Kareli
kağıda, çarçabuk yazılmış adresi ezberlemiştim, ama yine de avucumun içinde
tutuyordum buruş buruş olmuş kağıdı. Metronun yeniyetme, kaçak bakışlı
insanlarından, buz gibi çinilerinden ve morg havasından sıyrılıp, merdivenlerle
caddeye doğru yükseldiğimde sımsıcak bir yağmur karşıladı. Sessizce, tane tane,
cetvelle çizilmiş kesik kesik çizgiler gibi, çocukluğumun yağmurlarını anımsatan,
sonra birden kaybolan bildik bir koku... Sanki, ferahlık ve aidiyetlik
duygularının ustaca karışımı... Bacaklarımda bir sızı hissettim. Romatizmal bir
durum olabilir miydi?
Saçak
altı arayan, sanki bir facia oluyormuşçasına kaçışan insanların, çiçekçilerin,
mendilcilerin, belediyecilerin, meczupların da ayrıca, içinden geçip
Tarlabaşı’na doğru hızlıca yürümeye başladım. Peşime sinyalci bir köpek
takıldı. Git, dedim, gitti. Arkama bakmadım.
Avucumdaki
kağıdı bir kez daha yokladım. Yağmur hızlanmıştı ve gideceğim yere varmama daha
epeyce vardı. Caddeden karşıya geçip bir taksi çevirebilir ve eğer taksinin
durma ihtimalini düşünürsek, “özür dilerim, aslında yakın bir yer... Bu
yağmurda... Acaba şu adrese...” gibisinden kelimeleri art arda, biraz
cümlesizce, sarf etme cesaretinde bulunabilirdim. Ama hayır, yürümek
istiyordum. Çok zamandır uğramadığım bu upuzun, hırçın mı hırçın caddeyi yağmur
altında aşmak, biraz da serinlemekti niyetim.
Öğlen
vakti olmasına rağmen hava neredeyse kararmıştı. İnsanlar yağmura çabucak
alıştılar. Kısa zaman içinde nereden çıktığı belli olmayan şemsiyeli insanlar
peydahlandı. Kediler ve köpekler için henüz erken denilebilirdi bu alışma hali
için. Onlar da telaşlı, apartmanların, dükkanların, şemsiye satıcılarının
kuytularına iliştiler, yalanıp silkelendiler. Yağmurla birlikte kaybolan neşeli
travestiler bu sefer şirin mi şirin, renkli mi renkli pardösüleriyle, şeffaf
şemsiyeleriyle boy gösterdiler. Neredeyse her bir köşe başını tuttular. Öğlen
uykusundan sıyrılan hemcinsleri de onlara katıldı. Tarlabaşı’nda çikletli
ağızlar, gülüşmeler birden arttı.
“Merhaba” dedi, gülümseyerek. Hızlı adımlarla
yürürken karşılaştığım bu “sıcak merhaba” beni biraz yavaşlattı. Aniden karşıma
çıkıveren bir yaşlı amca... Gür bıyıklı, tıknaz, temiz giyimli... Selamına
kibarca karşılık verip yoluma ve ıslanmama devam edecektim ki, bulunduğu saçak
altından, sakince şunu söyledi: “Rozet alır mısın bir tane? Bak bu sana çok
yakışır...” Rozet mi, dedim içimden. Nasıl yani? Niçin rozet almak
isteyeyim ki? Rozet almak isteyen bir tavır mı görmüştü bende. Oysa ben paşa
paşa, yağmurda ıslanarak gideceğim yere ulaşma çabasındaydım, o kadar. “Bakın,
ben röportaja gidiyorum. Gazeteden gönderdiler. Üç beş tane de fotoğraf
çekeceğim amca. Hem yağmur da yağıyor bak... Geç de kaldım zaten randevuma... Hayır
yani bu ilk deneyimim olmasa, kaşarlanmış bir gazeteci olsam, sizinle oturup...
Anlıyorsunuz beni değil mi?” Elbette bunlar aklımdan geçenlerdi. Ama
söyleyemedim. Ayrıca, bu rozet
satıcısının bu travestiler, polisler, ayyaşlar, kadın satıcıları, öylesine
yürüyen insanlar arasında ne işi vardı ki? İstiklal Caddesi’nde daha çok satış
yapmaz mıydı? Hem orası daha eğlenceli değil miydi rozet müşterileri (böyle bir
müşteri grubu varsa eğer) açısından?
Rozetleri iliştirdiği tablaya şöyle bir baktım göz ucuyla. Uçaklı, plaklı,
rakılı, armalı, portakallı, kadınlı ve bir sürü başka başka şeyli rozetler
gördüm. Benim için seçtiği ve iki parmağının arasında tuttuğu, üzerinde sarı
şapkalı bir kadın olan küçük bir rozetti. Yineledi: “İster misin? Bak ben yaşlıyım, eve ekmek
götüreceğim... Anlıyor musun?” Allah
Allah, dedim içimden ve bütün bu düşüncelerimi rozetçi amcaya olabildiğince
çaktırmadan, “hayır, teşekkür ederim” dedim kibarca, yoluma devam ettim.
Bir
yandan yürüyor, bir yandan da o rengârenk rozetleri düşünüyordum. Bir gün
mutlaka haber yapmalıydım bunu. Babamın da bir zamanlar bir rozet taktığını
hatırladım. Kruvaze ceketlerinin sol yakasına ustaca iliştirirdi rozeti. Onsuz
sokağa adım atmazdı; onun için, önemli bir kimlik belgesiydi bu rozet. Peki şu
sarı şapkalı kadın? Neyin işaretiydi, neyi gösteriyordu? Bir kulübün mü, yoksa bir şapkacı dükkânının
rozeti mi? Eski olduğu, bir yerlerden rozetçinin eline geçmiş olduğu kesin. Ama
neden bu sarı şapkalı kadın rozeti? Kafamda bu ve buna benzer yüzlerce soruyla hızlı
hızlı yürürken, İngiliz Konsolosluğu’nun arkasındaki parkta buldum kendimi.
Yağmur dinmişti. Şemsiyeler kapanmış, sokaklar yine dolmaya başlamış, kedilerle
köpekler kuytulardan çıkıp çöplüklere doğru yollanmaya başlamışlardı. Karşıya
geçip yarı yıkılmış binalarla, çöp torbalarıyla, ağlayan çocuklarla, siyah,
beyaz, mavi, kırmızı, mor insanlarla bezenmiş o sokağa girdim. Köşedeki bakkala
Safran Apartmanı’nı sordum. ”Aşağıda, soldan üçüncü sokakta” dedi ve o
klasik soruyu attı önüme: “Kimi arıyorsun?” Tam cevap verecekken Arap
bir kadın gelip bilmediğim bir dilde bir şeyler konuşmaya başladı bakkalla. Sonra
pazen perdeyi aralayıp tezgâhın arkasındaki odaya geçtiler. Soldan üçüncü
sokağa doğru yürüdüm. Ben yürürken sokak öylece durdu, beni seyretti. Utandım.
Yıllar önce bir serigrafi atölyesinde çalıştığım Tarlabaşı burasıydı işte.
Tarihimden, coğrafyamdan, kendimden bile sildiğim o yaban Tarlabaşı.
Şimdi
yine kendi rızamla, bir gazeteci edasıyla onun kuytularına yollanıyordum.
Safran Apartmanı. Kapının üzerindeki bu yarısı silinmiş yazıyı heceledim. Büyük
demir kapı açıktı. İçerisi leş gibi kokuyordu. Otomatiğe bastım ama nafile. Cebimden
çakmağımı çıkarıp merdivenleri çıkmaya başladım. Yaşama dair tek bir koku yoktu
apartmanda. Bütün kokular çürümüşlüğün, fakirliğin, çaresizliğin ve tek
başınalığın bayrağını açmıştı sanki. Bu bayrak değil ama, daire kapılarından
birinin önüne asılmış bez parçası yüzümü okşadı. Çakmağımı yaklaştırdığımda bunun bir futbol
formasının üstü olduğunu anladım. Üçüncü kattaydım ve ayaklarımdaki sızı
artmıştı. Avucumda sıkı sıkı tutuğum kâğıttaki adres tam da buraya işaret
ediyordu. Kapıya ürkekçe vurdum. Sonra biraz daha sert bir iki vuruş... Kapı
kilitlerinden sıyrıldı ve büyük bir gürültüyle açıldı.
Karşımda
öylece duruyordu. İçeriden sızan kirli ışıkla biçimlenmiş bir siluet... Sonra
içeri buyur etti. Çok yaşlıydı. Koltuğun üzerindeki kedileri kovdu. Çay içer
miydim? Ya meyve? Rahat gelmiş miydim eve? Yağmur da romatizmaları azdırıyor,
yaşlılık işte, sahi benim böyle sorunlarım var mıydı? Yok muydu, ah ne güzeldi,
ne güzeldi genç olmak... O anlattı, ben kafamı salladım. Asıl oğlan, yani
bendeniz, asıl konuya gelmek istiyordu
da bir türlü gelemiyordu. Sonra gözüm odada dolaşmaya başladı. Tatlı bir
yorgunluk çökmüştü üzerime. Çay koymaya gitmişti ve beni de ağır bir uyku
bastırmıştı. Neredeyse uyuyacaktım. Kendimi o kadar güçsüz hissediyordum ki,
elimi kolumu oynatacak halim yoktu.
Dışarıdan,
yeniden başlayan yağmurun damlara tıkır tıkır vuran sesi geliyordu. Rozetteki o
sarı şapkalı kadının büyük boy resmini gördüğümü hatırlıyorum küflenmiş
duvarların birinde. Bu sarı şapkalı kadın kimdi? Yine karşıma çıkan bu imge...
Rozet satıcısı neden bu rozeti uygun görmüştü bana? Ya Memduh Bey? Neredeydi?
Kalkıp bakacak halim yoktu. Çay koymaya gitmemiş miydi? “Memduh Beeey”
diye seslendim. “Tamam, geldiiim” dedi genç bir ses. Bu benim sesimdi. Sonra
da: “Lütfen Memduh deyin bana... Hem aramızdaki yaş farkını da düşünürsek...
Ben sizin torununuz yaşındayım... Çayınızı hazırladım... Kaç şeker alırsınız?
Eveeet, konumuza gelelim. Şu sarı
şapkalı kadından bahsediyordunuz. Biraz daha anlatır mısınız? Galiba bir de rozetçiden
bahsediyordunuz... Ah evet... Biliyor musunuz bu aslında benim ilk...” Birden her şey dondu kaldı. Karşımda duran
kendime baktım. Adımı tekrarladım. Nerede olduğumu da... Çocuk işini yapıp
gitti. Bunu ben yapmayacak mıydım? Birkaç da fotoğraf çekti galiba. E bunu da
ben yapacaktım... Sonra da yeni biri olarak gitti. Gidişini seyrettim.
Hala
olan biteni anlamaya çalışıyorum. Çıldırmamaya çalışarak hayatımı sürdürüyorum.
Arada bir sokağa çıkıp bakkala falan uğruyorum. Ait olmadığım bir mahallede,
ait olmadığım bir apartmanda, bir evde, bir bedende yaşamaya daha ne kadar
dayanabileceğimi bilemiyorum. Zaman zaman o sarı şapkalı kadının resmine bakıp
ağladığım da oluyor. O ilahi simgenin ne olduğunu hâlâ bulamadım. Kim
kurtarabilir beni? Kim hatırlar?
Son
bir sözüm var şimdi: Beni kurtarın. Bu yazıyı okuyan herhangi biri, lütfen
gelip beni kurtarsın. Ben aslında ben değilim. Tarlabaşı’nda, bir dökük
apartmanda kayboldum. Romatizmalarım da azdı... Sadece röportaj yapmaya
geldiğim bu ev beni hapsetti buraya. Şimdi yazmaya başlayacağım. Ve
okuyacaksınız. Bakın her şey nasıl başladı:
Kareli kâğıda, çarçabuk yazılmış
adresi ezberlemiştim, ama yine de avucumun içinde tutuyordum buruş buruş olmuş
kâğıdı. Metronun yeniyetme, kaçak bakışlı insanlarından, buz gibi çinilerinden
ve morg havasından sıyrılıp, merdivenlerle caddeye doğru yükseldiğimde sımsıcak
bir yağmur karşıladı.
Ender
Macun, Mayıs 12018
Fotoğraf: Helen Osborne, Sweet Tbilisi |
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder