Mübadele - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Mübadele - Ender Macun

Mübadele - Ender Macun

Paylaş

 


Mübadele

Kareli kağıda, çarçabuk yazılmış adresi ezberlemiştim, ama yine de avucumun içinde tutuyordum buruş buruş olmuş kağıdı. Metronun yeniyetme, kaçak bakışlı insanlarından, buz gibi çinilerinden ve morg havasından sıyrılıp, merdivenlerle caddeye doğru yükseldiğimde sımsıcak bir yağmur karşıladı. Sessizce, tane tane, cetvelle çizilmiş kesik kesik çizgiler gibi, çocukluğumun yağmurlarını anımsatan, sonra birden kaybolan bildik bir koku... Sanki, ferahlık ve aidiyetlik duygularının ustaca karışımı... Bacaklarımda bir sızı hissettim. Romatizmal bir durum olabilir miydi?

Saçak altı arayan, sanki bir facia oluyormuşçasına kaçışan insanların, çiçekçilerin, mendilcilerin, belediyecilerin, meczupların da ayrıca, içinden geçip Tarlabaşı’na doğru hızlıca yürümeye başladım. Peşime sinyalci bir köpek takıldı. Git, dedim, gitti. Arkama bakmadım.

Avucumdaki kağıdı bir kez daha yokladım. Yağmur hızlanmıştı ve gideceğim yere varmama daha epeyce vardı. Caddeden karşıya geçip bir taksi çevirebilir ve eğer taksinin durma ihtimalini düşünürsek, “özür dilerim, aslında yakın bir yer... Bu yağmurda... Acaba şu adrese...” gibisinden kelimeleri art arda, biraz cümlesizce, sarf etme cesaretinde bulunabilirdim. Ama hayır, yürümek istiyordum. Çok zamandır uğramadığım bu upuzun, hırçın mı hırçın caddeyi yağmur altında aşmak, biraz da serinlemekti niyetim.

Öğlen vakti olmasına rağmen hava neredeyse kararmıştı. İnsanlar yağmura çabucak alıştılar. Kısa zaman içinde nereden çıktığı belli olmayan şemsiyeli insanlar peydahlandı. Kediler ve köpekler için henüz erken denilebilirdi bu alışma hali için. Onlar da telaşlı, apartmanların, dükkanların, şemsiye satıcılarının kuytularına iliştiler, yalanıp silkelendiler. Yağmurla birlikte kaybolan neşeli travestiler bu sefer şirin mi şirin, renkli mi renkli pardösüleriyle, şeffaf şemsiyeleriyle boy gösterdiler. Neredeyse her bir köşe başını tuttular. Öğlen uykusundan sıyrılan hemcinsleri de onlara katıldı. Tarlabaşı’nda çikletli ağızlar, gülüşmeler birden arttı.

“Merhaba” dedi, gülümseyerek. Hızlı adımlarla yürürken karşılaştığım bu “sıcak merhaba” beni biraz yavaşlattı. Aniden karşıma çıkıveren bir yaşlı amca... Gür bıyıklı, tıknaz, temiz giyimli... Selamına kibarca karşılık verip yoluma ve ıslanmama devam edecektim ki, bulunduğu saçak altından, sakince şunu söyledi: “Rozet alır mısın bir tane? Bak bu sana çok yakışır...” Rozet mi, dedim içimden. Nasıl yani? Niçin rozet almak isteyeyim ki? Rozet almak isteyen bir tavır mı görmüştü bende. Oysa ben paşa paşa, yağmurda ıslanarak gideceğim yere ulaşma çabasındaydım, o kadar. “Bakın, ben röportaja gidiyorum. Gazeteden gönderdiler. Üç beş tane de fotoğraf çekeceğim amca. Hem yağmur da yağıyor bak... Geç de kaldım zaten randevuma... Hayır yani bu ilk deneyimim olmasa, kaşarlanmış bir gazeteci olsam, sizinle oturup... Anlıyorsunuz beni değil mi?” Elbette bunlar aklımdan geçenlerdi. Ama söyleyemedim.  Ayrıca, bu rozet satıcısının bu travestiler, polisler, ayyaşlar, kadın satıcıları, öylesine yürüyen insanlar arasında ne işi vardı ki? İstiklal Caddesi’nde daha çok satış yapmaz mıydı? Hem orası daha eğlenceli değil miydi rozet müşterileri (böyle bir müşteri grubu varsa eğer)  açısından? Rozetleri iliştirdiği tablaya şöyle bir baktım göz ucuyla. Uçaklı, plaklı, rakılı, armalı, portakallı, kadınlı ve bir sürü başka başka şeyli rozetler gördüm. Benim için seçtiği ve iki parmağının arasında tuttuğu, üzerinde sarı şapkalı bir kadın olan küçük bir rozetti. Yineledi:  “İster misin? Bak ben yaşlıyım, eve ekmek götüreceğim... Anlıyor musun?”  Allah Allah, dedim içimden ve bütün bu düşüncelerimi rozetçi amcaya olabildiğince çaktırmadan, “hayır, teşekkür ederim” dedim kibarca, yoluma devam ettim.

Bir yandan yürüyor, bir yandan da o rengârenk rozetleri düşünüyordum. Bir gün mutlaka haber yapmalıydım bunu. Babamın da bir zamanlar bir rozet taktığını hatırladım. Kruvaze ceketlerinin sol yakasına ustaca iliştirirdi rozeti. Onsuz sokağa adım atmazdı; onun için, önemli bir kimlik belgesiydi bu rozet. Peki şu sarı şapkalı kadın? Neyin işaretiydi, neyi gösteriyordu?  Bir kulübün mü, yoksa bir şapkacı dükkânının rozeti mi? Eski olduğu, bir yerlerden rozetçinin eline geçmiş olduğu kesin. Ama neden bu sarı şapkalı kadın rozeti? Kafamda bu ve buna benzer yüzlerce soruyla hızlı hızlı yürürken, İngiliz Konsolosluğu’nun arkasındaki parkta buldum kendimi. Yağmur dinmişti. Şemsiyeler kapanmış, sokaklar yine dolmaya başlamış, kedilerle köpekler kuytulardan çıkıp çöplüklere doğru yollanmaya başlamışlardı. Karşıya geçip yarı yıkılmış binalarla, çöp torbalarıyla, ağlayan çocuklarla, siyah, beyaz, mavi, kırmızı, mor insanlarla bezenmiş o sokağa girdim. Köşedeki bakkala Safran Apartmanı’nı sordum. ”Aşağıda, soldan üçüncü sokakta” dedi ve o klasik soruyu attı önüme: “Kimi arıyorsun?” Tam cevap verecekken Arap bir kadın gelip bilmediğim bir dilde bir şeyler konuşmaya başladı bakkalla. Sonra pazen perdeyi aralayıp tezgâhın arkasındaki odaya geçtiler. Soldan üçüncü sokağa doğru yürüdüm. Ben yürürken sokak öylece durdu, beni seyretti. Utandım. Yıllar önce bir serigrafi atölyesinde çalıştığım Tarlabaşı burasıydı işte. Tarihimden, coğrafyamdan, kendimden bile sildiğim o yaban Tarlabaşı.

Şimdi yine kendi rızamla, bir gazeteci edasıyla onun kuytularına yollanıyordum. Safran Apartmanı. Kapının üzerindeki bu yarısı silinmiş yazıyı heceledim. Büyük demir kapı açıktı. İçerisi leş gibi kokuyordu. Otomatiğe bastım ama nafile. Cebimden çakmağımı çıkarıp merdivenleri çıkmaya başladım. Yaşama dair tek bir koku yoktu apartmanda. Bütün kokular çürümüşlüğün, fakirliğin, çaresizliğin ve tek başınalığın bayrağını açmıştı sanki. Bu bayrak değil ama, daire kapılarından birinin önüne asılmış bez parçası yüzümü okşadı.  Çakmağımı yaklaştırdığımda bunun bir futbol formasının üstü olduğunu anladım. Üçüncü kattaydım ve ayaklarımdaki sızı artmıştı. Avucumda sıkı sıkı tutuğum kâğıttaki adres tam da buraya işaret ediyordu. Kapıya ürkekçe vurdum. Sonra biraz daha sert bir iki vuruş... Kapı kilitlerinden sıyrıldı ve büyük bir gürültüyle açıldı.

Karşımda öylece duruyordu. İçeriden sızan kirli ışıkla biçimlenmiş bir siluet... Sonra içeri buyur etti. Çok yaşlıydı. Koltuğun üzerindeki kedileri kovdu. Çay içer miydim? Ya meyve? Rahat gelmiş miydim eve? Yağmur da romatizmaları azdırıyor, yaşlılık işte, sahi benim böyle sorunlarım var mıydı? Yok muydu, ah ne güzeldi, ne güzeldi genç olmak... O anlattı, ben kafamı salladım. Asıl oğlan, yani bendeniz,  asıl konuya gelmek istiyordu da bir türlü gelemiyordu. Sonra gözüm odada dolaşmaya başladı. Tatlı bir yorgunluk çökmüştü üzerime. Çay koymaya gitmişti ve beni de ağır bir uyku bastırmıştı. Neredeyse uyuyacaktım. Kendimi o kadar güçsüz hissediyordum ki, elimi kolumu oynatacak halim yoktu.

Dışarıdan, yeniden başlayan yağmurun damlara tıkır tıkır vuran sesi geliyordu. Rozetteki o sarı şapkalı kadının büyük boy resmini gördüğümü hatırlıyorum küflenmiş duvarların birinde. Bu sarı şapkalı kadın kimdi? Yine karşıma çıkan bu imge... Rozet satıcısı neden bu rozeti uygun görmüştü bana? Ya Memduh Bey? Neredeydi? Kalkıp bakacak halim yoktu. Çay koymaya gitmemiş miydi? “Memduh Beeey” diye seslendim. “Tamam, geldiiim” dedi genç bir ses. Bu benim sesimdi. Sonra da: “Lütfen Memduh deyin bana... Hem aramızdaki yaş farkını da düşünürsek... Ben sizin torununuz yaşındayım... Çayınızı hazırladım... Kaç şeker alırsınız? Eveeet, konumuza gelelim.  Şu sarı şapkalı kadından bahsediyordunuz. Biraz daha anlatır mısınız? Galiba bir de rozetçiden bahsediyordunuz... Ah evet... Biliyor musunuz bu aslında benim ilk...”  Birden her şey dondu kaldı. Karşımda duran kendime baktım. Adımı tekrarladım. Nerede olduğumu da... Çocuk işini yapıp gitti. Bunu ben yapmayacak mıydım? Birkaç da fotoğraf çekti galiba. E bunu da ben yapacaktım... Sonra da yeni biri olarak gitti. Gidişini seyrettim.

Hala olan biteni anlamaya çalışıyorum. Çıldırmamaya çalışarak hayatımı sürdürüyorum. Arada bir sokağa çıkıp bakkala falan uğruyorum. Ait olmadığım bir mahallede, ait olmadığım bir apartmanda, bir evde, bir bedende yaşamaya daha ne kadar dayanabileceğimi bilemiyorum. Zaman zaman o sarı şapkalı kadının resmine bakıp ağladığım da oluyor. O ilahi simgenin ne olduğunu hâlâ bulamadım. Kim kurtarabilir beni?  Kim hatırlar?

Son bir sözüm var şimdi: Beni kurtarın. Bu yazıyı okuyan herhangi biri, lütfen gelip beni kurtarsın. Ben aslında ben değilim. Tarlabaşı’nda, bir dökük apartmanda kayboldum. Romatizmalarım da azdı... Sadece röportaj yapmaya geldiğim bu ev beni hapsetti buraya. Şimdi yazmaya başlayacağım. Ve okuyacaksınız. Bakın her şey nasıl başladı:

Kareli kâğıda, çarçabuk yazılmış adresi ezberlemiştim, ama yine de avucumun içinde tutuyordum buruş buruş olmuş kâğıdı. Metronun yeniyetme, kaçak bakışlı insanlarından, buz gibi çinilerinden ve morg havasından sıyrılıp, merdivenlerle caddeye doğru yükseldiğimde sımsıcak bir yağmur karşıladı.


Ender Macun, Mayıs 12018

Fotoğraf: Helen Osborne, Sweet Tbilisi





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder