Katılımcı: serapbilgedeniz /Serap Kuzu
Tarih: 18.02.2018
Kitap: Gözüyle Kartal Avlayan Yazar Yaşar Kemal /
Zülfü Livaneli
Tema: Dostluğun ölümsüzlüğü, usta bir yazarın
kalemindeki ayrıntılar, bir ülkenin aydınlara ver(me)diği değer…
Konu: İki dostun yaşam yolculuğunda biriktirdikleri
anıların bazen acı, neşeli, sevimli, fakat her zaman umut dolu oluşu, Yaşar
Kemal’in kaleminin gücü, düşüncelerin ifade edilmesinin Türkiye’deki
zorlukları…
Anlatım: Yalın, içten, buğulu…
Çağrışım:
“Onu eserindeki ayırt edici
özelliğin; insan acılarını anlatırken dram değil, trajedi yaratması olduğunu
düşünürüm. Bu boyut onu birçok yazarımızdan ayırır. Çünkü dramın ulaşacağı
nokta insanların çektiği acılara üzülmemize, yüreğimizin onlarla birlikte
kanamasına, yani acındırmaya evrilir. Trajedi ise aynı olayları anlatırken,
acındırma öğesine hiç başvurmaz, trajik olana ulaşır; bizi olayların zamanından
ve mekânından koparıp insan soyunun yeryüzündeki serüvenini düşünmeye ve
hissetmeye zorlayan bir arındırmadır. Yaşar Kemal bunu roman teorisinde
bilinçle kullanan bir yazardır.” (syf 21)
“Diyelim ki, konumuz oğlu
öldürülmüş bir babanın acısı olsun. Bu acıyı bin bir değişik yolla verebiliriz;
onunla birlikte ağlayabiliriz, baba yüreğinin nasıl yanıp tutuştuğunu etkili
sözcüklerle betimleyebiliriz, oğlu doğduğu zaman onun minik ayaklarını
öpüşü gibi birçok duygulandırıcı sahne yaratabiliriz. Bu dramatizasyondur.
Ama Homeros böyle yapmaz;
bunların hiçbirine başvurmaz; ya ne yapar? Yaşar Kemal’in sık sık verdiği bir
örnek, Kral Priamos’un oğlunun ölüsünü almak için Akhilleus’a giderkenki
durumudur.
Truva surları önünde oğlu
Hector’un, Akhilleus tarafından öldürülüşünü ve at arabasına bağlanan cesedinin
sürüklenerek düşman karargâhına götürülüşünü izlemek zorunda kalan Kral
Priamos’un acısını belki de bulunabilecek en etkili biçimde anlatır Homeros. Bu
acıyı, hiçbir sözcüğün dile getiremeyeceği, “kelimelerin kifayetsiz kaldığı”
bir eylemle aktarır. Gururlu Kral Priamos, o gece kılık değiştirerek düşman
karargâhına sızar. Akhilleus’un çadırını bulur ve oğlunun katilinin önünde diz
çökerek, ayaklarına kapanarak, hatta evladını öldürmüş olan kanlı ellerini
öperek onu Hektor’un cesedini vermesi için yalvarır. Kralın gururunu ve intikam
duygularını ezip geçen bir andır bu; öyle ki oğlunun katilinin önünde kendini
bu derece aşağılamanın, küçük düşürmenin şaşırtıcılığı, çektiği büyük acıyı
bizim de dehşetle kavramamıza yarar.” (syf 22)
“Bir yeryüzü temasıdır bu,
zamanla mekanla sınırlı değildir. Bir bakarsınız binlerce yıl önce anlatılmış
olan bu trajedi 2016 yılında Sur’da, Cizre’de tekrarlanır ve oğlu öldürülmüş
olan acılı Kürt baba, onun cenazesini alabilmek için zalim devlet çarkının
dişlileri arasında çırpınıp durur. Bir başka baba “oğlumu morgda gördüm,
gözleri yoktu, onun gözlerini kim oydu?” diye bir soru sorar ve o
anda kainat susar.” (syf 23)
(Bu sözlerin sonunda yüreğim
sustu, nefessiz kaldım, trajedinin en büyük gerçeğiydi bu okuduklarım ve bir
süre okumaya ara vermek zorunda kaldım.)
“Yaşar Kemal de devrimci bir
yurtsever olarak son nefesine kadar Mustafa Kemal’e saygı duydu. Nazım Hikmet,
Yaşar Kemal gibi devrimcilerin Mustafa Kemal hayranlığını daha iyi anlayabilmek
için, yapay olarak üretilmiş Kemalizm heyulasından kurtulmamız gerekiyor.
Özellikle onun ölümünden sonra ismi bir ideoloji haline büründürülen Kemalizm,
Mustafa Kemal’e yapılan en büyük kötülüktür. ‘Ben size hiçbir dogma, hiçbir
değişmez kural bırakmıyorum’ diyerek çağa uygun akıl ve bilim yolunu işaret
edecek kadar zeki bir liderin adını kullanarak, yüzlerine Mustafa Kemal maskesi
takan asker ve sivil egemenler, ona taban tabana zıt uygulamaları Kemalizm diye
yutturdular ve akıl almaz işkencelerden, faili meçhul devlet cinayetlerine
kadar işledikleri her suçu, devrimci liderin adını lekelemek için kullandılar.
Yıllar içinde Kemalizm kavramı,
Mustafa Kemal’le ilgili her şeyi karalamak için kullanıldı, Batı ülkelerin de
faşizmle aynı anlamda kullanılır oldu.” (syf 35)
“Ne Yapmalı? 23 Ocak 1995
Toplu bir karabasan görüyor
gibiydik. İki üç yıl önce bu manzarayı göz önüne getirmek güçtü. Yaşar Kemal’in
DGM’de tutuklama tehdidi altında bulunduğuna kimseyi inandıramazdınız. Ne var
ki Türkiye, ağır akan bir su gibi bu noktalara geldi.
Etkin bir devlet Uğur Mumcu’nun
katillerini yakalar, Yaşar Kemal’i yargılamazdı. Bizde ise tam tersi yapılıyor.”
(syf 138)
“Uygar ülkeler bu sayfayı kapattı
artık. Bizim de kapatmamız gerekirdi, ama ne yazık ki dev bir el Türkiye’yi
karanlık bir bataklığa doğru sürüklüyor. Hepimiz de karanlık şaşkın gözlerle bu
gidişi izliyoruz. Bakışlarda hep aynı soru:
Ne yapmalı? Bu gidişi nasıl
durdurmalı?” (syf 140)
(Tam tersi durumlar ne yazık
ki bu kadar yıl geçmesine rağmen devam ediyor. Üstelik çok kötüye giderek,
bunun için NE YAPMALI? Bu sorunun cevabını nerede bulacağız?)
“Ne yazık ki beyin gücü, kas gücü
kadar kolay görülmez. Beynin de aynen kas gibi çalıştırılmaya, geliştirilmeye
ihtiyacı olduğunu kavramak zordur. Bu nedenle, ömrünü metotlu düşünceye ve
kültüre adamış bir yazı adamının karşısında, kendi basit mantığını sergileyen
herkes, bunu kişisel hak sayar. ‘Onun fikri o, benimki de bu!’
diyerek, kendi aklını beğenir.
Oysa aynı kişiye Naim
Süleymanoğlu ile halter kaldırma yarışına girmeyi önerseniz, delirdiğinizi
düşünür. Çünkü Naim Süleymanoğlu’nun güçlü adelelerini ve bunun yarattığı
sonuçları görmekte ama bir düşünce ustasının beyin kıvrımlarına gömülü hazineyi
fark edememektedir.
Bu yüzden bir değeri takdir
edebilmek, ancak belli bir düzeye gelmiş olmakla mümkündür.” (syf 161)
Serap Kuzu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder