Gezi Parkı’nda günlerce bir arada yaşadılar. Güzelce, yiğitçe…
Hükümetin en temel stratejisinin bölücülük olduğunu fark ettiler. ‘Park ve meydan’ adı altında ‘çevreciler’ ve ‘militanlar’ diye bölünmeye, ‘Park bizim, meydan bizim, flamalar da bizim!’ diyerek karşı çıktılar.
(Haziran Direnişi’nin üçüncü haftasında yazılmıştı.)
Bir
deprem sırasında evde ayağınızı basacak sağlam yer bulamazsınız, kendinizi
dışarı atma telaşıyla merdivenlere fırlarsınız. Ama belki de herkes panik
halinde aşağıya inerken, siz onlarla çarpışarak üst kata ulaşmaya çalışırsınız.
Üst kattaki yaşlı teyzenin tek başına dışarıya çıkamayacağı aklınıza gelir
çünkü, bırakamazsınız onu.
Her
ne yapıyorsanız, oturup düşünmeden, hatta pek farkında olmadan yaparsınız.
Tıpkı bir trafik kazası tehlikesi yaşarken olduğu gibi.
Böyle
anlarda, kendinizi sanki izlersiniz. İzlediğiniz kişi, arka tarafı savrulan
aracı kontrol altında tutmak için usta bir hareketle direksiyonu yumuşakça aynı
yöne kırıyordur. Veya depremden sonraki kıtlık günlerinde dağıtılan
yardımlardan pay kapmak için uğraşmayıp daha zor durumda olanların arkasında
sıraya giriyordur.
Fakat
enkaz altındaki insanların kolundan bilezik çalarken kendinize yakalanmak ne
korkunç olurdu!
Bazen,
anlık bir kararla harekete geçersiniz. Hatta karar bile vermeden,
kendiliğinden, anlık bir tepki gösterirsiniz. Belki de en gerçek haliniz böyle
anlarda ortaya çıkıyordur. Yıllar boyunca biriktirmiş olduğunuz özelliklerinizi
ve yaşattığınız değerlerinizi serbest bırakıyorsunuzdur.
Toplumsal
sarsıntıların yaşandığı günler için de elbette bu durum geçerli. Bir toplumun
isyan günlerindeki tutumuyla, önceki yıllar, hatta önceki kuşaklar boyunca
biriktirilmiş değerleri ortaya çıkıyor.
Ülke
genelindeki Gezi Parkı direnişinin yaklaşık 20 günlük ilk aşaması üzerinde
düşünürken bu açıdan da bakmak faydalı olacaktır. Çünkü bunca olumsuz koşula
rağmen on yıllar boyunca toplumda hangi değerlerin ve nasıl bir bilincin
biriktirilmiş olduğunu görmek, daha güzel bir memleket isteyenlere umut
verecektir. Ayrıca, gelecekteki benzer durumlara hazırlanmak için böyle bir
bakış açısı gerekiyor.
MEDYA
VE HÜKÜMETLERİN BAŞARISIZLIĞI
Bir
çadır kentin kurulduğu Gezi Parkı’ndaki hayat sayesinde, insanın doğal halinde
mülkiyet tutkusunun ve iktidar hırsının bulunmadığını görmüş olduk. Bu
duyguların, hastalıklı-kapitalist ortamlarda yaşarken insana sonradan
“kazandırıldığını” bir kez daha anladık. Başının çaresine bakan değil,
dayanışma içinde yaşayan; boyun eğen değil, başkaldıran insan özellikleri
belirginleşti. Bunca yıllık baskılarla, toplumu soluksuz bırakan yayıncılık
ortamıyla, o kadar yaygın medyayla, hiçbir şekilde yok edilememiş olan insan
özellikleriydi bunlar. Yiğitlik, kazanamasa da haklı tarafta yer alma tercihi,
diğerkamlık gibi nice özelik yok edilememişti.
Böylece,
medyanın korktuğumuz kadar belirleyici olamadığı ortaya çıkmış oldu. Bundan
sonra, artık büyük medya kuruluşlarının saygın kurumlar haline gelmesi çok zor
görünüyor.
Anlaşılıyor
ki, Şeyh Bedrettin boşuna yaşamamış bu memlekette. Pir Sultan, Dadaloğlu,
Nazım, Yaşar Kemal, Aziz Nesin... O sözler, o yapıtlar, o duruşlar boşa
gitmemiş! Ve Denizler; o bedellerin karşılığı kaybolmamış.
ÖNYARGILAR
Ne
var ki, otuz yıldan uzun süredir ortak hareket eden medya ve iktidarlar, “örgüt”
ve “siyaset” kavramları ile ilgili güçlü önyargılar oluşturmayı başarmışlar.
Özellikle ilk günlerde, direnişçilerin önemli bir bölümü “bu siyasi bir eylem
değil” anlamında sözler ediyorlardı. Örgütlülüğün bireysel özgürlüğe aykırı bir
durum olduğu kanısı oldukça yaygındı. Aynı şekilde, direnişi destekleyenler
arasında, bunu “apolitik” bir eylem gibi görenler çoğunluktaydı.
Oysa
hiç kuşkuya yer bırakmayacak şekilde politik tavırlar alınıyor ve örgütlü
davranılıyordu. Kendilerine ezberletilmiş apolitik sözlerle konuşanlar bile,
konunun sadece ağaçları kurtarmaktan ibaret olmadığını hissediyorlardı. Kentsel
dönüşüm kandırmacasının da, rant dağıtım sisteminin de, çağdaş yaşamın
sembollerine yönelik saldırıların da farkındaydı hepsi. Zaten isyan etmelerinin
asıl nedeni bunlardı.
Ayrıca,
parktaki çöplerin toplanmasından çeşitli gereksinimlerin karşılanmasına kadar,
organize olmayı gerektiren pek çok iş vardı. O kadar çok insanın bir park
içinde yaşaması, büyük bir örgüt bilinci gerektiriyordu. Ve bu başarıldı!
Herhalde
Gezi direnişinin en büyük başarısı bu oldu. Mizah dolu bir cesaretle bir araya
gelen insanlar, Gezi Parkı’nda günlerce yaşadılar. Güzelliğin ve yiğitliğin örneklerini
yarattılar. Ve büyük bir eğitim olanağı sağladılar. Hem direnişçilerin önemli
bir kısmı hem de çeşitli şehirlerdeki destekleyen yüz binlerce insan, yıllar
boyunca kendilerine ezberletilmiş görüşleri silip attı. Beş on gün gibi kısa
bir süre içerisinde, otuz yıllık apolitiklik aşıldı; örgütlenerek kalıcılık
sağlamak bilinci üretildi.
Çünkü
“siyasetin kötülüğünü, örgütlenmenin zararlarını” anlatan karşı tarafın ne
kadar politik davrandığını ve ne kadar örgütlü olduğunu gördüler. Medyasıyla,
polisiyle, çeşitli yalan mekanizmalarıyla yapılan saldırılara karşı koydular.
Hükümetin
en temel stratejisinin bölücülük olduğunu fark ettiler. “Park ve meydan” adı
altında “çevreciler” ve “militanlar” diye bölünmeye, “Park bizim, meydan bizim,
flamalar da bizim!” diyerek karşı çıktılar.
Taksim
ile Türkiye’nin geri kalanını birbirinden ayırmaya çalışan hükümetin medya
silahına karşı Facebook’la, Twitter’la direndiler.
Mustafa
Kemal’in peşinden gidenler, Kürtler, Mahir’in yoldaşları... Ve çevreciler ve
marjinaller ve anneler... Hepsi aynı cephede omuz omuza faşizme direndiler.
Bölücü bir iktidara karşı bir arada kalmayı başadılar.
Bazı
canlar korunamadı, ama gözü de arkada kalmadı Ethem Sarısülük’ün, Mehmet
Ayvalıtaş’ın ve Abdullah Cömert’in...
BİR
GÜN MUTLAKA
Mayıs
sonundaki Türkiye ile Haziran ortasındaki Türkiye birbirinden oldukça farklı.
Bilinç yükselmiş, yaygınlaşmış durumda. Ethemlerin anısına saygıyla, onları
katleden düzene öfkeyle, büyüyen umutla devam edilecek yola. Daha uzun ve daha
da zorlu bir yol bu.
Artık
biliyoruz ki, işyerinde bir arkadaşımıza söylediğimiz sözden komşumuza
verdiğimiz selama; üniversitede katıldığımız bir boykottan seçimlerde annemize
anlattığımız bir düşünceye kadar hiçbir şey boşa gitmeyecek. Yazdığımız her
cümle, attığımız her adım, okuduğumuz her kitap... Artık biliyoruz ki,
yaşadığımız her gün ve yaptığımız her iş bir sonraki “büyük gün”e hazırlık
olacak.
Mesleğimizle,
mahallemizle, düşüncelerimizle ilgili örgütlere hemen katılacak, gelecek sefer
daha örgütlü olcağız.
Bize
düşmanca saldıranlara karşı direnmek için, aynı tarafta yer aldığımız insanlarla
farklarımızı değil, ortak yönlerimizi öne çıkaracağız. Mutlaka devam edecek Gezi’de
başlayan eğitim süreci. Bezirgan saltanatına karşı sınıf bilincine de ulaşacağız.
Muhtaç
olduğumuz kudreti, düşüncelerimizin doğruluğuna ve güzelliğine duyduğumuz
inançla bir arada kalarak yaratacağız.
soL
Gazetesi, 24.06.2013
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder