Seslerin ve Eşyanın Hayaletleri - Ender Macun - Sevdalım Hayat
Seslerin ve Eşyanın Hayaletleri - Ender Macun

Seslerin ve Eşyanın Hayaletleri - Ender Macun

Paylaş

Büyük şarkıcı, sessizliğimizin şarkılarını söyleyendir.
                                                                                                                       Halil Cibran
Uyandığında evde kimsecikler yoktu. Kar hazin bir yağmura dönmüştü şimdi. Pencerenin önünde oturmuş, dışarıda, yağan sessiz yağmuru, damlara vuran iri damlaları, damların üzerinde garip bir şarkıyı hep bir ağızdan söyleyerek bir oraya, bir buraya uçan grimsi Bizans martılarını, onların üzerindeki kocaman bulutları seyrederken bir yandan da geçip gitmek bilmeyen şu kış günlerinin neden bir türlü geçip gitmek bilmediğini düşündü. Eskiden, gençliğinde yani,  kış ayları daha mı çabuk geçiyordu? Kaçışan, ıslanmamak için saçak altı arayan insanları, büyücek şemsiyesine üç beş kişiyle sığınmış, elleri cebinde, köşedeki poğaçacıyı, otobüs durağındaki öğrencileri, hemen yanında, küçük bir arabada pilav satan çocuğu seyre daldı sonra da. Tam pencerenin karşısında, durakta, bir otobüs arıza yapmış, yolcular öfleye pöfleye iniyordu araçtan. Otobüsün şoförü ile iki kişi hummalı bir tartışmaya girişmiş, bu tartışma kısa sürede alevlenip şoförle yolcular birbirlerine girmişlerdi. Üç beş kişi koşup yetişti, kavgaya tutuşanları ayırdılar. Gözünü ayırmadan seyrettiği bu harikulade film az sonra bitecek, pek yakında ev içinde başka bir film başlayacaktı.

Parmaklarıyla saydı Adviye Hanım; yaza az kalmıştı. Sadece üç parmak. O kadar. ‘Az kalmış ayol’ dedi, bu minik sözcükler camda buğu oldu. Burnunu cama dayadı. İçi sıkıldı. Ağrıyan dizlerini kaloriferin sıcacık peteklerine dayadı, bir ayağıyla, ters dönmüş terliğini düzeltmeye çalıştı. Gözlüğünü burnunun üzerine itip yerleştirdi..
Yaz gelince sıkı sıkı kapatılmış olan pencereler açılacak, eve sokağın kokusu, bağırışları girecekti. Buraya yaz geldi mi, artık her yere yaz gelecek,  şehir şenlenecekti elbet.  Şu karşıdaki harikulade kuleye, onun ötesindeki kederli, yorgun argın evlere, minareleri uzayan güzelim camilere, sonra bütün kulelere, hanlara, hamamlara, köprülere insanlara.

Pencereyi açtı. Ellerini dışarı çıkarıp yağmura uzattı. ‘Kapat o pencereyi, üşüteceksin’ diye bağırdı mutfaktan Neriman. Adviye Hanım daha hastalıktan yeni kalkmıştı. ‘İlaçlarını aldın mı?’ Pencereyi kapatıp ağır ağır, ayaklarını sürüye sürüye hole yürüdü. ‘Ne zaman geldin sen Neriman? Yoktun evde?’  Konsolun üzerinden ilaçları aldı. Gözlüklerini alnından indirip dikkatlice inceledi. ‘İstemiyorum bunları’ dedi memnuniyetsiz bir ses tonuyla. Sesinde, küçük bir çocuğun iştahsızlığına yansıyan mıymıntı, nahoş bir hal de vardı ayrıca. ‘At bunları sen. Uyutuyor bunlar beni hem, sersem gibi yapıyor. Bütün gün kendimi bilmiyorum. Kimim, neredeyim…’  Neriman söylene söylene pardösüsünü sırtına aldı, para çantasını da eline. ‘Çıkıyorum ben, biraz bir şeyler alacağım pazardan. Yağ da bitmiş, bak. Yat istersen sen. İlaçlarını al ama. Söyletme bani bak.’  Adviye Hanım salondan yatak odasına, oradan banyoya, küçük tuvalete, sanki kaybettiği bir şeyi arar gibi dolaştı durdu sessizce. ‘Sigara da al üç beş paket. Kibritleri de bulamıyorum. Zaten hiçbir şey yok bu evde. Gittin mi? Neriman. Gittin mi huuu!? Ne zaman geldin ki, hem niye gidip gidip duruyor bu?’

Neriman’ın yatak odasına girdi, kendi odasında yer olmadığı için taşındıklarında buraya koydukları aynalı gardırobunun önünde durdu ve cebinden çıkardığı anahtarla kapısını açtı. ‘Saklamıştım buraya bir yere’ dedi içinden. ‘Nerede acaba? Bu gardırop da burada olmuyor ki. Söyledim. Dinletemedim. Alıp benim odaya koyacağız işte. Cama yaslayacağız. Dışarıyı görmek isteyen balkona çıksın. Cam önünde olmazmış. Ne olmazmış? Cam önünde ha?’ Valizin hemen yanında iki paket sigara gördü. ‘Yok,’ dedi, ‘bunlar fena öksürtüyor beni. Hele bu kısaları’ Gerisin geriye, salona geçti. Radyoyu açtı, yanık bir türkünün anlaşılamayan kelimeleri uçuştu odada. Yüzünü ekşiterek hemen kapattı. İki kısa öksürükten sonra da yatağına uzanıp yattı, ayaklarını koca karnına doğru çekti. ‘Sigara kalmamış. Vardı. Ara ki bulasın. Nereye kaldırdı acaba? Vardı vardı. Biliyorum, şu çekmecedeydi. Öff, şimdi kalk ki bulasın.’

Adviye Hanım, orta parmağının tırnağıyla paketin üstünü yırtar, kâğıt parçasını parmakları arasında yuvarlayarak küçücük bir boncuk yapardı.  Bu kâğıttan boncuğu küllüğe attıktan sonra büyük bir keyifle paketten ilk sigarayı yine sarımsı tırnaklarını kullanarak çeker çıkarırdı. İki parmağıyla diline yasladığı sigarayı, ağzının sağ tarafına doğru çekerek usulca yerleştirirdi. Ağzında sigarayla konuşurken henüz yanmamış sigara bir orkestra şefinin batonunu kibarca sağa, sola yukarı aşağı hareket ettirmesini anımsatır bir şekilde boşlukta salınırdı. Çakmaklarla arası iyi olmadığından, evde paket paket kibrit bulundururdu. Çaktığı ilk kibrit hiçbir zaman sigarasını yakacak güçte parlamaz, meret hemen sönerdi. O zaman ‘Neriman kapat şu pencereyi cereyan yapıyor’ derdi. İkinci sefer, bu defa daha şiddetli vururdu kibrit çöpünü eczaya. Parlak bir alevle yanmaya başlayan kibrit çöpüne çabucak sigarasını yaklaştırır, derin derin nefes alır, o tütsülü dumanı içine çektikçe sigaranın ucu daha bir şevkle ve hararetle yanar, dumanı dışarıya, odaya kesik kesik öksürükler eşliğinde üflerdi. Devamlı elinde sigarayla oynadığından sağ elinin parmakları, tırnakları sarımsıydı. Başının iki yanından omuzlarına kadar inen saçları da aynı kirli sarıya boyanmıştı sanki.  Sigara ömründeki çok az zevkten biriydi Adviye Hanım’ın. Kalp yetmezliği olmasına rağmen ve doktorun, ev halkının, konu komşunun o kadar ısrarına rağmen sigaradan vazgeçmeyi bir an olsun düşünmemişti. ‘Ben mezara, o mezara’ derdi konu açıldığında. Zaten konu da hemen kapatılırdı. Gece boyunca Adviye Hanım’ın öksürmeleri hiç bitmezdi. Önce kesik kesik sonra uzun öksürük krizlerine girer, yattığı yer yatağında bin bir güçlükle doğrulur, sırtını buz gibi duvara yaslar, başını havaya kaldırarak derin derin solurdu. Öksürük nöbeti biraz uzun sürerse bu sefer zar zor kendini yataktan dışarıya atar,  bir bardak su doldurur, içer ve holde oturup kesik öksürüklerin mucizevi bir şekilde geçmesini kendi kendine telkin ederek beklerdi. ‘Geçer şimdi, şimdi geçecek. Hep böyle oluyor zaten. Geçip gidiyor bir zaman sonra.’ Zaten narin olan uykusu öksürük nöbeti geçtiğinde iyice kaçmış olur, o da bunu vesile ederek paketten bir dal sigara çekip önce masada avucunun içiyle yuvarlar, sonra da uçlarından çıkan tütün iplikçiklerini tek tek temizleyip kül tablasına atar ve geciktirmeden, hemen kibriti ateşlerdi.  Poff!

Onun sigara içişinin tatlı bir yolculuk hali olduğunu, kendi de bu yolun uslanmaz yolcusu olduğundan, bilirdi Neriman. Holde oturup konuşurken, ikisi de çekirdek çıtlatan insanların hızı ve bir başlayınca bir türlü bırakamaması  gibi birbiri ardına izmaritleri söndürürler, kül tablasını ağzına kadar doldurup, gidip çöpe döküp, sanki hiç bir şey olmamışçasına, bu kadar mereti ‘yiyip bitiren’ kendileri değilmiş gibi, yeniden kaldıkları yerden  devam ederlerdi; bu sefer daha bir iştahla. Neriman, kartondan çıkarttığı süslü pırıl pırıl paketleri tek tek mutfak dolabında baharatların olduğu rafa ganimetlerini gizli dehlizine yerleştiren bir korsan edasıyla dizer, her yeni paketi açtığında kalan paketleri tek tek saymayı da ihmal etmezdi.

Evde bir çok kül tablası olmasına rağmen Adviye Hanım sadece kendisi içiyorsa, her zaman beyaz, seramik küçük bir kül tablası kullanırdı. Uzak akraba polis Ziya’nın bir Kıbrıs gezisi dönüşünde getirdiği, üzerinde yemyeşil bir Kıbrıs haritası bulunan kül tablası holdeki masanın demirbaşıydı. Zaman zaman, sakarlıktan, bu hol masası üzerine dökülen bir bardaktan yayılan çay örtü üzerinde kendine hızlıca yol açar, gider Adviye Hanım’ın sigara paketini bulur, paketteki sigaraların yarısından fazlasını sırılsıklam ederdi. Adviye Hanım yağmurda kalmış çamaşırları ipten toplamanın telaşına benzer bir telaşla alelacele bardağı kaldırır, paketi tüm sigaralar ıslanmadan kurtarır, birkaç kez sövdükten sonra paketi alır, salona, pencere kenarına giderdi. Islak paketi mandalina soyar gibi nazikçe soyar, içindeki ganimeti açığa çıkarır, zarar ziyanın çabucak bir hesabını yapar, sonra da dal dal ıslak sigaraları pencere önüne keyifle dizerdi. ‘Altına gazete koy, nemi alsın’ derdi Neriman mutfaktan seslenerek. ‘Bak şurada gazete ilaveleri var.’ ‘Yok’ derdi, ‘gazeteye yapışıyor sonra, senin çay çok şekerli.’

Neriman pazardan döndüğünde üstü başı hep sırılsıklam olmuştu. Holde silkelendi, pardösüsünü çıkarıp astı. ‘Dışarıda olanın aklı yok’ dedi kendi kendine. ‘Anne, uyuyor musun?’ Hiçbir ses duymadı. Yanına gitti, üzerini örttü, şefkatli bir evlat dürtüsüyle. Saçından başından su damlıyordu taş döşemeye. Poşetleri bıraktığı yerden alıp sessizce mutfağa taşıdı. Banyoya gidip saçını kuruladı. Çabucak bir kahve yaptı kendine. Adviye Hanım için aldığı sigaraları komodinin üzerine bıraktı. Hep kilitli olan ve evdeki herkesin merak ettiği eski aynalı dolabın kapısının aralık olduğunu gördü sigarasını tüttürürken. ‘Anahtarı da üzerinde’ dedi içinden. Yorgun ve çaresiz anahtar, sahibinin gelip bir an önce kendini kilit etrafında iki tur döndürmesini, sonra da oradan, o kara delikten çıkarılmayı sessizce ve utanarak bekliyor gibiydi. Bu efsunlu anahtarın ve kapısını açtığı gizemli dünyanın yegâne sahibi Adviye Hanım’dı. ‘Dolap benim mahremim’ derdi Adviye Hanım. Bu yüzden de hep kilitli tutardı dolabını. İçindekileri yıllardır kimse bilmiyordu. Sessiz sedasızca açar, işini görür, sonra da anahtarını saklardı. ‘Kaybedeceksin o anahtarı bir gün, koyduğun yeri kendin de hatırlayamayacaksın’ derdi Neriman. ‘Amaaan’ derdi Adviye Hanım da, ‘ben kaybolmuş olacağım o zaman da, merak etme sen…Ben kaybolduktan sonra da ne edeyim dolabı…’
Neriman sigarasını masadaki küllüğe koyup gardıroba yaklaştı, aynasında kendini seyretti bir süre. Sanki az sonra yapacağı şeyi hiç yapmayacakmış gibi, masumca saçlarını geriye doğru topladı. İçinden üçe kadar sayıp ağır kapıyı yavaşça biraz daha araladı. Bu aralıktan dolabın içine sızan soluk ışık her bir şeyin üzerine, kenarına, köşesine yapıştı,  envai çeşit masalsı giysinin, çanta ve valizlerin, kutuların birlikte mayalanarak oluşturdukları hoş koku ile birlikte nesnelere ait oldukları kimliklerini özenle bahşetti sanki. Koku odaya doğru yavaşça akarak süzüldü. Neriman çok eskilerden, çocukluğundan anımsadığı bu tütsülü kokuyu içine çekti. Dolabın kapağını cesaretle biraz daha araladı. Şimdi içerideki her bir nesneyi tek tek görebiliyordu. Askılara muntazam asılmış elbiseler, tayyörler, etekler, gömlekler vardı. Bunların altında büyükçe kahverengi bir valiz, valizin üzerinde de iki ayakkabı kutusu duruyordu. Valizin hemen yanında birkaç muhtelif ebatta kutu üst üste konmuştu. Bu kutuların hemen yanındaysa üç büyük çanta bir de siyah para çantası vardı.  Neriman yaptığının hiç de iyi bir şey olmadığının farkındaydı. O daha küçük bir kız çocuğuyken annesi de onun ve diğer kızların her bir şeyini, aleni bir şekilde hem de, kontrol ederdi. Şimdi plak tersine dönmüştü ve bu kontrolü kendisinin yapıyor olduğunu hissetti. Bu durum karşısında biraz kederlendi. Ne bulmayı umuyordu ki? Toplu bir miktar para, altın, unutulmuş orada bir yerlerde kalmış bir arazi tapusu, çocukluğuna ait bir şey, babası Süleyman Efendi’ye ait…ne bulacaktı?  Annesi, birden kalkıp gelse, Neriman’ı orada kendi eşyalarını karıştırırken görse ne olacaktı? Ne söyleyebilirdi Neriman?  Bir ara kapatmak istedi, kapatıp anahtarı üzerinde bulduğu gibi bırakmak; ama yapamadı. Adviye Hanım’ın gizli hazinesini keşfetmek, bu ganimet arasında gördüğü bazı şeylere şaşırmak, şaşkınlığını çocukluk günlerinde olduğu gibi neşeli bir hikâyeye dönüştürmek istiyordu. Eli yavaşça elbiselerde gezindi. Bunların hemen hepsi bildiği elbiselerdi. Yeni bir şey yoktu pek. Çocukluğundan hatırladığı pembe çiçekli bir elbise, Kemal’le evlendiklerinde Adviye Hanım’ın giydiği grimsi ipekli elbise, hemen bu yaz yapılacak Ömer’in sünnetinde giyilmek için alınmış siyah elbise…Çoğu az kullanılmış ya da hiç kullanılmamıştı. Sonra valizin üzerindeki kutuları kaldırdı, valizin kapağını açtı yavaşça. Bu sefer de valizden odaya mis gibi sabun kokusu yayıldı. Eşyanın üzerinde, valizin kenarlarında ambalajı açılmamış  sabunlar vardı birkaç tane. Bir para çantası, şeffaf naylon poşette iri bigudiler, envai çeşit tırnak makasları, havlular, bazı ilaçlar, üç tane ipek eşarp, doğum gününde alınmış bir çift süslü terlik, üzerinde tüfeğiyle poz vermiş göğe bakan bir asker resminin olduğu, belki de kurtlanmış Silahlı Kuvvetler sigaraları. Valizi kapadı ve kutuları yine aynı yerlerine özenle koydu. Aradığı ganimeti bulamamış olmanın verdiği huzursuzlukla biraz daha göz gezdirdi dolabın içinde. Bu göz gezdirme esnasında, valizin arkasında büyücek bir zarf ilişti gözüne. Zarfı aldı ve kapağını açtı. İçinden onlarca eski fotoğraf çıktı zarfın. Bu fotoğrafların bazılarını hatırlayamadı. Aile albümlerinde de yoktular. Hele hele mavi Şevrolenin önünde çektirdikleri o fotoğrafı görünce çok heyecanlandı. Hatırlıyordu, bir süre önce fotoğrafın çerçevesi düşüp kırılmış, fotoğraf da ha bugün ha yarın çerçeve yaptırılır diye orada burada bekletilmiş, sonunda komodinin çekmecesine koyulmuştu. Sonra da fotoğrafı bir daha gören olmamıştı. Her yere bakmışlar, çekmeceleri didik didik etmişler, yine de bulamamışlardı. Adviye Hanım titiz bir toplayıcıydı. Tek bir kusuru vardı bu anlamda o da topladığı, kaldırdığı şeyin yerini asla ve keza hatırlayamazdı. Neriman tüm hazineye son bir kez baktı, gardırobu kilitlemeden, yarı aralık bırakarak odadan ayrılıp hole geldiğinde sigarası sönmüş, kül tablasından düşen sigara masa örtüsünde büyük bir yanık oluşturmuştu. Ortalık leş gibi yanık muşamba ve yanık sigara filtresi kokuyordu. Bu yanmış muşamba ve filtre kokusu karışımı az önce yatak odasına dağılan gizemli kokunun da hükmünü hızlı ve zalimce bitirmiş oluyordu böylece. ‘Hay Allah’ dedi ve çarçabuk muşamba örtüyü kaldırdı. ‘Geldin mi? Sigara getirdin mi? Kibrit aldın mı? Yoktu, baktım.’ Yattığı yerden Neriman’a sesleniyordu Adviye Hanım. ‘Bu koku da ne böyle, bir şey mi yandı?’

‘Ne zaman kalktın sen? Gel bak, kurabiye aldım, portakallı’ dedi Neriman. ‘Az önce kalktım. Ağzımın içi bi tuhaf. Kurabiye murabiye istemem ben.’ dedi yatakta doğrulurken. ‘uyuyamadım zaten.’ Oraya dön, buraya dön.’  Neriman elindeki Birinci paketlerini divanın üzerine koydu. ‘Şu küçük tuvalette eski bir naylon masa örtüsü olacaktı. Sigara düşmüş, muşamba yandı, masa örtüsü.’ Adviye Hanım gözlerini açtı: ‘E sen neredeydin?’ Neriman bir şey diyemedi. Küçük tuvaletin önünde, ‘Bunu da nasıl bağlamışsın böyle anne ya! Nasıl açacağım bunu şimdi?’  Adviye Hanım eski lastiklerden, açılır kapanır basit bir kilit sistemi geliştirmişti küçük tuvaletin kapısı için.  ‘Kes kes’ diye bağırdı yattığı yerden. ‘Bıçakla kes, sonra bağlarız yeniden.’

Evin topu topu iki metrekarelik bu küçük alaturka tuvaleti taşındıklarından beri bir nevi ardiye olarak kullanılıyordu. Burası, hole açılan altı kapıdan biriydi. İşte bu bahsettiğim kapı ve onun arkasındaki şeylere karşı Nermin’in ve Adviye Hanım’ın ilgisizliği giderek artıyordu. Bu izbe yerin aslında evin bir bölümü olduğu unutulmuştu belki de.  Gün gelir lazım olur diye naylon torbalara sarılıp bir köşeye konulan yarım kalmış yün yumakları, dürülmüş eski pırtı kilimler, tek ayağı olmayan bir sandalye,  çoğu vida ve tornavidalardan oluşan, aslında bir kerecik bile bir işe yaradığı görülmemiş alet edevat, içi geçmiş, rengi solmuş  plastik saksılar, delinmiş, çatlamış, bir gün tamir edilmeyi sabırsızlıkla bekleyen bidonlar, hiçbir zaman kullanılmayan, zaten ne zaman alındığı da hatırlanmayan kar zincirleri, geçmiş yıllara ait tatil kitapları, saman kağıtlar, yeşil, kırmızı, lacivert tükenmez kalem torbaları, karton ve elişi kağıtları, yağlı tepsi kağıtları, lastik pompaları, hiç açılmamış karton kutusunda Tuborg bira bardakları, varakları yer yer dökülmüş resim çerçeveleri ve daha bir çok miadını doldurmuş eşya izbe karanlıkta sıkıntıyla, belki de kendi kendileriyle dertleşerek bekleşiyordu. Doğru, belki birbirleriyle kendi dillerinden konuşuyorlardı da. Kendine yardım etmekten aciz bu sakat, hasta, tükenmiş eşyaların yanında, onları misafir eden bu küçük yer de yanmayan kirli bir ampul, artık kapanmayan kapı kolu ve akmayan musluğuyla eşyalardan geri kalmıyordu. Döküm rezervuarın içi bile bir takım eşyayla doldurulmuş, mahzun tuvalet, sükut ederek atisini beklemeye çekilmiş gibiydi. Tuvaletin aydınlık boşluğuna açılan buzlu camlı penceresi içeriyi havalandırsın diye çoğu zaman yarı aralık dururdu. Bazen zar zor içeriye sızıveren bir güvercinin kuytu bir köşeye yumurtladığı yumurtalarla da karşılaşıyordu ev halkı. Buna hiç şaşırmıyorlardı ama.  İçeride, karanlıkta canlı bir şeyler olması güzeldi tabi. Ot, süpürge çöpü ve bilumum malzeme arasında yumurtalar kırılıp da cik cik sesleri hole, oradan yatak odası ve misafir odasına yayılmaya başladığında oturdukları, yattıkları, oynadıkları yerlerden bir bir kalkıp bu küçük odanın kapısı önünde buluyorlardı kendilerini. Uzaktan onları seyrediyorlardı bir süre. Sonra bu heyecanları da geçip gidiyordu diğer her ölümcül heyecanları gibi. Yine oyunlarına, televizyonun sihirli ışığına, enfes revaninin şerbetine falan dalıp kimsenin aklına gelmeyecek naif sorularla zamanın içinde kayboluyorlardı.

Küçük tuvalette tek canlı şey,  bu sukut eden, sonra çatlayan yumurtalar değildi. Küçük tuvaletin gerçek ev sahipleri kızıl kanatlı hamam böcekleriydi bir bakıma.  Bazen o aralık kapının ardındaki karanlıktan akın edeceklermiş gibi geliyordu Neriman’a.  Adviye Hanım da, orada, o kapının ardında büyük bir hareket olduğunu duyuyor, o torbadan bu torbaya, şu delikten ötekine hiç durmadan bir şeyler arayan, çoğalan canlıların varlığını hissedebiliyordu. İçerisi adeta bir lunapark gibiydi. Ayrıca, orada olan şeylerin dışında, artık olmayan, atılmış, verilmiş, kapı önüne bırakılmış birçok eşya da kokusunu ya da izini bırakmış gibiydi.

Ayda yılda bir, yolunu şaşıran ya da macera arayan anarşist bir kızıl hamam böceği karanlıklar içinden çıkıp, arkasına bile bakmadan hole ulaşıyordu. Holdeki insani curcunadan başı dönüp kendi evine, âlemine ulaşması ise saniyeler alıyordu. Takla ataraktan, bacakları kolları birbirine karışaraktan, debelenerekten depar atıyorlardı. Hele Adviye Hanım’ı elinde süpürgeyle görünce daha bir hızlanıyorlar, gerisin geriye, inlerine, evlerine, barklarına dönüyorlardı.

Neriman elinde fenerle kutuları, torbaları, paketleri karıştırırken, buranın ve biraz önce gördüğü Adviye Hanım’ın gizli hazinelerinin aslında birbirinden farklı olmadığını düşündü. Eski gülücüklerin, ağlamaların, bağırış çağırışların da buralarda bir yerlerde, Adviye Hanım’ın gardırobunun içinde saklanmış olduğunu, zaman zaman ortaya çıkıp o duvardan bu duvara salınarak çarptıklarını, dans ederek eğlendiklerini biliyordu. Kapıyı çekti, feneri kapadı.

‘İşte bak, nasıl?’ Elinde tuttuğu muşambayı Adviye Hanım’a gösterdi Neriman. Adviye Hanım, ‘Yok’ dedi, ‘eskisi daha güzeldi. Çok mu yanmış? At o zaman, tutma evde.’

Ender Macun, Mayıs 2018



Resim: Frances Hodgkins , Two Women with a Basket of Flowers 1915 




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder