Bizim Köyün Yangını
Bizim
köy bayadır yanıyor. Alıştık da işin kötüsü. Dumanın isine, ateşin pervasız gücüne.
Her gün sahip olduğumuz başka şeyler alevlerde yok oluyor, biz öylece
izliyoruz. Oysa bereketli topraklarımız, coşkun akan derelerimiz, hatta balıklı
mavi denizimiz bile vardı. Çalışmayı severdik. Tarlalarımızı sürmeyi, ağları
türkülerle takalara çekmeyi, tahtaları demirleri birbirine ekleyip aletler,
eşyalar yapmayı. Birbirimizi de severdik. Olurdu kavga, itiş kakış ama kurulan
bir düğün sofrasında unutulup giderdi husumetler. Yer, içer şen şakrak
sohbetler eder, oyunlar oynardık. Sevdalar türkülere ezgi olacak kadar
kıymetliydi. Ozanlar gönlünce söylerdi, iyiyi de kötüyü de.
Yokluk,
yoksulluk görmedik mi? Gördük görmesine ama azla kanaat etmesini de bildik,
çalışıp daha iyisini ummayı da. Düştük düştük kalktık. Düşmanlarımız oldu her
daim. Toprağımızı koruduk canımız pahasına, toprağımız namusumuzdu, geleceğimiz,
emanetimiz, mirasımız. Düşman bizim gibi değildi. Hiç olmadı. Her gün başka
kılıklarda kapıya dayandı. Namertle savaşmak zor işti. Ama umudumuz vardı, sahip olduğumuz en
kıymetli hazine.
Şimdi durum biraz farklı. Köy epeydir yanıyor.
Öyle birden başlamayan, zararsız gibi görünüp pek umurumuzda olmayan korlar,
enikonu yangına döndü. Peşi sıra bin türlü musibet başımızı bırakmıyor. En
kötüsü de her zorluğa birlikte sırt veren köylü, birbirine düşman oldu çıktı.
Beraber kurulan sofralar ayrıldı, halaylar koptu, türküler sustu. Eskiden
kimsenin umursamadığı farklılıklarımız, şimdinin hıncı oldu. Kimse kimseye
güvenmiyor. Merhametmiş, sevgiymiş unuttuk gitti. İşin tuhafı etrafımızı saran
bu karanlığı üstümüze salanlar, yangını söndüreceklerini vaat edip hep daha
fazlasını istiyor. Bizim köylü cahil. İnanmayı sever. Okuduğuyla değil
duyduğuyla öğrendi bunca zaman, kim ne dese inandı. Azıcık sezgisi vardı, o da
isli dumanda dağıldı gitti. Düşünmek, sorgulamak hadde sığmazdı. Köylü onlar ne
isterse, kendi kararıymış gibi kabul etti. Ne yaparlarsa alkış tuttu, gözümüzün
içine baka baka ateşe gaz döktüler ama bizim köylü bunu su sandı.
Cehalet
en büyük düşmanmış. Bir köyü parçaladı, yaktı, kavurdu. Kundakçılar bundan
memnundu. Merak edeni, soru soranı sevmezlerdi. Olanları da ağızlarından
köpükler çıka çıka bağırarak hain ilan eder, linç ettirirler, hatta cezalarını
keser bir de bundan alkış beklerlerdi. Kimse de sesini çıkarmazdı. İnanırlardı
iyi söyleyenin kötü olduğuna. Bu köylü en çok hainden korkardı. O yüzden hain
denilen herkesi düşünmeden taşlamaya hazırdı.
Buna
rağmen yürekliler çıkardı aradan. “Köy yanıyor ey ahali” diye bağırır, olmadı
türküler yakar, yazar- çizer dağıtır, uyuyanı uyandırmaya çalışırdı. Kimi
sessiz, kimi atılgan nice yiğit kendini ateşe attı, yangını söndüremeden kor
oldu gitti. Giden çabucak unutuldu, unutmayanlar yanmaktan korktu, korkmayanlar
küstü. Kötülük cehaletin sırtında şaha kalkmış, önüne çıkanı ezip geçiyordu.
Yoksulluk
günden güne artıyordu. Hâlbuki toprak caymamıştı bizden, elimiz kolumuz da
tutuyordu şükür. Ama kundakçı severdi yoksulluğu. Önce elindekileri fark ettirmeden
usulca alır, sonra onları sana tekrar vermek için vaatlerde bulunurdu.
Sofrasının bereketi kaçmış, sırtındaki abası emanet, toprağı ona sorulmadan
satılmış icarcı köylüler ise bu ağzı dolu dolu yapılan “Aslında her şey ne
kadar da güzel” kelamlarını hayran hayran dinlerdi. Köylü, “Tarlaları haşere
basmış, denizden zift akıyor, her köşede bir kavga, her taşın üstünde kan var.”
demez “Her şey güzelmiş, aman ha nankörlük etmeyelim.” derdi. Demese ne yazar,
“Yıllardır köyün başındasın, ya bozdun, ya tamir edemedin. Ya yalancısın, ya
beceriksiz” diyecek hali yok ya. Düşünmesi bile yürek ister. Baksan kimse
memnun değil halinden. Ama yine de kovamadık kundakçıyı. Ondan kurtulmak
isteyenler, diğerleri kadar çok istemiyorlar mıydı acep?
“Sizin
emeliniz benim için emir, sizin iradeniz benim gücüm” falan böyle tumturaklı
sözler duyardık hep. Tepedeki yamaca yaptırdığı evinde uzaklardan olup biteni
izler, baktı işler karışıyor, etrafında yanına yaklaşamayacağın kadar çok
adamla köye iner, bağırır, haykırır, alkış kıyamet sonra evine, taa tepedeki
şatafatlı evine geri dönerdi.
Bir
gün işlerin iyiye gitmediğini itiraf etti. Hepimiz şaşırdık. Tüm bu
sıkıntıların ise tek bir çözümü vardı. Onu “Ağa” yapacaktık. Zaten muhtardı ne
zamandır, köyle ilgili ne yapmak isterse öyle ya da böyle yapıyordu bu “ağalık”
nerden çıkmıştı. Köy meclisiydi, ihtiyar heyetiydi, azasıydı. “İşler yürümüyor
böyle. Ama ağa olursam her şey tıkır tıkır yürür. Bu köyü şehir yaparım.” diyordu.
Ağalık uzun zamandır alışkın olduğumuz bir şey değildi, pek hoşumuza gitmedi.
“Ben olmasam da olur, başta ağalığı getirelim sonra siz kimi istiyorsanız o
olsun” diye köylüyü karar vermeye zorladı. Ama köyden sesler yükselmeye
başladı. Önce ürkek sonra kuvvetli. Neredeyse emindik, bu yeni düzeni kabul
etmeyeceğimize. Sonra ne olduysa oldu, hile hurda olduğu aşikar bir oylamayla
ağalık düzeni kabul edildi.
Sonrasında
köylü salgın bir hastalığa yakalandı. Umutsuzluk denilen habis melanet, dört
bir yanı sarmıştı. İçinde olduğumuz durumun, köyün halinin farkında olmayanlar
vardı, hala vardı. İnanmaya üstüne üstlük alkışlamaya devam ediyorlardı. Bu
hastalık onları etkilememişti. Çünkü zaten aslında ne isteseler oluyor diye
şükredip duruyorlardı. Hastalığın pençesinden kendini kurtaran, dirençlilerin
sayısı çok azdı, üstelik diğerlerini yataktan kaldıracak kadar kuvvetli de
değillerdi.
Günler
günleri kovaladı. Paramız pul olmaya, ekmeğimiz islenmeye, kavgaydı, kazaydı
belaydı derken kan akmaya ve en kötüsü kalplerimiz kurumaya hızla devam
ediyordu. Yangının gri dumanına öyle alışmıştık ki, ciğerlerimiz yarım nefesle
doluyordu. Neredeyse kimse günü, güneşi, maviyi hatırlamıyordu.
Bir
gün geldi, “Hayde artık davranın, bitirelim şu işi” dedi kundakçı. Öyle
kibirli, öyle kendinden emindi ki. Ne de olsa aradan birkaç çatlak ses çıksa bile,
öyle eder böyle eder istediğini alır, sonunda köye ağa olurdu. Köylü şaşırdı,
kimi sevindi, kimi dövündü. O günden beri köyde söylentiler var. Köyün belli
yerlerinde kimileri denemiş, artık ne yapıp ettilerse ateşin söndürülebilir
olduğunu görmüş. Bu haber köye hızla yayıldı. Sönmemiş ama sönedebilirmiş. El
versek, sırt versek, küslük husumeti bir yana koyup herkes bir olup birlikte
hareket etse, mutlaka olurmuş. Bu haber hastalıktan kırılanlara ilaç gibi geldi.
Kimi dermansızlar hala yatakta olsa da çoğu ayaklandı. Ee, ne demiş ozan,
“İnsanoğlu umutsuzluktan umut yaratandır.” Köylü kendi hastalığına da kendi
derman olup çıktı.
Şimdi
bekliyoruz. “Eh yetti gayrı” deyip, yangının sönmesini. Külleri bir çırpıda
temizleyip, kaybettiğimiz nice şeyi yerine koymayı…
Hande
Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder