedir. Onun aşkı
sevgiye, dostluğa, alışkanlığa, şefkate ya da adı her neyse “aşk” olmayan o
şeye dönüşmüştür bile. İşte aşkın en can acıtıcı, en gaddar, en kalleş hali de
budur. Duygularına karşılık aramak zorunda kalmak gerçek aşığı deliye döndürür.
Bu öfke onu âşıklıktan, yarenlikten, insanlıktan çıkarır. Aslında içinde hep
var olan canavarı uyandırır. Bu canavar ise merhamet namına bir şey bırakmadan,
ortada kalan yumuşak ve parlak her ne varsa silip süpürür. Mantık ve sağduyuyu
da elbette. Karşısındakini canından bezdirir, sevdiğine, seçtiğine pişman
ettirir.
Bütün bunlar hep o zalim
aşkın işidir. Öfkeyle ve zalimce hoyratlaşırken bile durulmak için o omuza
yaslanmayı düşlersin. Karşı taraftaki şaşkındır. Normaldir çünkü. Normal
sevmiş, normal özlemiş, normal hiddetlenmiştir. Normal olarak da şimdi şaşkın,
üzgün ve kırgındır. “Sana âşık olduğum için” bahanesiyle hırpalanmayı
hazmedemez. “Tutkuyla sevilmenin bedeli böylesine ağır olmamalı” diye düşünür.
Gerçi âşık olunan da, tutkun
olunan da karşındaki değildir artık. Sen aşka hapsolmuş bir esirsindir. Artık
bilirsin ki aşkın başrolde oynadığı, adını “saf mutluluk” diye anımsadığın film
asla bir daha oynamayacaktır perdede. Sen uyumlaştırmayı bilmeyen, dönüşmeyi beceremeyen,
her daim kırılmaya ve de kırmaya, mutsuz olup, mutsuz etmeye mahkûm, aşktan
yana kısa çöpü çekmiş şanssız bir fanisindir. İflah olmaz bir zavallı…
İşte bu yüzden “gerçek aşk”
insanın en büyük kumarıdır. Ya karşındaki de senin gibidir önüne geçilemez
taşkın bir nehir olursun, ya da akan nehrin sürükleye sürükleye ufak bir taşa
dönüştürdüğü yalnız bir kaya.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder