Şehir - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Şehir - Ender Macun

Şehir - Ender Macun

Paylaş

Benim şu okuduğunuz hikâyem olmayan bir şehri anlatır. Benim huzursuz masalım bu şehirde yaşayan sıradan insanları heyecanla ve pek de sıradan olmayan bir merakla anlatır. Bilirim; her sabah yavaşça ve gürültülü, ahenksiz renklerle aydınlanan bu şehir, insanlar,  şu başıboş kedi ve köpekler, kuşlar, tabak, çanak, dolap, yatak falan, şeyler diyelim, aslında yoktur; varmış gibi yapar, hepimize mucizeler, meziyetler gösterir, o mucize ve meziyetlere karşı şaşkınlığımızla ve sadakatimizle alay eder durur asırlardır. Safça ve korkuyla inanırım buna. Ah, uslanmadan birlikte el ele verip çocuklar gibi inanırız. Belki, çaresizce, inanmış gibi yaparız da şen şarkılarına, tüm başıbozuk cenk hikâyelerine, güzel rakslarına ve kahkahalarına, aldatmalarına, enfes yiyecek içeceklerle kışkırtmalarına, bonkörlüklerine karışıp, kendimizden gideriz hep. Yokluğu, senin, benim, çoluk çocuğun, konu komşunun, herkesin biçare, tanımsız yokluğu gibidir. Öyledir. Hikâyem işte bunu anlatır.

Kederlenmek için bazen öyle büyük acılar gerekmez. Bir kertenkelenin kuyruğundan aheste ayrılışı gibi, bir kaplumbağanın yavaşça sendeleyerek yerini değiştirmesi gibi, tek ayağı kısa bir tabureyi durup seyretmek gibi şeyler de kederlenmeye kâfidir, öyledir.  Kuşkusuz, işte bunu da dürüstçe ve hazin bir keyifle anlatır hikâyem.

Şehir, kenarında köşesinde, kırık dökük lahitli çukurlarının, mezbelelerin en dibinde, yorgun argın binalarının kuşkonmaz tepesinde, damında yaşamış, yaşamakta ve yaşayacak birilerine, pür serkeşlere, düzgünlere, hayatı bir anda tepetaklak olmuşlara, hayatı yalamış yutmuşlara, öyle olduğunu sananlara, salaklara,  inananlara, inanmazlara, bitirimlere, haytalara, uçkuru kopuklara, pejmürde olmuşlara, hayatı iplemeyenlere, ah işte sana, cilveli cilveli göz kırpar durur hep. Ben işte bak, buradayım, der. Bilirim. Gör, bak… Yalan ben. Olmayan ben. Eski ben. Sen neredesin? Ne yapıyorsun? Şu an diyorum yani, ne yapıyorsun? Seni suçlar durur nedensizce. Geçmişine götürür; suya götürür de susuz getirir. Keder. Neredesin? Merak eder. Konuşur durur. Uzun, açık saçık, pervasız cümleler kurar. Bak, şehir uslanmaz bir kadındır önce, dinle. Öyledir. Edepsizdir. Emir verir. Susmaz. Utanmaz. Unutmaz da. Hiçbir şeyi unutmaz; her şeyin kutu kutu, çekmece çekmece, dolap dolap vesikası vardır bir yerlerinde. Divitle, tükenmezle, kurşun kalemle, tükürüklü mor sabit kalemle, nakışla, daktiloyla, kanla, irinle, mürekkeple ve yağmur suyuyla yazılmıştır. Fotoğraf kâğıdına basılmış, çeşit çeşit kâğıtlara, güllü çarşaflara, sidik kokan yosun tutmuş duvarlara, ahşaba, taşlara, kor demire, döküme resmedilmiştir. Saklıdır.

Şehir yaban erkektir. Kahvehanelerin kirli, çıplak ampullerinde, esnaf lokantalarının oynak ayaklı pislikten rengi okunaksızlaşmış muşamba kaplı pis sandalyelerinde, çiçeksiz balkon bitkilerinin çatlamış, beyazlamış ölü topraklarında, sinema koltuklarının süngeri çıkmış oynak oturaklarında, işportada satılan yangın malı plastik bebeklerin naylon saçlarında, artık hiçbir zaman çalışmayacak olan, yine de duvara acıyı hafifletmek için mıhlanmış, zamanı ve seni, ve sahibini bekleyen miadını doldurmuş ağır duvar saatlerinin çarklarının, yaylarının, zembereklerinin içinde bir yerlerde… hikâyesi saklıdır.

Şehir, su gibi akışkandır da. Kızarsın, alınırsın, kavgaya tutuşursun da bitmek bilmez genç kız alınganlıkları. Günün her saatinde salkım saçak kendini gezdirir orada burada. Şehir gözünün içine baka baka yalan söyler, seni içine içine çeker, sen girmek istemesen de mağaralarının, derme çatma evlerinin, beton kuyularının, daracık viranelerinin en dolambaçlı ve efsunlu kesimlerine sürükler seni işte. Gece ve gündüz durmadan sürükler. Belki yolcusundur bak, gelip geçeceksindir, yükün vardır, dikkat et, yolundan alıkoyar, yükünü elinden bin bir dalavereyle alır, geri vermez ha. Para pul bırakmaz delik cebinde. Gebe bırakır seni kendine. Şehir seni elinde muştuyla köşe başlarında bekler. Sen, yatağında hiç bir şey yapmadan öylece uzanmışken, bir şey yapmıyorken… aslında neredesin? Şehir beş karışlık çocuktur da. Öyledir. Elini uzatsan, sevsen, okşasan saraylarından, saraylarının avlularından başlayarak… Sonra bir sokağını sevsen. Ağacını sevsen uzun uzun. O ağaca yani, bir çınar olsun diyelim,  sarılsan, öpüp helalleşsen. Sonra bırakmasan hiç.

Saklama; aklının bir yeri hep bu şehirdedir senin. Hiç gelmemiş olsan bile buraya… Resimlerini soluk kartpostallarda, dergilerde, gazetelerde görmüşsündür. Kederli insanlarının acı ve tuhaf hikâyelerini gözlerin yaşararaktan okumuşsundur, birilerine daha anlatmışsındır, hikâyelerini dinlemişsindir bir yerlerde, birilerinden. Televizyonun parlak ışığına yüzünü yaslayıp ağlayarak, yarı uykulu seyretmişsindir. Rengârenk gazinolarını, tek kişilik kauçuk berduş yataklarını, ucuz işportacı tezgahlarını, penceresi naylonlu işsiz, bekâr ve göçmen odalarını, nemli, keskin kokulu kerhanelerini, sıra sıra odalarını, köşesini bucağını eminim ki bilirsin.  Belki tarihini de enikonu biliyorsundur. Şanlı tarihini, kanlı, uçsuz bucaksız, mevsimsiz, ezelsiz, doğurgan, buyurgan ve ama müşfik, sebat eden, kayıran, üryan tarihini… Tarih nedir ki Allah aşkına? Gel birlikte yazalım, otur şuraya yanı başıma, hasta yatağımın köşesine desem, yazar mısın benimle? El yordamıyla, buluruz üç beş cümle… Yazarız. Bizim tarihimiz işte. Kitap bile olur bu. Oysa, biz neredeyiz? Hangi karanlık ve sahipsiz cehennemde, kimlerin harikulade ve üryan seyrindeyiz?

Ah, ama şehir, işte bu olmayan şehir, yıllar önce, kimsenin hatırlayamadığı bir zamanda belki,  bir büyük yangında kül olup gitmiş, biçare, harabeye, ıssız mezbeleye dönmüştür. Ne ev kalmıştır ne de bark geriye. Ne bahçe ne bağ… İnsan da kalmamıştır. Ölü köpekler, kuşlar ve kediler üst üste yığılmıştır bir masal sarayın kandilli bahçesine. Yanan taş gördün mü sen hiç? Kül olmuş taş… Taşları da yanmıştır cayır cayır şehrin. Kuşlar böceklere, insan ağaca, evler bahçelere yorgun argın, buralardan uzakta bir yerlerde anlatır durur. Taş yangını. Şehir yoktur; olmayan bu uyku şehrinin üzerine, toprağına, üst üste yıkılmış kalmış beton bloklarına, erimiş, tuz buz olmuş renksiz kiremitlerine, camsız pencere boşluklarından yabani ve mecnun sarmaşıkların acıyla tırmandığı tarihi, şanlı saraylarına, kadim kertenkelelerin ev olarak benimsediği dehlizlerine, taştan sahte ve turistlik kulelerine, süs havuzlarına, flama ve bayraklarına, plastik, teneke, çinko borularına, telefon ve telgraf direklerine, muşamba damlarına, ışıklı şadırvanlarına, bütün ama bütün kederli, yosunlu merdivenlerine, yosmaların soluk pembe eteklerine, yokuşlarına, bir de, eski ama çok eski hikâyelerinin, uzun uzun masallarının üzerine ılık bir yağmur yağar akşamüzerleri. Mevsimi yok bir uslu yağmur. Ben görürüm. Ben nerede olsam duyarım. Mevsim ne olursa olsun… İster gece, ister gün. Her şey ılık ve temiz bu yağmur suyuyla yıkanır, temizlenir. Sonra, hazin yağmur da geçer gider. Uyku bir anda biter. Şiir, işte bunun için yazılır burada. Semah bunun için sessiz bir ıslıkla dönülür, bütün adamakıllı, işinin ehli terziler bunu teyeller gömlek içlerine tılsım niyetine. Şairler hep bunu anlatır. Fısır fısır, kulaktan kulağa bu konuşulur. Sonra kimsesiz, ölürler.  Şarkılar, işte bak, bunun için gözler kapalı, huşûyla söylenir kadehlerde okunaksız yankı olur durur. Sonra biterler. Her şey gibi yani. Şehir dinler. Şehir seni bekler.

Gün geçmez yorgunluktan. Akşam zor olur. Beşiktaş, bizim semt, yavaştan, sahilden yokuşlarına, Çınarlarından deniz kenarlarına, oradan boğazın harikulade sularına kadar bembeyaz, tülümsü, ince bir sise gömülür, Edirnekapı en yorgunudur semtlerin, susar artık, çekilir köşesine, dumanlanır, Saraçhane bitap, koynunda bir uğursuzun, uykuya dalar, bir kopuk rüya sonra. Eminönü gecede usulca kaybolur gözünün önünde, işte bak, elini dokundurmak istesen bir köprüsüne, yok. Öpmek istesen hayal… Unkapanı küçük, sıradan dalgaların içinde yavaştan yitip gider, arasan bulursun belki, kim bilir.  Taksim adı silinmiş bestekârının sesiyle yeni bir hüzzam şarkıya başlar; hepimiz açarız kulaklarımızı dinleriz, mağrur ve bir yokuş nasıl da düzleşir işte tam da şurada,  içimde… İşte o yokuşun başında durup âleme bakanlar ve meşhur şarkıyı, harap olmuş, dinleyenler vardır. Ben de oradayımdır. Dostlar kadehlerini kaldırır. Dillerinin ucuna gelen bir adı söyleyemezler. Unutmak. Onlar, ben, hepimiz yani, şaşkınlarızdır. Unutkan şaşkınlar.  Ya da, böyle olduğunu düşünürüm. Olsun ama… Ben bilirim. Şarkı inim inim söyler, anlatır bunu… kimse bilmez. Dilimizin ucuna gelen her şey orada öylece kalır, uyur. Sonra da hiç çekinmeden, yüksünmeden; bir iki üç tıp.


Ender Macun, Mayıs 2018



Fotoğraf: Nicos Economopoulos, 1991, Merkez Tren İstasyonu, Tiran


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder