Büyük şarkıcı, sessizliğimizin şarkılarını söyleyendir.
Halil
Cibran
Uyandığında evde kimsecikler yoktu. Kar hazin bir yağmura
dönmüştü şimdi. Pencerenin önünde oturmuş, dışarıda, yağan sessiz yağmuru,
damlara vuran iri damlaları, damların üzerinde garip bir şarkıyı hep bir
ağızdan söyleyerek bir oraya, bir buraya uçan grimsi Bizans martılarını,
onların üzerindeki kocaman bulutları seyrederken bir yandan da geçip gitmek
bilmeyen şu kış günlerinin neden bir türlü geçip gitmek bilmediğini düşündü.
Eskiden, gençliğinde yani, kış ayları
daha mı çabuk geçiyordu? Kaçışan, ıslanmamak için saçak altı arayan insanları,
büyücek şemsiyesine üç beş kişiyle sığınmış, elleri cebinde, köşedeki poğaçacıyı,
otobüs durağındaki öğrencileri, hemen yanında, küçük bir arabada pilav satan
çocuğu seyre daldı sonra da. Tam pencerenin karşısında, durakta, bir otobüs
arıza yapmış, yolcular öfleye pöfleye iniyordu araçtan. Otobüsün şoförü ile iki
kişi hummalı bir tartışmaya girişmiş, bu tartışma kısa sürede alevlenip şoförle
yolcular birbirlerine girmişlerdi. Üç beş kişi koşup yetişti, kavgaya
tutuşanları ayırdılar. Gözünü ayırmadan seyrettiği bu harikulade film az sonra
bitecek, pek yakında ev içinde başka bir film başlayacaktı.
Parmaklarıyla saydı Adviye Hanım; yaza az kalmıştı. Sadece
üç parmak. O kadar. ‘Az kalmış ayol’ dedi, bu minik sözcükler camda buğu oldu.
Burnunu cama dayadı. İçi sıkıldı. Ağrıyan dizlerini kaloriferin sıcacık
peteklerine dayadı, bir ayağıyla, ters dönmüş terliğini düzeltmeye çalıştı.
Gözlüğünü burnunun üzerine itip yerleştirdi..
Yaz gelince sıkı sıkı kapatılmış olan pencereler açılacak,
eve sokağın kokusu, bağırışları girecekti. Buraya yaz geldi mi, artık her yere
yaz gelecek, şehir şenlenecekti
elbet. Şu karşıdaki harikulade kuleye,
onun ötesindeki kederli, yorgun argın evlere, minareleri uzayan güzelim
camilere, sonra bütün kulelere, hanlara, hamamlara, köprülere insanlara.
Pencereyi açtı. Ellerini dışarı çıkarıp yağmura uzattı.
‘Kapat o pencereyi, üşüteceksin’ diye bağırdı mutfaktan Neriman. Adviye Hanım
daha hastalıktan yeni kalkmıştı. ‘İlaçlarını aldın mı?’ Pencereyi kapatıp ağır
ağır, ayaklarını sürüye sürüye hole yürüdü. ‘Ne zaman geldin sen Neriman?
Yoktun evde?’ Konsolun üzerinden
ilaçları aldı. Gözlüklerini alnından indirip dikkatlice inceledi. ‘İstemiyorum
bunları’ dedi memnuniyetsiz bir ses tonuyla. Sesinde, küçük bir çocuğun
iştahsızlığına yansıyan mıymıntı, nahoş bir hal de vardı ayrıca. ‘At bunları
sen. Uyutuyor bunlar beni hem, sersem gibi yapıyor. Bütün gün kendimi
bilmiyorum. Kimim, neredeyim…’ Neriman
söylene söylene pardösüsünü sırtına aldı, para çantasını da eline. ‘Çıkıyorum
ben, biraz bir şeyler alacağım pazardan. Yağ da bitmiş, bak. Yat istersen sen.
İlaçlarını al ama. Söyletme bani bak.’
Adviye Hanım salondan yatak odasına, oradan banyoya, küçük tuvalete,
sanki kaybettiği bir şeyi arar gibi dolaştı durdu sessizce. ‘Sigara da al üç
beş paket. Kibritleri de bulamıyorum. Zaten hiçbir şey yok bu evde. Gittin mi?
Neriman. Gittin mi huuu!? Ne zaman geldin ki, hem niye gidip gidip duruyor bu?’
Neriman’ın yatak odasına girdi, kendi odasında yer
olmadığı için taşındıklarında buraya koydukları aynalı gardırobunun önünde
durdu ve cebinden çıkardığı anahtarla kapısını açtı. ‘Saklamıştım buraya bir
yere’ dedi içinden. ‘Nerede acaba? Bu gardırop da burada olmuyor ki. Söyledim.
Dinletemedim. Alıp benim odaya koyacağız işte. Cama yaslayacağız. Dışarıyı
görmek isteyen balkona çıksın. Cam önünde olmazmış. Ne olmazmış? Cam önünde
ha?’ Valizin hemen yanında iki paket sigara gördü. ‘Yok,’ dedi, ‘bunlar fena
öksürtüyor beni. Hele bu kısaları’ Gerisin geriye, salona geçti. Radyoyu açtı,
yanık bir türkünün anlaşılamayan kelimeleri uçuştu odada. Yüzünü ekşiterek
hemen kapattı. İki kısa öksürükten sonra da yatağına uzanıp yattı, ayaklarını
koca karnına doğru çekti. ‘Sigara kalmamış. Vardı. Ara ki bulasın. Nereye
kaldırdı acaba? Vardı vardı. Biliyorum, şu çekmecedeydi. Öff, şimdi kalk ki
bulasın.’
Adviye Hanım, orta parmağının tırnağıyla paketin üstünü
yırtar, kâğıt parçasını parmakları arasında yuvarlayarak küçücük bir boncuk
yapardı. Bu kâğıttan boncuğu küllüğe
attıktan sonra büyük bir keyifle paketten ilk sigarayı yine sarımsı
tırnaklarını kullanarak çeker çıkarırdı. İki parmağıyla diline yasladığı
sigarayı, ağzının sağ tarafına doğru çekerek usulca yerleştirirdi. Ağzında
sigarayla konuşurken henüz yanmamış sigara bir orkestra şefinin batonunu
kibarca sağa, sola yukarı aşağı hareket ettirmesini anımsatır bir şekilde
boşlukta salınırdı. Çakmaklarla arası iyi olmadığından, evde paket paket kibrit
bulundururdu. Çaktığı ilk kibrit hiçbir zaman sigarasını yakacak güçte
parlamaz, meret hemen sönerdi. O zaman ‘Neriman kapat şu pencereyi cereyan
yapıyor’ derdi. İkinci sefer, bu defa daha şiddetli vururdu kibrit çöpünü
eczaya. Parlak bir alevle yanmaya başlayan kibrit çöpüne çabucak sigarasını
yaklaştırır, derin derin nefes alır, o tütsülü dumanı içine çektikçe sigaranın
ucu daha bir şevkle ve hararetle yanar, dumanı dışarıya, odaya kesik kesik öksürükler
eşliğinde üflerdi. Devamlı elinde sigarayla oynadığından sağ elinin parmakları,
tırnakları sarımsıydı. Başının iki yanından omuzlarına kadar inen saçları da
aynı kirli sarıya boyanmıştı sanki.
Sigara ömründeki çok az zevkten biriydi Adviye Hanım’ın. Kalp yetmezliği
olmasına rağmen ve doktorun, ev halkının, konu komşunun o kadar ısrarına rağmen
sigaradan vazgeçmeyi bir an olsun düşünmemişti. ‘Ben mezara, o mezara’ derdi
konu açıldığında. Zaten konu da hemen kapatılırdı. Gece boyunca Adviye Hanım’ın
öksürmeleri hiç bitmezdi. Önce kesik kesik sonra uzun öksürük krizlerine girer,
yattığı yer yatağında bin bir güçlükle doğrulur, sırtını buz gibi duvara
yaslar, başını havaya kaldırarak derin derin solurdu. Öksürük nöbeti biraz uzun
sürerse bu sefer zar zor kendini yataktan dışarıya atar, bir bardak su doldurur, içer ve holde oturup
kesik öksürüklerin mucizevi bir şekilde geçmesini kendi kendine telkin ederek
beklerdi. ‘Geçer şimdi, şimdi geçecek. Hep böyle oluyor zaten. Geçip gidiyor
bir zaman sonra.’ Zaten narin olan uykusu öksürük nöbeti geçtiğinde iyice
kaçmış olur, o da bunu vesile ederek paketten bir dal sigara çekip önce masada
avucunun içiyle yuvarlar, sonra da uçlarından çıkan tütün iplikçiklerini tek
tek temizleyip kül tablasına atar ve geciktirmeden, hemen kibriti ateşlerdi. Poff!
Onun sigara içişinin tatlı bir yolculuk hali olduğunu,
kendi de bu yolun uslanmaz yolcusu olduğundan, bilirdi Neriman. Holde oturup
konuşurken, ikisi de çekirdek çıtlatan insanların hızı ve bir başlayınca bir
türlü bırakamaması gibi birbiri ardına
izmaritleri söndürürler, kül tablasını ağzına kadar doldurup, gidip çöpe döküp,
sanki hiç bir şey olmamışçasına, bu kadar mereti ‘yiyip bitiren’ kendileri
değilmiş gibi, yeniden kaldıkları yerden
devam ederlerdi; bu sefer daha bir iştahla. Neriman, kartondan
çıkarttığı süslü pırıl pırıl paketleri tek tek mutfak dolabında baharatların
olduğu rafa ganimetlerini gizli dehlizine yerleştiren bir korsan edasıyla
dizer, her yeni paketi açtığında kalan paketleri tek tek saymayı da ihmal
etmezdi.
Evde bir çok kül tablası olmasına rağmen Adviye Hanım
sadece kendisi içiyorsa, her zaman beyaz, seramik küçük bir kül tablası kullanırdı.
Uzak akraba polis Ziya’nın bir Kıbrıs gezisi dönüşünde getirdiği, üzerinde
yemyeşil bir Kıbrıs haritası bulunan kül tablası holdeki masanın demirbaşıydı.
Zaman zaman, sakarlıktan, bu hol masası üzerine dökülen bir bardaktan yayılan
çay örtü üzerinde kendine hızlıca yol açar, gider Adviye Hanım’ın sigara
paketini bulur, paketteki sigaraların yarısından fazlasını sırılsıklam ederdi.
Adviye Hanım yağmurda kalmış çamaşırları ipten toplamanın telaşına benzer bir
telaşla alelacele bardağı kaldırır, paketi tüm sigaralar ıslanmadan kurtarır,
birkaç kez sövdükten sonra paketi alır, salona, pencere kenarına giderdi. Islak
paketi mandalina soyar gibi nazikçe soyar, içindeki ganimeti açığa çıkarır,
zarar ziyanın çabucak bir hesabını yapar, sonra da dal dal ıslak sigaraları
pencere önüne keyifle dizerdi. ‘Altına gazete koy, nemi alsın’ derdi Neriman
mutfaktan seslenerek. ‘Bak şurada gazete ilaveleri var.’ ‘Yok’ derdi, ‘gazeteye
yapışıyor sonra, senin çay çok şekerli.’
Neriman pazardan
döndüğünde üstü başı hep sırılsıklam olmuştu. Holde silkelendi, pardösüsünü
çıkarıp astı. ‘Dışarıda olanın aklı yok’ dedi kendi kendine. ‘Anne, uyuyor musun?’
Hiçbir ses duymadı. Yanına gitti, üzerini örttü, şefkatli bir evlat dürtüsüyle.
Saçından başından su damlıyordu taş döşemeye. Poşetleri bıraktığı yerden alıp
sessizce mutfağa taşıdı. Banyoya gidip saçını kuruladı. Çabucak bir kahve yaptı
kendine. Adviye Hanım için aldığı sigaraları komodinin üzerine bıraktı. Hep
kilitli olan ve evdeki herkesin merak ettiği eski aynalı dolabın kapısının
aralık olduğunu gördü sigarasını tüttürürken. ‘Anahtarı da üzerinde’ dedi
içinden. Yorgun ve çaresiz anahtar, sahibinin gelip bir an önce kendini kilit
etrafında iki tur döndürmesini, sonra da oradan, o kara delikten çıkarılmayı
sessizce ve utanarak bekliyor gibiydi. Bu efsunlu anahtarın ve kapısını açtığı
gizemli dünyanın yegâne sahibi Adviye Hanım’dı. ‘Dolap benim mahremim’ derdi
Adviye Hanım. Bu yüzden de hep kilitli tutardı dolabını. İçindekileri yıllardır
kimse bilmiyordu. Sessiz sedasızca açar, işini görür, sonra da anahtarını
saklardı. ‘Kaybedeceksin o anahtarı bir gün, koyduğun yeri kendin de
hatırlayamayacaksın’ derdi Neriman. ‘Amaaan’ derdi Adviye Hanım da, ‘ben
kaybolmuş olacağım o zaman da, merak etme sen…Ben kaybolduktan sonra da ne edeyim
dolabı…’
Neriman sigarasını masadaki küllüğe koyup gardıroba
yaklaştı, aynasında kendini seyretti bir süre. Sanki az sonra yapacağı şeyi hiç
yapmayacakmış gibi, masumca saçlarını geriye doğru topladı. İçinden üçe kadar
sayıp ağır kapıyı yavaşça biraz daha araladı. Bu aralıktan dolabın içine sızan
soluk ışık her bir şeyin üzerine, kenarına, köşesine yapıştı, envai çeşit masalsı giysinin, çanta ve
valizlerin, kutuların birlikte mayalanarak oluşturdukları hoş koku ile birlikte
nesnelere ait oldukları kimliklerini özenle bahşetti sanki. Koku odaya doğru
yavaşça akarak süzüldü. Neriman çok eskilerden, çocukluğundan anımsadığı bu tütsülü
kokuyu içine çekti. Dolabın kapağını cesaretle biraz daha araladı. Şimdi
içerideki her bir nesneyi tek tek görebiliyordu. Askılara muntazam asılmış
elbiseler, tayyörler, etekler, gömlekler vardı. Bunların altında büyükçe
kahverengi bir valiz, valizin üzerinde de iki ayakkabı kutusu duruyordu. Valizin
hemen yanında birkaç muhtelif ebatta kutu üst üste konmuştu. Bu kutuların hemen
yanındaysa üç büyük çanta bir de siyah para çantası vardı. Neriman yaptığının hiç de iyi bir şey
olmadığının farkındaydı. O daha küçük bir kız çocuğuyken annesi de onun ve
diğer kızların her bir şeyini, aleni bir şekilde hem de, kontrol ederdi. Şimdi
plak tersine dönmüştü ve bu kontrolü kendisinin yapıyor olduğunu hissetti. Bu
durum karşısında biraz kederlendi. Ne bulmayı umuyordu ki? Toplu bir miktar
para, altın, unutulmuş orada bir yerlerde kalmış bir arazi tapusu, çocukluğuna
ait bir şey, babası Süleyman Efendi’ye ait…ne bulacaktı? Annesi, birden kalkıp gelse, Neriman’ı orada
kendi eşyalarını karıştırırken görse ne olacaktı? Ne söyleyebilirdi
Neriman? Bir ara kapatmak istedi,
kapatıp anahtarı üzerinde bulduğu gibi bırakmak; ama yapamadı. Adviye Hanım’ın
gizli hazinesini keşfetmek, bu ganimet arasında gördüğü bazı şeylere şaşırmak,
şaşkınlığını çocukluk günlerinde olduğu gibi neşeli bir hikâyeye dönüştürmek
istiyordu. Eli yavaşça elbiselerde gezindi. Bunların hemen hepsi bildiği
elbiselerdi. Yeni bir şey yoktu pek. Çocukluğundan hatırladığı pembe çiçekli
bir elbise, Kemal’le evlendiklerinde Adviye Hanım’ın giydiği grimsi ipekli
elbise, hemen bu yaz yapılacak Ömer’in sünnetinde giyilmek için alınmış siyah
elbise…Çoğu az kullanılmış ya da hiç kullanılmamıştı. Sonra valizin üzerindeki
kutuları kaldırdı, valizin kapağını açtı yavaşça. Bu sefer de valizden odaya
mis gibi sabun kokusu yayıldı. Eşyanın üzerinde, valizin kenarlarında ambalajı
açılmamış sabunlar vardı birkaç tane.
Bir para çantası, şeffaf naylon poşette iri bigudiler, envai çeşit tırnak
makasları, havlular, bazı ilaçlar, üç tane ipek eşarp, doğum gününde alınmış
bir çift süslü terlik, üzerinde tüfeğiyle poz vermiş göğe bakan bir asker
resminin olduğu, belki de kurtlanmış Silahlı Kuvvetler sigaraları. Valizi
kapadı ve kutuları yine aynı yerlerine özenle koydu. Aradığı ganimeti bulamamış
olmanın verdiği huzursuzlukla biraz daha göz gezdirdi dolabın içinde. Bu göz
gezdirme esnasında, valizin arkasında büyücek bir zarf ilişti gözüne. Zarfı
aldı ve kapağını açtı. İçinden onlarca eski fotoğraf çıktı zarfın. Bu
fotoğrafların bazılarını hatırlayamadı. Aile albümlerinde de yoktular. Hele
hele mavi Şevrolenin önünde çektirdikleri o fotoğrafı görünce çok heyecanlandı.
Hatırlıyordu, bir süre önce fotoğrafın çerçevesi düşüp kırılmış, fotoğraf da ha
bugün ha yarın çerçeve yaptırılır diye orada burada bekletilmiş, sonunda
komodinin çekmecesine koyulmuştu. Sonra da fotoğrafı bir daha gören olmamıştı.
Her yere bakmışlar, çekmeceleri didik didik etmişler, yine de bulamamışlardı.
Adviye Hanım titiz bir toplayıcıydı. Tek bir kusuru vardı bu anlamda o da
topladığı, kaldırdığı şeyin yerini asla ve keza hatırlayamazdı. Neriman tüm
hazineye son bir kez baktı, gardırobu kilitlemeden, yarı aralık bırakarak
odadan ayrılıp hole geldiğinde sigarası sönmüş, kül tablasından düşen sigara
masa örtüsünde büyük bir yanık oluşturmuştu. Ortalık leş gibi yanık muşamba ve
yanık sigara filtresi kokuyordu. Bu yanmış muşamba ve filtre kokusu karışımı az
önce yatak odasına dağılan gizemli kokunun da hükmünü hızlı ve zalimce bitirmiş
oluyordu böylece. ‘Hay Allah’ dedi ve çarçabuk muşamba örtüyü kaldırdı. ‘Geldin
mi? Sigara getirdin mi? Kibrit aldın mı? Yoktu, baktım.’ Yattığı yerden
Neriman’a sesleniyordu Adviye Hanım. ‘Bu koku da ne böyle, bir şey mi yandı?’
‘Ne zaman kalktın sen? Gel bak, kurabiye aldım,
portakallı’ dedi Neriman. ‘Az önce kalktım. Ağzımın içi bi tuhaf. Kurabiye
murabiye istemem ben.’ dedi yatakta doğrulurken. ‘uyuyamadım zaten.’ Oraya dön,
buraya dön.’ Neriman elindeki Birinci paketlerini divanın üzerine koydu. ‘Şu küçük
tuvalette eski bir naylon masa örtüsü olacaktı. Sigara düşmüş, muşamba yandı, masa
örtüsü.’ Adviye Hanım gözlerini açtı: ‘E sen neredeydin?’ Neriman bir şey
diyemedi. Küçük tuvaletin önünde, ‘Bunu da nasıl bağlamışsın böyle anne ya!
Nasıl açacağım bunu şimdi?’ Adviye Hanım
eski lastiklerden, açılır kapanır basit bir kilit sistemi geliştirmişti küçük
tuvaletin kapısı için. ‘Kes kes’ diye
bağırdı yattığı yerden. ‘Bıçakla kes, sonra bağlarız yeniden.’
Evin topu topu iki metrekarelik bu küçük alaturka tuvaleti
taşındıklarından beri bir nevi ardiye olarak kullanılıyordu. Burası, hole açılan
altı kapıdan biriydi. İşte bu bahsettiğim kapı ve onun arkasındaki şeylere
karşı Nermin’in ve Adviye Hanım’ın ilgisizliği giderek artıyordu. Bu izbe yerin
aslında evin bir bölümü olduğu unutulmuştu belki de. Gün gelir lazım olur diye naylon torbalara
sarılıp bir köşeye konulan yarım kalmış yün yumakları, dürülmüş eski pırtı
kilimler, tek ayağı olmayan bir sandalye, çoğu vida ve tornavidalardan oluşan, aslında
bir kerecik bile bir işe yaradığı görülmemiş alet edevat, içi geçmiş, rengi
solmuş plastik saksılar, delinmiş,
çatlamış, bir gün tamir edilmeyi sabırsızlıkla bekleyen bidonlar, hiçbir zaman
kullanılmayan, zaten ne zaman alındığı da hatırlanmayan kar zincirleri, geçmiş
yıllara ait tatil kitapları, saman kağıtlar, yeşil, kırmızı, lacivert tükenmez
kalem torbaları, karton ve elişi kağıtları, yağlı tepsi kağıtları, lastik
pompaları, hiç açılmamış karton kutusunda Tuborg bira bardakları, varakları yer
yer dökülmüş resim çerçeveleri ve daha bir çok miadını doldurmuş eşya izbe
karanlıkta sıkıntıyla, belki de kendi kendileriyle dertleşerek bekleşiyordu. Doğru,
belki birbirleriyle kendi dillerinden konuşuyorlardı da. Kendine yardım
etmekten aciz bu sakat, hasta, tükenmiş eşyaların yanında, onları misafir eden
bu küçük yer de yanmayan kirli bir ampul, artık kapanmayan kapı kolu ve akmayan
musluğuyla eşyalardan geri kalmıyordu. Döküm rezervuarın içi bile bir takım
eşyayla doldurulmuş, mahzun tuvalet, sükut ederek atisini beklemeye çekilmiş
gibiydi. Tuvaletin aydınlık boşluğuna açılan buzlu camlı penceresi içeriyi
havalandırsın diye çoğu zaman yarı aralık dururdu. Bazen zar zor içeriye
sızıveren bir güvercinin kuytu bir köşeye yumurtladığı yumurtalarla da
karşılaşıyordu ev halkı. Buna hiç şaşırmıyorlardı ama. İçeride, karanlıkta canlı bir şeyler olması
güzeldi tabi. Ot, süpürge çöpü ve bilumum malzeme arasında yumurtalar kırılıp
da cik cik sesleri hole, oradan yatak odası ve misafir odasına yayılmaya
başladığında oturdukları, yattıkları, oynadıkları yerlerden bir bir kalkıp bu
küçük odanın kapısı önünde buluyorlardı kendilerini. Uzaktan onları
seyrediyorlardı bir süre. Sonra bu heyecanları da geçip gidiyordu diğer her
ölümcül heyecanları gibi. Yine oyunlarına, televizyonun sihirli ışığına, enfes
revaninin şerbetine falan dalıp kimsenin aklına gelmeyecek naif sorularla
zamanın içinde kayboluyorlardı.
Küçük tuvalette tek canlı şey, bu sukut eden, sonra çatlayan yumurtalar
değildi. Küçük tuvaletin gerçek ev sahipleri kızıl kanatlı hamam böcekleriydi
bir bakıma. Bazen o aralık kapının
ardındaki karanlıktan akın edeceklermiş gibi geliyordu Neriman’a. Adviye Hanım da, orada, o kapının ardında
büyük bir hareket olduğunu duyuyor, o torbadan bu torbaya, şu delikten ötekine
hiç durmadan bir şeyler arayan, çoğalan canlıların varlığını hissedebiliyordu.
İçerisi adeta bir lunapark gibiydi. Ayrıca, orada olan şeylerin dışında, artık
olmayan, atılmış, verilmiş, kapı önüne bırakılmış birçok eşya da kokusunu ya da
izini bırakmış gibiydi.
Ayda yılda bir, yolunu şaşıran ya da macera arayan anarşist
bir kızıl hamam böceği karanlıklar içinden çıkıp, arkasına bile bakmadan hole
ulaşıyordu. Holdeki insani curcunadan başı dönüp kendi evine, âlemine ulaşması
ise saniyeler alıyordu. Takla ataraktan, bacakları kolları birbirine
karışaraktan, debelenerekten depar atıyorlardı. Hele Adviye Hanım’ı elinde
süpürgeyle görünce daha bir hızlanıyorlar, gerisin geriye, inlerine, evlerine,
barklarına dönüyorlardı.
Neriman elinde fenerle kutuları, torbaları, paketleri
karıştırırken, buranın ve biraz önce gördüğü Adviye Hanım’ın gizli
hazinelerinin aslında birbirinden farklı olmadığını düşündü. Eski gülücüklerin,
ağlamaların, bağırış çağırışların da buralarda bir yerlerde, Adviye Hanım’ın
gardırobunun içinde saklanmış olduğunu, zaman zaman ortaya çıkıp o duvardan bu
duvara salınarak çarptıklarını, dans ederek eğlendiklerini biliyordu. Kapıyı
çekti, feneri kapadı.
‘İşte bak, nasıl?’ Elinde tuttuğu muşambayı Adviye Hanım’a
gösterdi Neriman. Adviye Hanım, ‘Yok’ dedi, ‘eskisi daha güzeldi. Çok mu yanmış?
At o zaman, tutma evde.’
Ender Macun, Mayıs 2018
Resim: Frances Hodgkins , Two Women with a Basket of Flowers 1915
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder