İş hayatını, toplumsal
yaşamı çevrelemiş statü ve unvanlar dört bir yanımızı sarmış durumda. Farklı ve
basit adlarla bildiğimiz işlere taktığımız tumturaklı isimlere alışmaya
başladık bile. Tezgahtara satış temsilcisi, şefe yönetmen, sekretere asistan,
çaycıya servis elemanı, temizlikçiye destek hizmetli, ustabaşına sorumlu müdür,
yazıhaneye ofis ve işin çerçevesi her ne olursa olsun burada çalışanlara ofis elemanları
deniyor. Müdür ve genel müdür kavramları sınırlarını çoktan genişletmiş, her
departmana ayrı bir müdür, müdür yardımcıları tahsis edilmiş. Büyüklüğü ve
kapsamı her ne olursa olsun, artık hemen hemen tüm şirketlerde bir koordinatör,
uzman, sorumlu hatta neredeyse CEO var. Yönetim kurulu başkanı ya da genel
müdür değil. CEO (Chief Executive Officer) yani en büyük müdür. Yaptığımız işle
değil, önündeki sıfatlarla besleniyoruz. "Özel bir şirkette proje
sorumlusuyum." "Önümüzdeki ay terfimi alıp yönetmen yardımcısı
olacağım." gibi. Ağızda dolu dolu söylenen unvan tamlamaların etkisi, hem
söyleyeni hem de duyanı tatmin edecek kadar kuvvetli. Çünkü artık ismimizin
başında yer alan, nerdeyse bizi biz yapan koca sıfatlar, kimsenin kimseye
mesleğini, yeteneğini ya da işinin içeriğini sordurmayacak kadar etkili.
Önceki yıllarda yüksek
lisans yaptığı için evinin kapısına "Yüksek Mühendis Ali Taşan" yazdıran, bakkalda bile "Ben Doktor Yaşar, 2 ekmek
10 yumurta alabilir miyim?" diyen insan tipine razı olacak hale geldik.
Şimdi o insanların çocukları küçük bir işletmede, sıradan bir iş yapıyor da
olsalar, isimlerinin önüne aldıkları sıfatlarla toplumda kendilerine yer
ediniyorlar. Artık tiyatrocu, heykeltraş, yazar, marangoz, müzisyen, sporcu ya
da aşçı olmanın rağbet görmemesine şaşırmamak lazım. Üretimin neredeyse yok
olduğu bu ülkede öyle çok unvan, öyle çok statü var ki, meslek erbaplarının
yeri gün geçtikçe sarsılıyor. Çünkü bilimin, sanatın, düşünmenin, tartışmanın,
üretmenin itibar görmediği böyle bir ortamda güç, kudret ve iktidar üçlemesinin
para ekseninde kesişmesi, bunu yaratan eylemleri ve insanları önemsiz kılıyor.
Unvanlar ve onlara
biçilen değer yeni gibi görünse de temeli olan statü kaygısı neredeyse insanlık
kadar eski. Latince "ayakta duruş" anlamına gelen “statum” fiilinden
türetilmiş, kişinin toplumdaki yeri anlamına gelen “Statü” kavramı, hayatımızın başköşesinde yerini almış durumda. Toplumsal statünün yüksek olması, tarih
boyunca insanlara saygı, ilgi ve çıkar sağladığı için toplumların çabaları,
kavgaları, özgürlükleri ve haksızlıkları bu kavram etrafında dönüp durmuş. Avcı
toplumdan tarım toplumuna geçiş, statünün çeşitlenmesine ve sonrasında
kaygısının da artmasına sebep olmuş. Köklü aileler, din adamları, şövalyeler, aristokratlar,
sanatçılar, çiftçiler daha da temele inersek evliler, çocuk sahibi olanlar,
daha çok çocuk sahibi olanlar, erkek çocuk sahibi olanlar...
Herhangi bir yeteneğe
bağlı olmaksızın doğuştan edinebildiği gibi, bireysel çaba ve nitelikler sonucu
kazanılmış olabilen statü, zamana ve coğrafyaya göre farklılık gösterse de,
insanlığın temel mutluluk kaynaklarında üst sıralarda yer alan bir kavram olmuş
hep. Toplum içinde yer edinme, saygı uyandırma, lafı sözü dinlenir, hatta çekinilir
bir kişi olma arzusu, üzüm yemekten bağcı dövmeye giden o yolda çoğu kez
insanların tökezlemesine sebep oluyor.
Maslow'un ihtiyaçlar
hiyerarşisi dağında, gün geçtikçe tepelere tırmanırken, sorunlarımız ve
mutsuzluklarımız da yön değiştirerek zirvede yerini alıyor. Paranın can ciğer
arkadaş olduğu yüksek statünün, insana özgürlük, rahatlık, konfor ve mutluluk
sunduğu apaçık ortada. İşte bu yüzden hayatımızın en tatlı anlarında bile
iliğimizi kemiğimizi kemirerek bizi bitiren bu statü endişesi, hayatımızın orta
yerine gelip oturuyor. En baş edilmez mutsuzlukların kaynağı oluveriyor.
Sonunda kendimizi müthiş bir çaba, kavga ve hırs içinde buluyoruz. Daha iyiye,
daha güzele, daha erdemliye ulaşmak için kullanılabilir bu iştah, aşırıya
kaçıldığında insanı önüne geçilemeyen bir mutsuzluğun ve hastalık halinin
kucağına atıyor.
Yüksek bir statüye
ulaşmaktaki başarının verdiği haz, insan hayatındaki iniş çıkışlarla paralel
olarak elindeki statüyü kaybetme durumunda müthiş bir hezeyana ve kayboluşa
sebep oluyor. İşte bu yüzden etrafımızda, emekli olunca bunalıma giren kavgacı
yaşlılar, işini kaybedince etrafındaki herkesle bozuşan işsizler, daha fazlası
için sahip olduğu tüm değerleri kaybetmeye meyilli gençler, unvanı değişince önce
arabasını sonra karısını değiştiren adamlar çoğalıyor.
Endişeli statü sendromu,
yüksek statü olarak adlandırdığımız bu pembe rüyanın en büyük bedeli. Başta
insanın kendi psikolojisini, sonra etrafındakilerle ilişkilerini derinden
sarsan bir hastalık. Nefes alıyor olmanın basit mutluluğuna sekte vuran, insani
erdemlerin, fikirlerin gelişmesinin, olgunluğun başlıca düşmanı. Hayatta
statüden, unvanlardan daha kıymetli şeylerin olduğunu, gerektiğinde bazı
şeylerin feda edilebileceğini, bir durup düşünmeli.
Hande Çiğdemoğlu
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder