Benim şu okuduğunuz hikâyem olmayan bir şehri anlatır.
Benim huzursuz masalım bu şehirde yaşayan sıradan insanları heyecanla ve pek de
sıradan olmayan bir merakla anlatır. Bilirim; her sabah yavaşça ve gürültülü,
ahenksiz renklerle aydınlanan bu şehir, insanlar, şu başıboş kedi ve köpekler, kuşlar, tabak,
çanak, dolap, yatak falan, şeyler diyelim, aslında yoktur; varmış gibi yapar,
hepimize mucizeler, meziyetler gösterir, o mucize ve meziyetlere karşı
şaşkınlığımızla ve sadakatimizle alay eder durur asırlardır. Safça ve korkuyla
inanırım buna. Ah, uslanmadan birlikte el ele verip çocuklar gibi inanırız.
Belki, çaresizce, inanmış gibi yaparız da şen şarkılarına, tüm başıbozuk cenk
hikâyelerine, güzel rakslarına ve kahkahalarına, aldatmalarına, enfes yiyecek
içeceklerle kışkırtmalarına, bonkörlüklerine karışıp, kendimizden gideriz hep.
Yokluğu, senin, benim, çoluk çocuğun, konu komşunun, herkesin biçare, tanımsız
yokluğu gibidir. Öyledir. Hikâyem işte bunu anlatır.
Kederlenmek için bazen öyle büyük acılar gerekmez. Bir
kertenkelenin kuyruğundan aheste ayrılışı gibi, bir kaplumbağanın yavaşça
sendeleyerek yerini değiştirmesi gibi, tek ayağı kısa bir tabureyi durup
seyretmek gibi şeyler de kederlenmeye kâfidir, öyledir. Kuşkusuz, işte bunu da dürüstçe ve hazin bir
keyifle anlatır hikâyem.
Şehir, kenarında köşesinde, kırık dökük lahitli
çukurlarının, mezbelelerin en dibinde, yorgun argın binalarının kuşkonmaz
tepesinde, damında yaşamış, yaşamakta ve yaşayacak birilerine, pür serkeşlere,
düzgünlere, hayatı bir anda tepetaklak olmuşlara, hayatı yalamış yutmuşlara,
öyle olduğunu sananlara, salaklara,
inananlara, inanmazlara, bitirimlere, haytalara, uçkuru kopuklara, pejmürde
olmuşlara, hayatı iplemeyenlere, ah işte sana, cilveli cilveli göz kırpar durur
hep. Ben işte bak, buradayım, der. Bilirim. Gör, bak… Yalan ben. Olmayan ben.
Eski ben. Sen neredesin? Ne yapıyorsun? Şu an diyorum yani, ne yapıyorsun? Seni
suçlar durur nedensizce. Geçmişine götürür; suya götürür de susuz getirir.
Keder. Neredesin? Merak eder. Konuşur durur. Uzun, açık saçık, pervasız
cümleler kurar. Bak, şehir uslanmaz bir kadındır önce, dinle. Öyledir. Edepsizdir.
Emir verir. Susmaz. Utanmaz. Unutmaz da. Hiçbir şeyi unutmaz; her şeyin kutu
kutu, çekmece çekmece, dolap dolap vesikası vardır bir yerlerinde. Divitle,
tükenmezle, kurşun kalemle, tükürüklü mor sabit kalemle, nakışla, daktiloyla,
kanla, irinle, mürekkeple ve yağmur suyuyla yazılmıştır. Fotoğraf kâğıdına
basılmış, çeşit çeşit kâğıtlara, güllü çarşaflara, sidik kokan yosun tutmuş
duvarlara, ahşaba, taşlara, kor demire, döküme resmedilmiştir. Saklıdır.
Şehir yaban erkektir. Kahvehanelerin kirli, çıplak
ampullerinde, esnaf lokantalarının oynak ayaklı pislikten rengi okunaksızlaşmış
muşamba kaplı pis sandalyelerinde, çiçeksiz balkon bitkilerinin çatlamış,
beyazlamış ölü topraklarında, sinema koltuklarının süngeri çıkmış oynak
oturaklarında, işportada satılan yangın malı plastik bebeklerin naylon
saçlarında, artık hiçbir zaman çalışmayacak olan, yine de duvara acıyı
hafifletmek için mıhlanmış, zamanı ve seni, ve sahibini bekleyen miadını
doldurmuş ağır duvar saatlerinin çarklarının, yaylarının, zembereklerinin
içinde bir yerlerde… hikâyesi saklıdır.
Şehir, su gibi akışkandır da. Kızarsın, alınırsın, kavgaya
tutuşursun da bitmek bilmez genç kız alınganlıkları. Günün her saatinde salkım
saçak kendini gezdirir orada burada. Şehir gözünün içine baka baka yalan
söyler, seni içine içine çeker, sen girmek istemesen de mağaralarının, derme
çatma evlerinin, beton kuyularının, daracık viranelerinin en dolambaçlı ve
efsunlu kesimlerine sürükler seni işte. Gece ve gündüz durmadan sürükler. Belki
yolcusundur bak, gelip geçeceksindir, yükün vardır, dikkat et, yolundan
alıkoyar, yükünü elinden bin bir dalavereyle alır, geri vermez ha. Para pul
bırakmaz delik cebinde. Gebe bırakır seni kendine. Şehir seni elinde muştuyla
köşe başlarında bekler. Sen, yatağında hiç bir şey yapmadan öylece uzanmışken,
bir şey yapmıyorken… aslında neredesin? Şehir beş karışlık çocuktur da.
Öyledir. Elini uzatsan, sevsen, okşasan saraylarından, saraylarının
avlularından başlayarak… Sonra bir sokağını sevsen. Ağacını sevsen uzun uzun. O
ağaca yani, bir çınar olsun diyelim,
sarılsan, öpüp helalleşsen. Sonra bırakmasan hiç.
Saklama; aklının bir yeri hep bu şehirdedir senin. Hiç
gelmemiş olsan bile buraya… Resimlerini soluk kartpostallarda, dergilerde,
gazetelerde görmüşsündür. Kederli insanlarının acı ve tuhaf hikâyelerini
gözlerin yaşararaktan okumuşsundur, birilerine daha anlatmışsındır,
hikâyelerini dinlemişsindir bir yerlerde, birilerinden. Televizyonun parlak
ışığına yüzünü yaslayıp ağlayarak, yarı uykulu seyretmişsindir. Rengârenk
gazinolarını, tek kişilik kauçuk berduş yataklarını, ucuz işportacı
tezgahlarını, penceresi naylonlu işsiz, bekâr ve göçmen odalarını, nemli,
keskin kokulu kerhanelerini, sıra sıra odalarını, köşesini bucağını eminim ki
bilirsin. Belki tarihini de enikonu
biliyorsundur. Şanlı tarihini, kanlı, uçsuz bucaksız, mevsimsiz, ezelsiz,
doğurgan, buyurgan ve ama müşfik, sebat eden, kayıran, üryan tarihini… Tarih
nedir ki Allah aşkına? Gel birlikte yazalım, otur şuraya yanı başıma, hasta
yatağımın köşesine desem, yazar mısın benimle? El yordamıyla, buluruz üç beş
cümle… Yazarız. Bizim tarihimiz işte. Kitap bile olur bu. Oysa, biz neredeyiz?
Hangi karanlık ve sahipsiz cehennemde, kimlerin harikulade ve üryan
seyrindeyiz?
Ah, ama şehir, işte bu olmayan şehir, yıllar önce,
kimsenin hatırlayamadığı bir zamanda belki,
bir büyük yangında kül olup gitmiş, biçare, harabeye, ıssız mezbeleye
dönmüştür. Ne ev kalmıştır ne de bark geriye. Ne bahçe ne bağ… İnsan da
kalmamıştır. Ölü köpekler, kuşlar ve kediler üst üste yığılmıştır bir masal
sarayın kandilli bahçesine. Yanan taş gördün mü sen hiç? Kül olmuş taş… Taşları
da yanmıştır cayır cayır şehrin. Kuşlar böceklere, insan ağaca, evler bahçelere
yorgun argın, buralardan uzakta bir yerlerde anlatır durur. Taş yangını. Şehir
yoktur; olmayan bu uyku şehrinin üzerine, toprağına, üst üste yıkılmış kalmış
beton bloklarına, erimiş, tuz buz olmuş renksiz kiremitlerine, camsız pencere
boşluklarından yabani ve mecnun sarmaşıkların acıyla tırmandığı tarihi, şanlı
saraylarına, kadim kertenkelelerin ev olarak benimsediği dehlizlerine, taştan
sahte ve turistlik kulelerine, süs havuzlarına, flama ve bayraklarına, plastik,
teneke, çinko borularına, telefon ve telgraf direklerine, muşamba damlarına,
ışıklı şadırvanlarına, bütün ama bütün kederli, yosunlu merdivenlerine,
yosmaların soluk pembe eteklerine, yokuşlarına, bir de, eski ama çok eski
hikâyelerinin, uzun uzun masallarının üzerine ılık bir yağmur yağar akşamüzerleri.
Mevsimi yok bir uslu yağmur. Ben görürüm. Ben nerede olsam duyarım. Mevsim ne
olursa olsun… İster gece, ister gün. Her şey ılık ve temiz bu yağmur suyuyla
yıkanır, temizlenir. Sonra, hazin yağmur da geçer gider. Uyku bir anda biter.
Şiir, işte bunun için yazılır burada. Semah bunun için sessiz bir ıslıkla
dönülür, bütün adamakıllı, işinin ehli terziler bunu teyeller gömlek içlerine
tılsım niyetine. Şairler hep bunu anlatır. Fısır fısır, kulaktan kulağa bu
konuşulur. Sonra kimsesiz, ölürler.
Şarkılar, işte bak, bunun için gözler kapalı, huşûyla söylenir
kadehlerde okunaksız yankı olur durur. Sonra biterler. Her şey gibi yani. Şehir
dinler. Şehir seni bekler.
Gün geçmez yorgunluktan. Akşam zor olur. Beşiktaş, bizim
semt, yavaştan, sahilden yokuşlarına, Çınarlarından deniz kenarlarına, oradan
boğazın harikulade sularına kadar bembeyaz, tülümsü, ince bir sise gömülür,
Edirnekapı en yorgunudur semtlerin, susar artık, çekilir köşesine, dumanlanır,
Saraçhane bitap, koynunda bir uğursuzun, uykuya dalar, bir kopuk rüya sonra.
Eminönü gecede usulca kaybolur gözünün önünde, işte bak, elini dokundurmak
istesen bir köprüsüne, yok. Öpmek istesen hayal… Unkapanı küçük, sıradan
dalgaların içinde yavaştan yitip gider, arasan bulursun belki, kim bilir. Taksim adı silinmiş bestekârının sesiyle yeni
bir hüzzam şarkıya başlar; hepimiz açarız kulaklarımızı dinleriz, mağrur ve bir
yokuş nasıl da düzleşir işte tam da şurada,
içimde… İşte o yokuşun başında durup âleme bakanlar ve meşhur şarkıyı, harap
olmuş, dinleyenler vardır. Ben de oradayımdır. Dostlar kadehlerini kaldırır. Dillerinin
ucuna gelen bir adı söyleyemezler. Unutmak. Onlar, ben, hepimiz yani,
şaşkınlarızdır. Unutkan şaşkınlar. Ya
da, böyle olduğunu düşünürüm. Olsun ama… Ben bilirim. Şarkı inim inim söyler,
anlatır bunu… kimse bilmez. Dilimizin ucuna gelen her şey orada öylece kalır,
uyur. Sonra da hiç çekinmeden, yüksünmeden; bir iki üç tıp.
Ender Macun, Mayıs 2018
Fotoğraf:
Nicos Economopoulos, 1991, Merkez Tren İstasyonu, Tiran
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder